İktidarın örtbas mekanizması: ATK

Dosya Haberleri —

Adli Tıp Kurumu (ATK)

Adli Tıp Kurumu (ATK)

ÖHD Eşbaşkanı Başkanı Av. Bünyamin Şeker ile cezaevlerindeki tecridi, hasta tutsakların durumunu ve Adli Tıp Kurumu'nun (ATK) keyfi kararlarını konuştuk. 

  • Bakanlık tam teşekkülü hastanelerin verdiği raporlara güvenmiyor mu? Adli Tıp Kurumu'nun yapısının tartışılması gerekiyor. Devletin sağlık hakkına erişim noktasında cezaevlerinde uyguladığı politikalar, kendi güncel siyasi ihtiyaçlarından bağımsız bir noktada değil.
  • İnfaz kanununun 16. maddesinin değiştirilmesi gerekiyor. Adli Tıp Kurumu'nun yapısının değiştirilmesi gerekiyor. İlk basamak sağlık kurullarına gerekli yetkilerin verilmesi gerekiyor. Çünkü bu kurum iktidarların kendi suçlarını örtbas ettiği bir mekanizmadır.
  • 5 Eylül tarihinde Türkiye'ye gelen Birleşmiş Milletler İşkenceyi Önleme Alt Komitesi ile görüşme yaptık. Ankara'da ortak toplantı yaptık ve İmralı tecrit sistemi de gündeme geldi. Heyetin Türkiye ziyareti sona erdikten sonra muhtemelen kendi raporlarını açıklayacaklardır.

YILMAZ KAYA / AMED

İnsan Hakları Derneği’nin verilerine göre cezaevlerinde bin 605 hasta tutsak var. Bunlardan yaklaşık 600'ü çok ağır hasta. Kürt siyasetçi Aysel Tuğluk ve 84 yaşındaki Mehmet Emin Özkan gibi hastalığı ilerlemiş ve cezaevinde kalamayacak durumda olan tutsaklar Adli Tıp Kurumu'nun (ATK) keyfi kararlarıyla cezaevinde tutuluyor. Cezaevlerinde yaşamını yitiren hasta tutsakların sayısı katlanırken, cezaevlerinde işkence ve infazların üstü, "intihar etti" denilerek kapatılmak isteniyor. Yine tahliyesi gelen ancak keyfi şekilde verilen disiplin cezaları nedeniyle serbest bırakılmayan Kürt siyasi tutsaklara yönelik özel ve hukuk dışı bir uygulama devreye konulmuş durumda. Cezaevlerindeki devreye konulan hukuksuzlukları Özgürlük İçin Hukukçular Derneği (ÖHD) Eşbaşkanı Başkanı Av. Bünyamin Şeker ile konuştuk. 

Raporlara rağmen bırakılmıyorlar

Hasta tutsaklara tam teşekküllü hastanelerin verdiği 'Cezaevinde kalamaz, kendi başına hayatını idame ettiremez' raporlarına rağmen tahliye edilmediğini ifade eden ÖHD Eşbaşkanı Başkanı Av. Bünyamin Şeker, "Yani Bakanlık tam teşekkülü hastanelerin verdiği raporlara güvenmiyor mu? Adli Tıp Kurumu'nun yapısının tartışılması gerekiyor. İnfaz kanunun yazılma şekli, teknik şekli, biraz da Adli Tıp Kurumu'nun durumu ve bir diğer boyutu da Türkiye'nin siyasi atmosferi, yani konjonktürel olarak sistemin kendi ihtiyaçlarına cevap olma ya da cevap bulma durumu. Hasta mahpusların durumunu değerlendirdiğimizde bu üç durumla birlikte değerlendirmek gerekiyor. Çünkü, gerçekten devletin sağlık hakkına erişim noktasında cezaevlerinde uyguladığı politikalar, kendi güncel siyasi ihtiyaçlarından bağımsız bir noktada değil. Sistemin ya da hükümetlerin bir bütün olarak hapishane politikalarını bu şekilde değerlendirebiliriz" dedi. 

