Faşizmin güncel yürütücüleri

Dosya Haberleri —

Amerikan aşırı sağ

Amerikan aşırı sağ

  • İdeolojiler yalnızca geçmişin kalıntısı değildir; bugün hala şekillenmeye devam ediyorlar. O hâlde “yaşlıların Nazizm’i”, “tüketicilerin Frankizm’i”, “özgür kadınların faşizmi” ya da “gökkuşağı bayraklı Haçlılar” gibi melez biçimlerin imkânsız olduğunu kim söyleyebilir?
  • Trump sayesinde bütün gezegen yeniden antisemitizme sürükleniyor. Netanyahu’nun çizgisini reddeden ve çoğunluğu oluşturan Amerikalı Yahudiler ise daha ölçülü, daha adil. Ama artık onlar da iktidar tarafından “antisemitizm”le suçlanıyor.

EMMANUEL TODD / Çeviri: TİJDA YAĞMUR

1930’lara yapılan göndermeler çoğalıyor. Amerikan demokrasisinin çürüyüşü, ister istemez Weimar Cumhuriyeti’nin çöküşünü hatırlatıyor. Trump’ın şiddetten ve yalandan aldığı haz, kötülüğü adeta bir güç gösterisine çevirmesi, akla kaçınılmaz biçimde Hitler’i getiriyor. Avrupa’da ise “aşırı sağ” olarak sınıflandırılan hareketlerin yükselişi, bizi kendi tarihimizle yeniden yüzleşmeye zorluyor. Oysa Batı toplumları artık 1930’lardaki dünyaya hiç benzemiyor. Bugün bunlar yaşlı, tüketim odaklı, hizmet sektörüne dayalı toplumlar; kadınlar özgürleşmiş, bireysel gelişim siyasal aidiyetin yerini almış durumda. Peki, ne ilgisi var bunların o dönemin genç, tutumlu, sanayileşmiş, işçi sınıfı temelli, erkek egemen ve partiye sıkı sıkıya bağlı toplumlarıyla? İşte bu tarihsel ve toplumsal uzaklık yüzünden, bugünün “aşırı sağ” akımlarını geçmiştekilerle kıyaslamayı hep yanlış bulmuştum. Ama ideolojiler yalnızca geçmişin kalıntısı değildir; bugün hala şekillenmeye devam ediyorlar. O hâlde “yaşlıların Nazizm’i”, “tüketicilerin Frankizm’i”, “özgür kadınların faşizmi” ya da “gökkuşağı bayraklı Haçlılar” gibi melez biçimlerin imkânsız olduğunu kim söyleyebilir?

Artık bugünün ideolojilerini 1930’larınkilerle karşılaştırmanın zamanı geldi. Bu yazı, beş tarihsel olguyu - Hitlercilik, Trumpçılık, Netanyahu’culuk, Le Pen’cilik ve kısaca Macronculuk - karşılaştırmalı biçimde ele alma denemesi. Fransa’yı kaosa sürükleyen bu merkezci ve Avrupa yanlısı aşırılığın gerçekten ne kadar “merkez” olduğunu da sorgulamak gerekiyor. Amacım kapsamlı ya da tutarlı bir sistem kurmak değil. Bu bir “izlenim denemesi”; düşünce yolları açmak istiyorum, sonuçlar dayatmak değil. Renkleri ve biçimleri bilerek abartacağım, çünkü tarih hızlanıyor ve düşüncenin buna yetişmesi gerekiyor. Belki “dışavurumcu bir yaklaşım” demek daha doğru olur.

