Madımak: Yara, zaman ve kabuk

Dosya Haberleri —

Sivas Katliamı

Sivas Katliamı

Madımak Katliamı davası bugün zaman aşımına uğrayacak. Konuya ilişkin İnsan Hakları Gündemi Derneği üyesi, ceza hukukçusu Dr. Günal Kurşun ile konuştuk.

  • “Zaman aşımı” kavramı Türkiye ceza yargısı pratiğinde, özelikle de politik ve geçmişle yüzleşme davalarında, hep bir araç olarak kullanılıyor. Hukukun bir kurumu olarak zaman aşımı ceza hukukunda ikiye ayrılır: Dava zaman aşımı ve ceza zaman aşımı. Dolayısıyla günümüz koşullarına göre zaman aşımı süreleri çok dar kalıyor. Problem de buradan kaynaklanıyor.
  • Hiçbir yara kabuk bağlamadı ve bağlamasına da imkân yok çünkü sistemin bizzat kendisi yaraların kabuk bağlamasına izin vermiyor. Dönüp geçmişiyle yüzleşmediği için. 1993 gerçekten Türkiye tarihinde kırılma anlarından bir tanesi, ama “geliyorum” diyen kırılmaydı. Özellikle Kürt ve Alevi meseleleri açısından cumhuriyet tarihi boyunca geçmişle hiçbir zaman yüzleşilmedi.
  • Tarihimizin en karanlık anlarından birini yaşadığımız 1993’ün üzerinden 30 yıl geçmiş olmasına rağmen hala bir arpa boyu yol katedememişiz. Hukukun yerine işlememesi bir yana, bir de suçun faillerinin ödüllendirilmesi gerçeğiyle karşı karşıyayız. Bu da çoktan kapanması gereken o yaraların kapanmamasına, her geçen gün biraz daha kanamasına sebep oluyor. 

MİHEME PORGEBOL

Bugün 14 Eylül. Türkiye tarihinin en büyük utanç günlerinden biri. Bundan tam 30 yıl önce Sivas’ta düzenlenen Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında Madımak Oteli ateşe verildi. Çoğunluğu Alevi, 33 aydın, yazar ve sanatçı yakılarak katledildi. Her ne kadar katliamın sorumluluğu faili gizlercesine “radikal İslamcı gruplar”a yıkılsa da devletin bu katliamı örgütlediği, hiç değilse katliama rıza gösterdiği kısa bir arşiv taramasıyla anlaşılabilir. Üstelik sorumluluk yıkılan “radikal İslamcı gruplar”ın kimler olduğu bile devlet tarafından hiç açıklanmadı. Bu da yetmezmiş gibi katliamın öncü failleri devlet kademelerinde ve siyasi arenada temsiliyet verilerek ödüllendirildi. Bu da yetmezmiş gibi firari sanıkların bir türlü yakalanamaması bir kenara katliamın adeta formalite gereği yargılanan sanıkları tek tek beraat etti, hüküm giyenler tahliye edildi. 2 Temmuz'un faillerinden biri olan ve ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası alan Ahmet Turan Kılıç, geçtiğimiz hafta Türk Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tarafından affedilerek serbest bırakıldı. Bugün ise üzerinden 30 yıl geçtiği için Madımak Katliamı davası zaman aşımına uğrayacak. Peki nasıl olur da bütün Türkiye toplumu için bir kırılma anına tekabül eden böyle bir katliam yüzleşilemeden, hakkaniyetli bir yargılamaya tabi tutulamadan zaman aşımına uğrar? Biz de tam buradan hareketle sorularımızı İnsan Hakları Gündemi Derneği üyesi, ceza hukukçusu Dr. Günal Kurşun’a sorduk.

Madımak Katliamı davası 14 Eylül’de zaman aşımına uğrayacak. Zaman aşımını hukuk sistemi içerisinde nasıl değerlendirmemiz gerek?

“Zaman aşımı” kavramı Türkiye ceza yargısı pratiğinde, özelikle de politik ve geçmişle yüzleşme davalarında, hep bir araç olarak kullanılıyor. Hukukun bir kurumu olarak zaman aşımı ceza hukukunda ikiye ayrılır: Dava zaman aşımı ve ceza zaman aşımı.

Dava zaman aşımı, suçun işlenmesinin üzerinden belli bir süre geçtikten sonra hala davası açılmamışsa veya davası açılmasına rağmen kanuni zaman aşımı süresi içerisinde dava sonuçlanmamışsa artık devletin ceza verme hakkından vazgeçmesi düşünülür.