Av. Bünyamin Şeker

ATK kararları suç tipine göre değişiyor

Ağır hastaların Adli Tıp Kurumu'nun verdiği raporlara göre cezaevlerinde tutulduğunu belirten Av. Şeker, "Bu kurum atama ile görevlendirilen, kurullarının belirlendiği bir teşkilat. Hükümete, siyasi iktidara bağlı bir ve dosya üzerinden işlem yapan bir kurum. En son ciddi bir kamuoyu baskısı olduğu için Aysel Tuğluk için bir uygulamaya gidildiğine tanık olduk. Genelde kararlar dosyalar üzerinden veriliyor. Dosyalarda, sağlık dosyaları üzerinden değil, kişilerin ceza aldıkları suç tipi gündeme getirilebiliyor. En basit örneği Aysel Tuğluk'un hastalığı ile aynı teşhis konulan Emekli Orgeneral Çevik Bir, Adli Tıp Kurumu'nun raporu sonucu tahliye edildi. Bu olması gereken bir süreç, işlemesi gereken bir süreç. Burada itiraz ettiğimiz nokta Çevik Bir tahliye edilirken, aynı durumda olan hatta hastalığı daha ağır seyreden Aysel Tuğluk'un tahliye edilmemesi tam da bahsettiğimiz, siyasi iktidarın ya da siyasi iktidara hizmet eden kurumun varlığı ile alakalı bir durumdur" diye konuştu.

Siyasallaşan bir kurum

Adli Tıp Kurumu'na yapılan görevlendirmelerin ya da hekim atamalarının hükümetler tarafından yapıldığını ve bir anlamda bu kurumun siyasallaştırıldığını kaydeden Av. Şeker, "Darbe sürecinde bir çok üyesi FETÖ'den ihraç edilen bir kurumdan bahsediyoruz. Hasta mahpusların hastaneye sevklerinde gecikmeleri ve ölümlerin yaşanması, hastaneye götürülürken kelepçeyle muayene edilmeleri, doktorların suç tipine göre bir yaklaşım sergilemesi, bütün bunların hepsi beraberinde sorunu meydana getiriyor. Yine çok ender bir şekilde 'Cezaevinde kalamaz' yönünde çıkan raporlar, Adli Tıp Kurumu'nun denetimine takılıyor. Bu kurum, 'Cezaevinde  kalabilir' dedikten sonra süreç tükeniyor" dedi. 

Savcı isterse tahliye kararı vermeyebilir

ÖHD Eşbaşkanı Başkanı Av. Şeker, hasta tutuklular için tam teşekküllü hastane ve Adli Tıp Kurumu'nun da 'Cezaevinde kalamaz' raporu verseler bile yine tutukluların infaz yasasına dayanılarak tahliye edilmeyeceğini belirterek şunları söyledi: "Çok ender durumlarda da olsa, diyelim ki ilk basamak eğitim ve araştırma hastanelerinin vermiş olduğu 'Cezaevinde kalamaz' raporu verildi. Ve bu rapor Adli Tıp Kurumu tarafından da onaylandı, bu kurum da 'Cezaevinde kalamaz' dedi. Süreç yine burada bitmiyor, tahliye edilmeyebiliyor. Bu kez de şöyle bir şey var: İnfaz kanununun 16. maddesi diyor ki, savcı şunu sormalı, 'Bu kişinin tahliye edilmesi kamu güvenliği açısından risk teşkil ediyor mu, etmiyor mu? Şimdi savcı da, bu kanuna dayanarak TEM'e soruyor, ilgili emniyet birimine soruyor. Buralardan, 'Kamu güvenliği açısından risk teşkil eder' diye rapor gelirse maalesef yine tahliye süreci engellenmiş oluyor. Yani sistemi kendine ve kendi çıkarlarına göre, 'Ben istersem izin veririm, ben istersem izin vermem' mantığıyla inşa etti. Aslında burada değiştirilmesi gereken bir sistem var. İnfaz kanununun 16. maddesinin değiştirilmesi gerekiyor. Adli Tıp Kurumu'nun yapısının değiştirilmesi gerekiyor. İlk basamak sağlık kurullarına gerekli yetkilerin verilmesi gerekiyor.

