Kriz yeni krizlerle yönetiliyor

Dosya Haberleri —

.

.

  • Yağma, el koyma, gasp, mülkiyet transferi de bir sermaye birikim yöntemidir. Türkiye kapitalizminin genlerinde olan şeyler bunlar. Böyle bir birikim tarzı güçlü, etkin devleti gerektirir.
  • Nereye bakıyorlar, nereden veri alıyorlar bilmiyoruz. Mesela; 2018 krizi başladığında marketlere fiyat baskısı yapıldığı biliniyordu. TÜİK verilerinin hükmü pazara kadardır.
  • Yoksulluğa eşi benzeri görülmemiş bir yolsuzluk, çeteleşme, mafya ilişkileri ile dinselleştirme eşlik ediyor. Kısaca bugün yaşadığımız şey, siyasal İslamcılığın eliyle yürütülen neoliberal bir yıkımdır

Gülcan Dereli

Türkiye uzun bir süredir ekonomik bir krizde, toplum her gün faturalarla, yükselen kiralarla ve pazara yansıyan fiyatlarla sınanıyor. Hükümetin, TÜİK'in, rakam sihirbazlarının anlattıkları ile toplumun yaşadıkları arasında devasa bir uçurum oluşmuş durumda. 
Gazeteci ve ekonomist Bahadır Özgür, uzun süredir bu devasa yarığın hangi mekanizmalarla oluşturulduğunu, işleyen çarkları, çarpıcı haber-analizleriyle yazıp çiziyor. Bahadır Özgür'e göre yaşanan ekonomik kriz, artık bir toplumsal buhran. Bu yağma ve suç ekonomisi daha fazla yağma ve suç üretilmeden sürdürülemez durumda. Şimdilerde her kriz ancak yeni bir krizle ötelenebiliyor. Peki bunun mekanizmaları nasıl işliyor? Bu suç düzeninin ayakları ve yerel parçaları ne? Bu ağır tablonun ezdiği milyonlarca emekçi hangi araçlarla kontrol altında tutuluyor, bunun politik uzantıları nedir?
 
Gazeteci ve ekonomist Bahadır Özgür, iktidarın suç ekonomisi ve daha fazlasını gazetemize anlattı. 

Ekonomik kriz her geçen gün derinleşirken, işsiz sayısı katlanıyor, kiralar, faturalar artıyor ve neredeyse her gün temel ihtiyaçlara zam geliyor. Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik krizin asıl kaynağı nedir? Sütten ekmeğe, sebzeden meyveye, temel tüm ihtiyaç maddelerindeki ciddi fiyat artışlarını nasıl yorumluyorsunuz?

Sorun bir ekonomik krizin boyutlarını aştı. Bu artık toplumsal bir buhrana dönüşüyor. Önceki krizlerden farkı da bu zaten. Sebebi epey uzun. Ama temel olarak şöyle diyebiliriz: Sermaye kesimlerinin 2001 krizini aşmak amacıyla uyguladıkları iktisadi ve siyasi program, Türkiye’yi kökten dönüştürdü. Tam anlamıyla bir neoliberal piyasa ekonomisi tesis edildi. Neoliberalizm, daha önce sömürü konusu olmamış alanları, mesela ormanlar, akar sular vb., daha önce piyasa kurallarına tabi kılınmamış iktisadi faaliyetleri, hizmetleri ve nihayetinde daha önce ücretli emeğe katılmamış bir nüfusu çözerek ucuz emek piyasasına tabi kılmayı amaçlar. 
Türkiye de bu dönüşümü yaşadı ve bugün haliyle çevre yağmasından fabrikadaki sömürüye kadar her şey aynı çarkın parçası haline geldi. Neoliberal ekonomi her yerde benzer bir dönüşüme yol açtı. Türkiye’de bu ekonomi politikalarının İslamcı bir siyaset eliyle yürütülmesi ayrıca yıkımın şiddetini artırıyor. Yoksulluğa eşi benzeri görülmemiş bir yolsuzluk, çeteleşme, mafya ilişkileri ile dinselleştirme eşlik ediyor. Kısaca bugün yaşadığımız şey, siyasal İslamcılığın eliyle yürütülen neoliberal bir yıkımdır. 