Yabancı düşmanlığının boyutu

“Ulusal topluluğun dışındaki öteki”nin reddi - farklı şiddet düzeylerinde - hem Hitlercilikte, hem Trumpçılıkta, hem de Le Pen’cilikte ortak bir tema. Hitlercilik ve Trumpçılıkta ortak payda, açık ya da örtük biçimde, ırkçılıktır. Naziler Yahudileri biyolojik bir “ırk” olarak görüyordu; Trump’ın Cumhuriyetçi Partisi ise siyahlara karşı neredeyse açık hedef gösterircesine biyolojik bir üstünlük anlayışını diri tutuyor. Le Pen’cilikte ise ırkçılıktan çok kültürel yabancı düşmanlığı söz konusu. Araplar ya da Müslümanlar biyolojik değil, kültürel olarak “öteki” sayılıyor. Fransa’daki göç tartışmalarının İslam’a saplanıp kalması, siyah nüfusun giderek artmasına rağmen neredeyse hiç gündeme alınmaması bunun göstergesi. Oysa Fransa’da siyah kadınların karışık evlilik oranı çok yüksekken, ABD’de hâlâ önemsiz düzeyde. Batı’daki “popülist” hareketlerin ortak noktası göç karşıtlığı: Reform UK, İsveç Demokratları, Almanya’da AfD, Macaristan’da Viktor Orbán, Polonya’da Hukuk ve Adalet Partisi, İtalya’da Giorgia Meloni... Hepsi bu ortak paydadan geçiyor. Peki bu, onları otomatik olarak Hitler ya da Mussolini tarzı bir “aşırı sağ”a mı dönüştürür? Bence hayır. Çünkü bugünkü popülizmi geçmişin faşizmlerinden ayıran temel fark şu: Nazizm ve faşizm yayılmacıydı. Amaç, Alman ya da İtalyan halkının gücünü fetihlerle dışarıya yansıtmaktı. Saldırgandılar, milliyetçiydiler, fetihçiydiler ve kitle partilerine dayanıyorlardı. Bugünün popülistlerinin Nuremberg tarzı yürüyüşler (kitlesel Nazi geçit törenleri) düzenleyeceğini hayal etmek zor. Ulusal Birlik Partisi’nin domuz sosisli/şaraplı “aperitifleri” elbette Müslüman karşıtı bir nitelik taşıyor, ama yine de Hitler’in savaş törenleriyle kıyaslanamayacak kadar sönük. Nuremberg’den Hénin-Beaumont’a (Le Pen’in partisi RN’in mitinglerinin sık yapıldığı Fransız kasabası) bir süreklilik mi var yani? Gerçekten mi!?

Batı’da bugün hâlâ yayılmacılık testini yüzde yüz geçen bir popülizm varsa, o da Netanyahu’nunki. Batı Şeria’daki yerleşimler, Gazze’deki soykırım Hitlercilikle “Netanyahu’culuk” arasında bağ kurmamak artık imkânsız. Fransa, Britanya, İsveç, Finlandiya, Polonya, Macaristan ve İtalya’daki yabancı düşmanlıkları ise Nazizm ve faşizmin tersine, savunmacı nitelikte. Karşımızda fetih isteyen halklar değil, kendi ülkelerinin efendisi olarak kalmak isteyen halklar var. Bu nedenle günümüz Avrupa’sında “ırk” değil, kültür kavramı belirleyici; bu yüzden burada ırkçılıktan değil yalnızca yabancı düşmanlığından söz edebiliriz. Bu yabancı düşmanlığı muhafazakâr; oysa Hitler’in ırkçılığı radikal ve yıkıcıydı çünkü toplumun yapısını kökten sarsmayı hedefliyordu. Dolayısıyla bugünkü Avrupa popülizmine “milliyetçilik” ya da “aşırı sağ” demek isabetsiz olur; aksi hâlde “ılımlı milliyetçilik” ya da “ılımlı aşırı sağ” gibi tuhaf oksimoronlara başvurmamız gerekir. Ben buna daha çok halk muhafazakârlığı diyorum. Kendim kontrollü göçe sıcak bakan biri olarak, bu tür bir yabancı düşmanlığının kısmen meşru bir yanını da kabul etmeliyim. Çünkü bir kültüre sahip, kendi varlığının farkında olan, yani gerçekten bir “halk” olan toplulukların, varlıklarını sürdürme hakkı vardır. Basitçe söylemek gerekirse: bir halk, sınırlarını koruma hakkına sahiptir.

Nazizm ise bambaşka bir şeydi: Atlantik’ten Volga’ya kadar asker yığarak başka halkları köleleştirmeyi ya da ortadan kaldırmayı amaçlayan bir imparatorluk projesi.