Belki Adli Tıp Kurumu bir itiraz mercii olarak değerlendirilmesi gereken bir kurum olabilir, ya da tümden ortada kaldırılması gerekiyor. Çünkü bu kurum genel anlamıyla her anlamda iktidar lehine karar veren bir kurum. Tarihi yapısı da, tarihsel süreci de böyledir. İktidarların kendi suçlarını örtbas ettiği bir mekanizmadır." 

Tahliyeleri gelmesine rağmen, disiplin cezası gerekçe gösterilerek infazların keyfi olarak yakıldığını belirten Av. Şeker, "Cezaevindeki mahpusların infazlarının yakılmasına ilişkin aslında şöyle bir prosedür var: Yani kişi üç hücre cezası alırsa infazı yakılıyor, kanuni düzenleme bu. Siyasi mahpuslarda verilen cezanın dörtte üçünü yatıyorsun. İnfaz kanununa göre, aldığı cezanın dörtte üçünü cezaevinde geçirmek zorunda. Ancak bu infaz yakma durumu söz konusu olduğunda, aldığı cezanın tamamını yatıyor. Örneğin, 16 yıl ceza almış birinin infazı 12 yıldır. İnfazı yakıldığında ise 16 yılın tamamını cezaevinde geçirme gibi bir durum gelişiyor. 4 yıl erken tahliye edilmesi gerekirken, infazın tamamını yakıyorlar. İşin keyfiliği ve tartışma konusu olan budur" dedi. 

Keyfi disiplin cezaları veriliyor

Hükümlülerin infazlarının yakılmasına neden olan disiplin cezalarının cezaevi idaresi tarafından keyfi olarak uygulandığını söyleyen Av. Şeker, herhangi bir disiplinlik olayda ziyaret kısıtlaması, mektup ve faks alıp gönderememe, belli bir süre telefon görüşünden men edilme, ağır fiiller karşılığında ise hücre cezası gibi infaz yasasında bunların açık ifade edildiğini belirtti. Av. Şeker, şöyle devam etti: "Ancak bu hapishanelerde karşılaştığımız problem, bu infaz yakmalara ilişkin, karşılığı, yani fiilin karşılığı olmayan disiplin yaptırımlarıdır. Buradaki keyfilik aslında disiplin cezalarında. Her şeyi disiplin konusu yapıyorlar. Mesela askeri düzende, insanlık onuru ile bağdaşmayan yine Nelson Mandela Kuralları olarak bilinen, askeri standartlarla bağdaşmayan uygulamalara karşı çıktılar, ayakta sayım vermediler diye disiplin soruşturması açılıp disiplin cezası veriliyor ve bu infaz yakma konusuna konu ediliyor pratikte. Buna benzer, görüşe çıkarken ya da diyelim ki telefon hakkını kullanmaya giderken, ya da revire, ya da hastaneye giderken askeri düzende yürütme dayatmasına karşı çıkan mahpus ya kötü muameleyle ya işkenceyle karşılaşıyor. Bunlar da disipline konu edilerek yine oradan ceza veriliyor."

Kanun siyasilere başka uygulanıyor

Tutsakların hastaneye götürüldüğünde kelepçeli muayeneyi kabul etmemesi, ağız içi arama yapılma durumunu kabul etmemesi, çıplak aramayı kabul etmemesi gibi konular disipline konu edildiğini de belirten Av. Şekere, "Buradan mahpusların infazlarının yakılma süreci başlatılıyor. Keyfi uygulamalar dediğimiz uygulamalar bu tür uygulamaların disipline konu edilmesidir. Örneğin, cezaevi idaresinin çıkardığı yemek, aslında Adalet Bakanlığı tarafından verilen iaşe bedeli bellidir. Yine mahpuslardan alınan bir iaşe bedeli vardır. Belli bir standardı, belli bir kalitesi vardır yemeğin. Yemek bu standartların altında çıktığında, mahpus, 'bu yemek standartların altındadır' diyerek yemeği kabul etmediği taktirde, cezaevi yemeğini kabul etmediği için disiplin soruşturmasına konu edilebiliyor. Burada yaptırımların kanunda düzenlemeleri bellidir. Mesela böyle bir fiilin işte karşılığı kantin alışverişinden men etmek ise ya da telefona çıkmama gibi bir sonuç ise siyasi mahpuslarda bu iki günlük, üç günlük hücre cezasına dönüştürülüyor" dedi.