Alım gücü düşüyor ve her insanın gelir gideri her ay açık veriyor ancak TÜİK ise enflasyonu, büyümeyi ilginç rakamlarla açıklıyor. Örneğin Merkez Bankası, faizin enflasyonun üzerinde olacağını söylediği geçen ay tam sınırda açıklandı. Gerçi bu ay üzerine çıkan bir rakamla açıklamak zorunda kaldı ama mevcut tabloda TÜİK nasıl bir rol oynuyor?

Devletin resmi ölçümlerinin artık olan biteni gösterecek kapasitede olmadığını biliyoruz. TÜİK, “normal” bir ekonomide işleyebilecek türden anket vb. yöntemlerle hareket ederek uzun süre önce aslında ekonominin gerçek nabzını ölçmekten uzaklaştı. Kullandığı kriterlere bire bir uysa bile elde edilen sonuçlar hayatın akışıyla uyuşmayacak. Buna şimdi bir de iktidarın manipülasyonu eklendi. Nereye bakıyorlar, nereden veri alıyorlar bilmiyoruz. Mesela; 2018 krizi başladığında marketlere fiyat baskısı yapıldığı biliniyordu. Ama şu da var tabi. TÜİK verilerinin hükmü pazara kadardır. İstediği gibi veri açıklasa da pazar alışverişine çıkan birisi zaten bu zıtlığı görüyor. 

İktidarın ülke genelinde izlediği ekonomi politikalarının yerel yansımalarını merak ediyorum. Sizin de sıkça yazdığınız 'yandaş firmaların’ nasıl kayırma içinde olduğunu görüyoruz. Yerelde bu ekonomik model nasıl işliyor?

AKP il ve ilçe örgütleri birer ihale komisyonu gibi. AKP iktidarının ilk yıllarından beri kurulmuş bir düzenek bu. Hatırlarsanız, Türkiye’deki ilk büyük ihale yolsuzluklarından birisi “Ali Dibo Olayı” diye anılan Hatay’daki meseleydi. 2006’da o dönem AKP Grup Başkanvekili olan Sadullah Ergin’in bir bürokrata Hatay’daki ihalelerin nasıl paylaştırılacağını içeren bir yazılı talimat verdiği ortaya çıktı. İlde o günlerde yapılan 271 ihalenin 17 AKP’li yönetici arasında pay edildiği belirlendi.
İşte bu sistem gelişti, büyüdü, AKP devlet aygıtını tamamen ele geçirdiğinde artık devasa bir rant dağıtım makinesine dönüştü. Bu ilişkilere girmeyen kimse, devletten ihale alamaz. Yerel yönetimler bu işin merkezi oldular. Zaten Ankara ve İstanbul’un kaybedilmesiyle rant dağıtım mekanizmasının ağır darbe yediği, AKP’nin bu illeri alabilmek uğruna yaptıklarından belli. Tabi iş sadece yerelde değil.
Merkezi bütçe ve devletin para eden ne kadar varlığı ve faaliyeti varsa içine konulup, tek adam iradesine bırakılan Varlık Fonu gibi bir yapıyla milyarlarca liralık kamu kaynağı, bir imza ile istenilen adrese havale ediliyor. İşte iktidar esasında bu mekanizmanın kendisi bir bakıma. Yani sadece parti ittifakından oluşmuyor. Bu yapıdan beslenen herkes iktidar mimarisinin bir parçası. Dolayısıyla karşı karşıya kaldığımız şiddet, hukuksuzluk hep bu yapının bekasına dönüktür.

Büyük bir nüfus, pazar ve tüketim potansiyelinden söz ediyoruz. Yüksek enflasyon, faiz, cari açık ve TL’nin değer kaybı malum. Bütün bunlara rağmen toplumsal reaksiyonun iktidarı rahatsız edici boyuta varmamasını nasıl izah ediyorsunuz, Devlet-Türk toplumu ilişkisinin özgünlükleri nedir?