Soykırımın sorumlusu Trump

Trumpçılık, bu iki eğilimin karışımıdır: içinde hem savunmacı bir unsur (göçmen karşıtlığı), hem de dışa dönük saldırganlık potansiyeli barındırır. Bu tam anlamıyla bir yayılmacılık değildir; yani başka ülkeleri fethetme amacı yoktur. Ancak Amerika’nın önceden kurduğu askerî düzen ve doların küresel emperyal güçteki rolü, Trump döneminde başka halklara yöneltilen şiddeti mümkün kılmıştır: Venezuela, İran, Batı Avrupa’daki tâbi halklar ve elbette Araplar özellikle Filistinliler. 1967’den itibaren İsrail’in Amerikan imparatorluğuna kademeli biçimde entegre olması, 2025’e geldiğimizde Trumpçılıkla Netanyahu’culuğu neredeyse birbirinden ayırt edilemez hâle getirdi. Ama Trump, Nobel’e aday olma hevesiyle yaptığı bütün şovların ötesinde, Gazze soykırımının asıl sorumlusudur: İsrail’in şiddetini yıllarca teşvik eden odur. Bu kadar yalın bir gerçek bile, Trumpçılığı Hitlerciliğin yanına koymaya yeter. Bugün Trump hâlâ direksiyonun başında. Netanyahu’nun soykırımcı saldırganlığını, Amerika’nın gaz-fren hareketleri belirliyor. Bu satırları yazarken Trump, İsrail’in Katar’a düzenlediği hava saldırısına Arap dünyasından gelen sert tepki ve Suudi Arabistan’la Pakistan arasındaki yeni stratejik ittifaktan ürkmüş durumda. Geri adım atıyor. Netanyahu’ya Katar bombardımanı için özür dilemesini emrediyor; Netanyahu da özür diliyor. Ardından Trump, İsrail’i Hamas’la anlaşmaya zorluyor ve Netanyahu imzalıyor. Peki sonra? Trump’ın ne yapacağını kim bilebilir - o bir sapkın, öngörülmesi imkânsız biri.

Oldukça çirkin bir kavram olduğunu kabul ediyorum, ama “Trumpo-Netanyahu’culuk” kavramı, Yahudi meselesini hem 2000-2035 yılları arasındaki Amerikan krizinde, hem de 1920-1945 yılları arasındaki Alman krizinde ortak bir nokta olarak anlamamıza olanak tanıyor.

Bence Trumpçılığın aşırı İsrail yanlısı çizgisi, derinlerde damarına işlemiş, sinsi bir antisemitizmi gizliyor. Tüm Yahudileri Netanyahu’culukla özdeşleştirmek - ki bu, Yahudi tarihinin içindeki en korkunç sapmadır - sonunda Nazi dönemindekine benzer biçimde “dehşet verici bir Yahudi halkı” imajını yeniden üretecek. Ben buna “antisemitizm 2.0” diyorum. Biliyorum, bu noktada pek az okur bana katılacaktır. Ama söylediklerimi sanki Eski Ahit’ten çıkma sıradan bir peygamberin sözleri gibi alın: “Biz güçlülerin tarafında olmak için seçilmedik. Tarih bize bu tuzağı tekrar tekrar kuruyor.” [Todd’un burada ima ettiği şey, Yahudilerin “güçlülerin yanında olmayı seçmedikleri” ama tarih boyunca sanki yazgıları gereği sürekli olarak güçlülerin yanında konumlandırıldıkları.]

Yahudiler tarih boyunca kaç kez kurtuluşu güçlülerin, iktidarın, imparatorluğun yanında aradılar; hatta kimi zaman mali, entelektüel ya da siyasal başarıları nedeniyle “ayrıcalıklı” sayıldılar ve sonunda hep öfkeyle dolu halkların önüne atıldılar. Bugün İsrail’in politikalarını savunarak kendini “güçlülerin tarafında” sanan Fransız Yahudilerini gördükçe içim sızlıyor. Oysa bu, kapanmakta olan bir kapan/tuzak.

Trump sayesinde bütün gezegen yeniden antisemitizme sürükleniyor. Netanyahu’nun çizgisini reddeden ve çoğunluğu oluşturan Amerikalı Yahudiler ise daha ölçülü, daha adil. Ama artık onlar da - Netanyahu karşıtı akademisyenler veya sıradan yurttaşlar - iktidar tarafından “antisemitizm”le suçlanıyor. Sonuçta sapkınlık hüküm sürüyor. Trumpçılık hüküm sürüyor.