'Uygulamalar halen devam ediyor'

Keyfi disiplin cezası ve infaz yakmaların yoğun olduğunu, bu konuda kendilerine başvuru sayısının fazla olduğunu kaydeden Av. Şeker, "Elazığ, Bolu, Rize gibi farklı cezaevlerinde bu tür uygumalar halen devam ediyor. 9 yıllık meslek hayatımda bir adli hükümlünün infazının üç hücre cezasından sonra yakıldığına tanık olmadım ve duymadım. Ancak bazı adli mahpusların da farklı farklı uygulamalara, işkence  ve dayak gibi uygulamalara maruz kaldığını biliyoruz. Siyasi mahpusların olduğu hapishanelerde maruz kaldıkları keyfi hücre cezalarına ve infazların yakılmasına tanıklık ediyoruz. Son dönemlerde artık '30 yıllıklar' olarak kamuoyunda bilinen işte 1990'lı yılların başında mahpusların infazları, koşullu salıverilme hakları engelleniyor. Yani 30 yıllarını doldurduktan sonra tahliye olmaları gerekirken, bir şekilde disiplin ve hücre cezalarıyla infazlarını yakıyorlar. Bu mahpusların 36 yıl cezaevinde kalmalarına neden olacak pratikler sergileniyor" şeklinde konuştu.

***

BM heyeti ile görüşme

5 Eylül tarihinde Türkiye'ye gelen Birleşmiş Milletler İşkenceyi Önleme Alt Komitesi ile görüşme yaptıklarını ve sunumda bulunduklarını belirten Av. Bünyamin Şeker, görüşme hakkında ise şunları söyledi: "Birleşmiş Milletler İşkenceyi Önleme Alt Komitesi daha önce yaptığı açıklamada Türkiye'ye heyet olarak geleceklerini duyurmuştu. Bu anlamda bizim derneğin de bulunduğu birçok sivil toplum örgütü de kendilerine işkence ve hapishanelerde yaşanan hak ihlalleri raporlarını göndererek görüşmek istediğimize dair talepte bulunduk. 

BM heyeti de 5 Eylül'de Türkiye’ye geldiler ve görüşmek için bize randevu verdiler. Toplantı çağrısında bulundular. Ankara'da ortak toplantı yaptık. Birçok sivil toplum örgütü sunum yaptı. Temel başlıklar, kapalı alanlara ilişkin yani hapishaneler, geri gönderilme merkezleri, gözaltı birimleri ve yine işkencenin uygulama olasılığı olan kamu otoritesinin kullandığı kapalı mekanlara ilişkin çeşitli sunumlar yapıldı. 

Bu STK'ler içinde farklı farklı kurumlar olduğu tabi ki İmralı tecrit sistemi de gündeme geldi. Hapishanelerdeki genel hak ihlalleri ve işkenceler gündeme geldi, yine gözaltı birimlerinde meydana gelen işkence vakaları, hapishanedeki ölümler, hasta mahpuslar, mahpusların sağlık hakkına erişimin engellenmesi gibi birçok başlıkta sunumlar yapıldı. Yine son dönemde özellikle Türkiye'de artan işkence vakalarına ilişkin sunumlar yapıldı. Heyetin Türkiye ziyareti sona erdikten sonra muhtemelen kendi raporlarını açıklayacaklardır. Onlar da muhtemelen kamuoyu ile paylaşacaklardır. İşkenceyi önleme mekanizmaları ile de görüşmeleri olacak. Ne tür önlemler alınmış ne tür faaliyetler, düzenlemeler söz konusu, buna ilişkin de sunumlar alacaklardır."

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.