Bir önceki sorunun sonunda söylediğim şeyle alakalı. AKP kabaca 2013’lere kadar dış borç alıp içeride bunu dağıtarak çok güçlü sosyal-siyasal ittifaklar kurdu. Dış ekonomik konjonktür de buna müsaitti. O konjonktür terse dönmeye başladığında iktidarı sürdürebilmek amacıyla sürekli kaynak yaratma ihtiyacı hem içeride ihale vb. düzenle yolsuzlukları patlattı hem de her türden kaynağı çekeyim denilerek kara para, uyuşturucu ticareti vb. faaliyetleri de ülkeye daha fazla çekti. Siyasi zorbalıklar, 15 Temmuz gibi hala şaibeli olan bir darbe girişimi, çözüm sürecinin yüzlerce insanın bombalarla öldürüldüğü bir şiddet sarmalıyla bitirilip yeni ittifakların kurulması işte bu yönelimle beraber düşünülmeli.
Kısaca iktidar ekonomiyi suç alanına çektikçe, bunu korumak için kendisi de suç işlemek mecburiyetinde. Bunu devletin kolluk gücüyle yaptığı kadar onun bir uzantısı gibi çete-mafya ağlarıyla da yürütüyor. Buradan yeniden “kurallı” bir işleyişe dönmesi imkansız. Sonuna kadar gitmek mecburiyetinde.

Türkiye’deki yolsuzluk ve suç ekonomisinin büyük örneklerini anlatıyorsunuz, zaman zaman bu 'tezgah’ın, devam eden savaş ve yayılmacılıkla ilişkisine de işaret ediyorsunuz. Savaş ve yayılmacılığın da büyük oranda Kürt meselesinin çözümsüzlüğü eksenli olduğu açık. Bu çözümsüzlüğün Türkiye ekonomisine yansımalarını nasıl izah ediyorsunuz?

1990’lardan beri çete-yolsuzluk-mafya ilişkilerinin Kürt sorunu üzerinden şekillendiğini biliyoruz zaten. Bu hem büyük miktarda kamu kaynaklarını bu kesimlere aktarmanın yolu oluyor hem de toplumu Kürt düşmanlığı etrafında mobilize ederek ideolojik bir tahakküm sağlıyor. Bugün ise özellikle Suriye’ye müdahale sonucunda suç ekonomisi, ki bunun içine silahtan uyuşturucuya, kaçak mallardan petrole her şey koymak lazım, devasa boyutlara geldi. Böyle bir ekonomik kaynağı yürütmenin koşulu da Kürt meselesinin çözümsüzlüğe itilmesidir.

Eski genelkurmay başkanlarından Doğan Güreş, dönemin Başbakanı Tansu Çiller ile birlikte devreye koydukları köy boşaltma ve faili meçhul cinayetlerin ardından 'terörü yönetilebilir düzeyde tutma’nın önemini anlatıyordu. Kemal Derviş de Türk ekonomisini devraldığında, 'borçları/ekonomik krizi yönetilebilir düzeye getirmekten söz ediyordu. Bugünkü iktidar için durum nedir? Kriz 'yönetilebilir' bir çerçevede mi?

Bu iktidar krizleri aşmıyor; aksine her krizi yeni bir krizle geçiştiriyor. Bir anlamda krizi, krizle yönetiyor. Burada sorun muhalefette düğümleniyor. Çünkü Erdoğan iktidarı sorun çözücü, krizleri aşmaya yönelik politikalar uygulayan bir iktidar değil. Aksine krizlerle varlığını sürdüren bir iktidar. Dolayısıyla iktisadi veya siyasi bir krizle kendiliğinden iktidarın değişebileceğini düşünmek beyhude. Mesele sizin de dikkat çektiğiniz iki örnekteki gibi: Krizi çözmek değil, yönetilebilir kılmak.