Vadedilmiş topraklar...

Antisemitizm 2.0 tuzağı ne zaman zirvesine ulaşacak? Bir gün, kaçınılmaz biçimde, Hristiyan uluslar 1,6 milyar Müslümanla barışacak. O an geldiğinde Yahudiler, bugün kendilerini destekleyen müttefiklerince terk edilecek; tek başlarına kalacaklar ve yeniden öfkeli halkların önüne atılacaklar. “Vadedilmiş topraklar” birbirini izler; her biri ardında bir yıkım bırakır [Todd’un burada kastı: Yahudiler tarih boyunca hep bir “vadedilmiş toprak”, bir kurtuluş, bir sığınak umuduna yöneldi ama her seferinde bunun sonu yıkım oldu. İsrail öncesi sürgünler, Avrupa’daki entegrasyon hayali, sonra Holokost, şimdi de İsrail devleti... Her “kurtuluş” yeni bir felaketi çağırıyor]. Büyük Amerikalı bilimkurgu yazarı Isaac Asimov’un erken dönem öyküsü Nightfall [“Günbatımı” veya “Karanlık Çökerken”] bana, Yahudi tarihini baştan sona saran felaketler zincirinin bir alegorisi gibi gelir: Güçlü bir uygarlığın ortasında, bir kehanet yaklaşan felaketi haber verir... Felaket gelir, beklenmedik biçimde... Uygarlık çöker... Sonra yavaş yavaş yeniden doğar, gelişir... Derken yine bir kehanet belirir, yine yaklaşan felaketi haber verir... Ve döngü yeniden başlar. Gerçekte, Yahudi meselesinin bir kez daha Batı düşüncesinin merkezine yerleşmesi, geçmişle bugün arasındaki karanlık bir sürekliliğin kanıtıdır.

1929’daki ekonomik kriz, Almanya’nın Hitlerleşmesinde belirleyici bir rol oynadı. Altı milyon işsizin yarattığı yıkım, Alman toplumunu her türlü ideolojik denge noktasından kopardı. Hitler’in birkaç ay içinde işsizliği ortadan kaldırması, liberalizmin kaderini mühürledi.

Fakat Nazizm’in yükselişinde ekonomik nedenler kadar dinsel bağlam da önemliydi ve bu genellikle gözden kaçar. 1870-1930 arasında Protestanlık Almanya’da yavaş yavaş sönüp gitti: önce işçi sınıfında, ardından orta ve üst sınıflarda. Katolik bölgeler nispeten dirençli kaldı. Böylece 1932-33 seçimlerinde Nazi Partisi’nin hangi bölgelerde güçlü olduğu (oy haritası), Almanya’daki Lutherci Protestan nüfusun yoğunluk haritasıyla neredeyse birebir örtüştü. Protestanlıkta insanların eşitliğine inanılmaz. Doğuştan “seçilmişler” ve “lanetliler” vardır; Tanrı’nın kararı en baştan verilmiştir. İnanç sönünce, bu eşitsizlik fikri boşlukta asılı kaldı ve korku ile paranoya ile biçimsizleşti. Sonuçta Yahudiler, Slavlar ve daha nice halk “lanetli” ilan edildi. Amerika’da ise Kalvinist kökenli Protestanlık, siyahları hedef belledi. “Kitap halkı” olan bu topluluk, kendisini Eski Ahit’in İbranileriyle özdeşleştiriyordu. Bu yüzden 1930’larda Amerikan antisemitizmi sınırlı kaldı; Yahudiler görece güvende oldular. Ta ki modern Evanjelik hareketin İsrail devletine saplantılı biçimde bağlanmasına kadar [Todd burada bu saplantının getireceği olumsuz sonuçları kastediyor].

Fransa’da ise özellikle Paris havzası ve Akdeniz kıyısındaki Katolik bölgelerde, 1730’lardan itibaren inanç ve ibadet hızla çöktü. “Vaftizle günahın silinmesi sayesinde cennete girme eşitliği” fikri, yerini vatandaşlık eşitliği ve Yahudilerin özgürleşmesi düşüncesine bıraktı. “Evrensel insan” kavramı, “evrensel Hristiyan” fikrinin yerini aldı. (Zaten katholikos Yunanca “evrensel” demektir.) Bu, Nazizm’le hiçbir ortak yanı olmayan, ama ondan çok önce dinin yerini alan ilk büyük ideolojiydi [hümanist/aydınlanmacı bir evrenselcilik].

Ortak bir ahlak duygusu yok

Hem devrimci Fransa’da hem Nazi Almanya’sında, dinin toplumsal ve ahlaki örgütleyici gücü, inançsızlık sonrasında bile yaşamaya devam etti. Birey hâlâ milletinin veya sınıfının üyesiydi; çalışma etiği ve topluma karşı sorumluluk duygusu sürüyordu. Kolektif eylem kapasitesi güçlüydü belki de hiç olmadığı kadar. İşte ben buna “dinin zombi evresi” diyorum: İnanç ölmüş, ama kurumları ve davranış kalıpları hâlâ canlı. Nazizm’in etkinliği - ekonomik ve askerî gücü - tam da bu zombi evreye dayanıyordu. Bu ideolojik açıklama, dinin şekillendirdiği aile yapılarıyla da desteklenebilir: Almanya’daki hiyerarşik ve eşitsiz aile modeliyle, Paris havzasındaki daha eşitlikçi yapı arasındaki fark belirleyici oldu. Ama o kadar ileri gitmeye gerek yok. Şimdilik Protestanlıktan Nazizm’e ve Katoliklikten Fransız Devrimi’ne uzanan tarihsel sürekliliği görmek bile yeterli. Trumpçılıkta Protestanlığın izlerini yeniden görüyoruz. Burada eşitsizlik, siyah düşmanlığıyla (negrofobiyle) birleşmiş durumda. Fakat artık dinin “zombi evresinde” değil, “sıfır evresindeyiz” ortak bir ahlak duygusu kalmamış, toplumsal verimlilik ortadan kalkmış durumda.

Birey artık başıboş; özellikle mirasın paylaşımı katı kurallarla belirlenmemiş, aile bağlarının zayıf olduğu, aşırı bireyci Amerikan toplumunda. Dolayısıyla Trumpçılıktan beklenmesi gereken ideoloji de farklı: Eşitsizlik sürüyor, ama deliliğin içinde tutarlılık yok. Toplumun kendi içinden kaynaklanan şiddetli salınımlar var. Bu, kaba ve ahlaksız bir başkanın zihninden çok, bizzat toplumun kendisinden doğan bir çalkantı. Kolektif, ekonomik ve askerî eylem kapasitesi - neyse ki - oldukça zayıf. Trumpçılıkta, Kutsal Kitap’ın müstehcen biçimde yeniden yorumlanmasına (zenginliğin kutsanması gibi) dayanan sahte-dinsel, nihilist biçimler ortaya çıkıyor. Nazizm, ırkçılık bakımından çok daha güçlüydü; ama Trumpçılık, ekonomik ahlaksızlık açısından onu geride bırakıyor. Nazizm açıkça Hristiyanlık karşıtıydı. Trumpçılık ise kendini “dindar” gösteriyor ama değerlerin içini boşaltıp tersyüz ediyor - adeta şeytani bir tarikat gibi. Kötülük iyiliğe, adaletsizlik adalete dönüşüyor. Hitler sadece bir Führer’di, yani Alman halkını “kaderine” götüren bir rehber; Trump ise şeytan olmasa da, bazı fanatik destekçileri için kırmızı şapkasıyla Deccal’in rolünü üstleniyor olabilir. Le Pen hareketine (Le Pen’cilik) gelince, burada Protestanlıktan miras kalmış bir eşitsizlik yok. Ulusal Birlik Partisi’nin (Rassemblement National - RN) asıl gizemi de bu: Yabancı düşmanı bir hareket olmasına rağmen Katolik topraklarda doğdu.*

Yabancıya karşı ittifak!