Öncesi bir yana ama Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte devlet denetiminde ve büyük oranda sermaye/mülkiyet transferleriyle ekonomik alanın inşa edildiği biliniyor. Bugün de iktidar denetiminde veya iktidarın dahil olduğu bu kurucu ilke, büyük bir iştahla uygulanıyor. Devraldığı mirası da hatırlatarak bugünkü uygulamanın temel parametrelerini anlatabilir misiniz?

Yağma, el koyma, gasp, mülkiyet transferi de bir sermaye birikim yöntemidir. Türkiye kapitalizminin genlerinde olan şeyler bunlar. Böyle bir birikim tarzı güçlü, etkin devleti gerektirir. Ermeni kırımı, 6-7 Eylül pogromu, Maraş Katliamı vb. aynı zamanda ve hatta büyük oranda sermaye birikimini hızlandırma çabalarının birere sonucuydu. Türkiye’de siyasi rejim değişiklikleriyle mülkiyet değişimi paralel yürür. AKP dönemi bunun bir kez daha ve en bariz şekilde yaşandığı bir dönem. Ama şunu vurgulamak gerekir. Bu dönemde geçmişten belki de daha az sayıda eski sermaye kesimlerinin mülkü el değiştirdi. Yani onlar da öyle mağdur olmadı. Bilakis mesela Koç 8-9 kat büyüdü, özelleştirmelerin en karlı, en tekelci olan kısmını aldı. Tabi bunun siyasi iktidarla bir biat ilişkisini gerektirdiğini de eklemek lazım.
AKP’nin yaptığı asıl şey, kamu kaynaklarını dizginsizce dağıtmak oldu. Zaten toplumun her kesiminin bu denli yoksullaşması, yoksulluğun gelecek kuşaklara da miras kalması, farklı toplumsal tabakaların da ilk kez kendilerini güvencesiz hissetmesi bundan. Devlet burada da etkili bir aygıt. 

Talanın, yıkımın, yolsuzluğun ve devletin çıplak şiddetinin bu kadar alenileştiği; mevcut iktidarın aynı zamanda toplumu kutuplaştırma üzerine yeniden hayat bulduğu düşünülürse muhalefet partileri, ne kadar doğru yöntem ve argümanlarla muhalefet edebiliyor?

Ne toplum 20 yıl önceki halinde ne devlet. Bunu iyi okumak gerekir. Dolayısıyla siyaseti sadece iktidarın ideolojik motiflerinin karşıtı yerden kurmak, toplumun emekçi kesimlerini ikna etmek için yetmez. Ya da çok farklı görüş, düşüncede partileri bir araya getirmek de…
Her gün, her saat milyonlarca insan hayatta kalma mücadelesi veriyor. Milyonlarca insan işsiz ama aynı zamanda milyonlarca insan her an işsiz kalma korkusuyla başbaşa. En başta söylediğimiz gibi bu bir toplumsal buhran. Böyle dönemlerde güvensizlik sadece mevcut iktidara karşı olmaz. Devlete, politikaya, partilere ve onların programlarına da olur. Sadece siyasi iktidarın değişimiyle hayatının düzeleceğine ikna olmaları zordur. Daha köklü değişimler ister. Buraya odaklanan siyaset ancak bir değişimin öncüsü olabilir diye düşünüyorum.


Bahadır Özgür'e dair...
 
1975 Kayseri doğumlu olan Bahadır Özgür, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye bölümünden mezun olur. Gazeteciliğe 1997 yılında Evrensel gazetesi ile başlar,  2005 ile 2010 yılları arasında ise ekonomi gazetesi Referans’ta editör olarak çalışır. 2010 yılına Radikal gazetesinde ekonomi editörlüğü ile başlar, Radikal kapanana kadar, yazı işleri müdür yardımcılığı ve yazı işleri müdürlüğü görevlerinde bulunur. Radikal Gazetesi kapanınca Hürriyet’e geçer ancak bir süre sonra buradan istifa eder. 
Özgür, Şubat 2018 tarihinden bu yana ise Gazete Duvar’da köşe yazarlığı yapıyor. 

 

 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.