Daha da tuhafı, en güçlü olduğu bölgeler - Akdeniz kıyısı ve Paris havzası - hem devrimci hem eşitlikçi, hem de 18. yüzyıldan itibaren dinden uzaklaşmış yerlerdir. O halde RN eşitlik karşıtı mı, eşitlikçi mi? Bu gizem yalnızca bizim için değil, muhtemelen RN’nin kendisi için de geçerli. RN’nin “öteki”yi reddi, özünde eşitlikçi ama sapkın bir anlayıştan kaynaklanıyor: Göçmenleri özsel olarak farklı görmektense, onların hızla “asimile olmasını” talep ediyor. Ancak göçmenleri (hatta onların çocuklarını bile) reddederken, Fransız eşitlikçi geleneğiyle de çatışıyor. Çünkü RN seçmenleri yalnızca göçmenlerden değil, zenginlerden, güçlülerden - yani “aptal elitlerden” - de nefret ediyor. İşte bu yüzden “sağların birleşmesi” Fransa’da bir türlü gerçekleşemiyor. Oligarklarla “beyaz halk”ın yabancıya karşı ittifakı ne ABD’de, ne Britanya’da, ne de İskandinavya’da sorun olur; bu ülkelerde muhafazakâr halk kitleleriyle klasik sağ arasında doğal bir uyum vardır. Ama Fransa’da, zenginlerle yoksulların yabancı karşıtı koalisyonu bir türlü tutmuyor. Yine de evrenselci özden türeyen bir yabancı düşmanlığının potansiyel şiddetini küçümsememek gerekir. Böyle bir düşmanlık, kolaylıkla ırkçılığa dönüşebilir. Çünkü insan, insanların her yerde aynı olduğuna inanıyorsa, farklı geleneklere sahip insanlarla karşılaştığında bu kez onların “insan olmadığı” sonucuna varabilir. RN, “Katolikliğin sıfır evresi”nin ürünü; tıpkı devrimin, “Katolikliğin zombi evresi”nin ürünü olması gibi. Bu nedenle RN hiçbir toplumsal proje doğuramayacak. Onun gelecekle ilişkisini, Fransız kaosunun iç mantığına ve dinamiklerine bütünüyle adanmış başka bir metinde, ne izlenimci ne dışavurumcu, ama sistematik bir biçimde ele alacağım.

Üst orta sınıfların psikiyatrisi

Şimdi geçmiş ile bugün arasındaki en temel farklardan birine geliyoruz öyle bir fark ki aslında herkesin görebileceği kadar açıktır, ama televizyon ekranlarındaki siyaset yorumcuları nedense bunu hiç hatırlatmaz. Hitlercilik, Trumpçılık ya da Le Pen’ciliğin dinsel veya post-dinsel boyutlarını anlamak için derin tarih bilgisi gerekiyor; bunu TV’deki siyaset bilimcilerden beklememek gerek belki. Ama onlardan en azından geçmişteki ve bugünkü ideolojilerin sınıfsal konumlarını saptamalarını, “aşırı sağ” denen tüm bu hareketleri toplumsal düzlemde karşılaştırmalarını bekleyebiliriz. Burada geçmişle bugün arasındaki fark çok nettir. Nazizm ve savaş öncesi aşırı sağ hareketlerin toplumsal merkezi, işçi sınıfı (sosyal demokrat ya da komünist) hareketi tarafından tehdit edilen orta sınıflarda, özellikle de üst-orta sınıflarda bulunuyordu. Bu sınıflar gergin, kaygılıydı; kadınlarını evlere kapatmakla, eşcinselleri kovalamakla meşguldü. Bugünse tablo tersine dönmüş durumda. “Aşırı sağ” diye adlandırılan hareketlerin toplumsal ağırlık merkezi artık halk kesimlerinde: küreselleşmenin ekonomik yıkımıyla sarsılmış, yoksullaşmış ya da çökmüş işçi dünyasında. Bu kesimler kendilerini hem ekonomik küreselleşme hem de göç olgusu tarafından tehdit altında hissediyorlar. Günümüzün orta sınıfları - özellikle yükseköğrenim görmüş olanlar - “aşırı sağ” akımlardan çok daha az, hatta neredeyse hiç etkilenmiyor. Üst-orta sınıflar, yani yüksek eğitimle yüksek geliri birleştiren kesimler, bu akımlara karşı neredeyse tamamen bağışık hale gelmiş durumda.

Batı elitlerinin hesapları...

Bu nedenle ben “aşırı sağ” terimi yerine halk muhafazakârlığı demeyi tercih ediyorum. Çünkü bu hareket, “egemenler” değil, “ezilenler” arasında kök salmıştır. Bu konumlanma, halk muhafazakârlığının savunmacı karakterini açıklar: bu seçmen, kendi yaşamını “hayatta kalma mücadelesi” olarak algılarken Avrupa’yı ya da dünyayı fethetme hayalleri kurmaz. Ama analizi buraya kadar getirip durmak entelektüel bir hata olurdu. Daha ileri gidelim hatta ideoloji ile sınıf arasındaki ilişkiyi tersine çevirelim. Bugünün ideolojilerini geçmiştekilerle karşılaştırdık; şimdi bugünün sınıflarını geçmişin sınıflarıyla karşılaştıralım. İki savaş arası dönemin bazı Avrupa orta sınıfları gerçekten çıldırmıştı; buna karşılık, işçi sınıfı çok daha aklıselimdi. Peki bugünün orta sınıflarını - özellikle üst-orta sınıfları - aklı başında sayabilir miyiz? Barışçıllar mı? Rüyaları ne? Delirmiş durumdalar. Kıta Avrupası’nın çeşitliliğini bilen herkes için, “ulus-ötesi bir Avrupa inşa etme” projesi açıkça bir halüsinasyondur. Bu proje, Avrupa Birliği’nin doğuya, yani eski Sovyet alanına doğru aceleyle genişlemesine yol açtı. Sonuç: istikrarsız, yamalı bir AB. Ekonomik olarak Rusya karşısında gerileyen, bu yenilginin ardından Rus düşmanı, savaşçı ve saldırgan bir yapıya dönüşen bir birlik. Avrupa Birliği bugün İngiliz, Fransız, Alman ve diğer halkları gerçek bir savaşa sürüklemeye çalışıyor. Ama bu ne de tuhaf bir savaş olurdu: Batı elitleri, Hitler’in Rusya’yı yok etme hayalini kendi çıkarları adına yeniden benimsiyorlar! Sınıfsal karşılaştırma burada büyük bir entelektüel sıçrama sağlar. Avrupacılık - ve onun güncel biçimi olan Makronculuk - dışa dönük saldırganlığıyla aslında milliyetçilik cephesine düşmüştür; yani savaş öncesi aşırı sağın tarafına.

"Avrupa paranoyası”

Eğer buna, AB içinde giderek sistematikleşen ifade özgürlüğü kısıtlamaları ve seçmen iradesinin bastırılması da eklenirse tablo daha da netleşir: Bir zamanlar “liberal demokrasilerin birliği” olarak kurulan Avrupa, adım adım aşırı sağ bir alana dönüşmektedir. Evet, 1930’larla karşılaştırma yapmak burada gerçekten yararlı, hatta zorunludur. Bu “büyük” Avrupacı projede, tıpkı Hitlercilikte görülen bir psikopatolojik boyut da vardır: paranoya. Hitlercilik için “Yahudi tehdidi” merkezî bir takıntıydı; ama “Yahudi-Bolşevik” Rusya korkusunu da ihmal etmemişti. Bugünün “Avrupa paranoyası” ise aynı enerjiyi Rusya’ya yöneltmiş durumda. Demek ki bugün de dün olduğu gibi, Avrupa’nın yönetici sınıflarının bir psikopatolojisinden söz edebiliriz. Trump’ın seçilmesiyle başlayan ve onun istikrarsız ama Putin’le diyalog kurmak isteyen tavrında belirginleşen o tuhaf dönem, bizim kendi yöneticilerimizin de gerçeklikten kopuşunu gözler önüne serdi. Kolektif deliliği kısaca özetleyelim: süreç 2014 civarında, Maidan (Ukrayna’da Meydan protestoları) sırasında ve sonrasında başladı - Ukrayna’yı paramparça eden, Amerikan ve Alman stratejistlerce yönlendirilmiş o darbeyle.

Şimdi sürecin devamı:

2014-2022: Rusya’yı kışkırtalım; çünkü o, Ukrayna’nın AB ve NATO’ya ilhakını tolere etmeyeceğini önceden bildirmişti.

Yapıldı. Putin Ukrayna’yı işgal etti.

2022-2025: Bunun sonucunda ortaya çıkan ekonomik savaşı kaybedelim.

Yapıldı. Toplumlarımız içten içe çöküyor.

2022-2025: Bizim adımıza Kiev rejimi tarafından yürütülen askeri savaşı da kaybedelim.

Devam ediyor.

Delirmiş bir üst sınıf var

Avrupa hükümetlerinin paralel bir gerçekliğe geçişi 2025’te başladı. Yenilgimizden şu sonucu çıkaralım: “Artık kendi irademizi dayatabiliriz,” diyelim ve Ukrayna’ya asker göndererek oradan geriye kalanları AB’ye ilhak edelim. Tam bu noktada, Hitler’i, 1945’te sığınağına kapanmış hâlde, artık var olmayan ordulara emir verirken düşünelim. Bugün Avrupa’da karşımızda deli insanlar var ya da daha doğrusu, topluca delirmiş bir üst sınıf. Sadece Fransa’da bile binlerce gazeteci, siyasetçi, akademisyen, iş insanı ve yüksek bürokrat, “Rusya Avrupa’yı fethetmek istiyor” şeklindeki kolektif halüsinasyona katılmış durumda. Tek tek bireyleri sorumlu tutamayız; çünkü bu bir kolektif psişik dinamik, bir toplu bilinç bozukluğu. Ben, dinin sıfır noktasına (état zéro de la religion) ulaşmış insanın küçülmesinin, bu kitlesel rusofobik balık sürülerinin doğuşunu açıkladığına inanıyorum.

Daha önce Les Luttes de classes en France au XXIème siècle (21. Yüzyılda Fransa’da Sınıf Mücadeleleri) kitabında açıkladığım gibi, kolektif inançların - önce dini, sonra “zombi-din” hâline gelmiş ideolojik inançların - kaybolması, insan süper-egosunun çöküşüne yol açtı.

“Benliğin özgürleşmesi” hareketinin militanlarının aksine, ben süper-egoyu yalnızca baskıcı bir yapı olarak görmüyorum. Süper-ego, bir “ben ideali” olarak, bireyin içine pozitif ahlaki ve toplumsal değerleri yerleştirir: onur, cesaret, adalet, dürüstlük… Süper-ego zayıfladıkça bu değerler de zayıflar; süper-ego yok olduğunda, onlar da yok olur. Dolayısıyla dinin ve ideolojilerin sona ermesiyle insan özgürleşmek bir yana, aksine küçülmüş oldu. Yüksek eğitimli ama ahlaki ve entelektüel olarak daralmış bu insanlar, “dinin sıfır noktası”nın ürünü olarak, kitleler hâlinde rusofobik patolojinin taşıyıcıları hâline gelmişlerdir. Nazi antisemitler ise tamamen farklı bir psikolojik yapıya sahipti. Tanrı’nın ölümü (Nietzsche’nin deyimiyle) onları bir Führer arayışına itmişti belki, ama süper-ego eksikliği çekmiyorlardı; hâlâ kolektif eylem kapasitesine sahiplerdi. İkinci Dünya Savaşı’ndaki Alman ordusunun trajik “başarıları” bunun kanıtıdır. Bugünün üst-orta sınıflarını, halklarının başında Kiev ve Harkov’a doğru ölüme koşarken hayal etmek mümkün mü?

Bizim Ukrayna savaşımız, “kişisel gelişim” çağının bir ürünü, bir maskaralık savaşıdır. Gerçekten ölecek olanlar yalnızca Ukraynalılar ve Ruslar olacak.

Ancak…

Termonükleer değişimler, kahramanlara ihtiyaç duymaz.

 

(*) Yazara göre, Protestanlık ve Musevilik, tarihsel süreç içinde “seçilmiş/öteki” kategorileri üzerinden toplumsal eşitsizliği yeniden üretiyor veya güçlendiriyor. Katolik gelenek ise özellikle modernleşme ve hümanist dönüşümlerle bu eşitsizliği azaltıcı bir etki gösteriyor.

 

Kaynak: https://emmanueltodd.substack.com/p/hitlerism-trumpism-netanyahuism-le

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.