Ceza zaman aşımında ise mahkûmiyet hükmü kesinleşmiştir, yani bir yargılama yapılmış, bir hüküm verilmiş ve bu da kesin hükme dönüşmüştür ancak bundan itibaren belli bir süre geçmesiyle türlü sebeplerden hüküm infaz edilememiştir. Örneğin sanığın kaçması gibi pek çok nedeni olabilir bunun. Böyle bir durum varsa hükmün infaz edilmesinden vazgeçilmesi anlamına geliyor. Şimdi her ikisinin de bir mantığı var. Yargılama ve hüküm çeşitli nedenlerle gecikmişse ve bu süre belli bir zaman diliminden daha fazla olmuşsa artık yaralar kabuk bağlamıştır, bunu daha fazla kurcalamanın hiç kimseye bir faydası olmaz düşüncesine dayanıyor. Ama Türkiye’de böyle değil. Neden böyle değil, çünkü bana göre günümüz sosyolojisini göz önünde bulundurduğumuz zaman Türkiye’de hem dava hem de ceza zaman aşımı süreleri son derece kısa. Bu süreler 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başındaki sosyal yapıya göre dizayn edilmiş süreler. O zaman farklı bir hayat yaşanıyordu, şu anda daha farklı bir hayat yaşıyoruz. Hiçbirimiz yüz yıl önceki sosyal hayatı bilmiyoruz, hatırlamıyoruz ama o zaman belirlenmiş hukuk sistemine göre yaşamak zorunda kalıyoruz. 1940 yıllar koşullarında ben bir yazı yazmış veya bir gazeteye demeç vermiş olsam bunu 40 sene sonra birilerinin bulabilmesi çok zordur. Ama 2023 yılında internette yayımlanmış herhangi bir şeyi 40 sene sonra dahi birisi merak etse, saniyeler içerisinde ulaşabilir. Dolayısıyla günümüz koşullarına göre zaman aşımı süreleri çok dar kalıyor. Problem de buradan kaynaklanıyor.

Madımak gibi sosyolojik çıkarımlar da veren ve ardılları hâlâ bir şekilde yaşanan, politikaları hâlâ uygulanan, yani kabuk bağlamamış yaralar için zaman aşımını nasıl okumak gerek?

Hiçbir yara kabuk bağlamadı ve bağlamasına da imkân yok çünkü sistemin bizzat kendisi yaraların kabuk bağlamasına izin vermiyor. Dönüp geçmişiyle yüzleşmediği için. 1993 gerçekten Türkiye tarihinde kırılma anlarından bir tanesi, ama “geliyorum” diyen kırılmaydı. Özellikle Kürt ve Alevi meseleleri açısından cumhuriyet tarihi boyunca geçmişle hiçbir zaman yüzleşilmedi. Bu yüzden 1993’teki dehşetin yaşanması kadar doğal bir şey yok. Çünkü Maraş’ın, Çorum’un, Dersim Tertelesi’nin, Ermeni Soykırımı’nın, Yahudi pogromlarının hesabı sorulmamış, bunlar hukuken ve siyaseten hiç tartışılmamış. Bunların, özellikle de Ermeni Soykırımı’nın, bugün telaffuz edilmesi bile suç sayılıyor neredeyse. Ermeni Soykırımı’yla yüzleşmediğiniz zaman 1930’lu yılların 2. yarısında Trakya’da Yahudilere yönelen pogromları anlayabilmenize imkân yok. Dersim’le yüzleşemediğimiz zaman 1942 Varlık vergisini anlayamıyoruz ve onunla da yüzleşemiyoruz. 1942 ile yüzleşemediğimiz zaman 6-7 Eylül 1955 olaylarını anlayamıyorsunuz, onlarla yüzleşmiyorsunuz. Doğru düzgün bir tarih yazımı da olmadığı için, hukuken bir hesaplaşma da sağlanmadığı için bütün bu yaralar açık kalıyor. Tarihimizin hiçbir anında neredeyse yüzleşme kavramı yok. Bu da bizim bugün yaşadığımız hukuk dünyasını etkiliyor.

Bu durum cumhuriyetin kuruluş kodlarına işaret ediyor sanırım. Zaman aşımının politik bağlamı, sistemle ilişkisini nasıl değerlendirirsiniz?

Devlet, bu gibi politik davaların zaman aşımına uğramasını istiyor ve destekliyor. Aksi halde devletin bu konularda sorumluluğu ortaya çıkacak ve tartışılacak. Devlet de bu sorumluluğun masaya yatırılmasını istemiyor haliyle. Temel nedeni bence bu.

Peki hocam, koca devlet aklı bunlarla yüzleşirse, bu katliamların faillerine gerekli muameleyi yaparsa daha huzurlu bir toplum yaratacağını bilmiyor mu?

Huzurlu bir toplum yaratmanın bambaşka koşulları daha var. Türkiye de onlar da eksik ama yüzleşme yaşansaydı en azından şu anda yaşadığımız toplumdan daha düzgün bir toplumda yaşayacağımıza eminim. Buradaki temel sorunlardan bir tanesi şu: Devletin bu işlerde sorumluluğu olmasının ötesinde başka başka planları da var. Devletin geleceğe yönelik de belli planları var. Yani gelecekte de Madımak gibi kırılma anlarının yaşanmayacağının bir garantisi yok.

Cumhuriyet tarihinde işkenceci bir polis memuruna bir kere bile rücu edildiğine rastlanmamıştır. Oysa Türkiye, işkence suçlarından ötürü Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları gereği milyonlarca euro tazminat ödüyor. Aslında kanunen bir zorunluluğun da olmasına rağmen ilginç bir şekilde devlet memuruna dönüp ‘Ben senin yaptığın kötü eylem yüzünden bu kadar devlet bütçesinden para ödedim vatandaşa, dolayısıyla ver bakalım o parayı bana’ demiyor. Bir kere bile böyle bir rücu mekanizması işletilmiş olsaydı bambaşka bir noktada olabilirdik. Vaktiyle, ANAP-DSP-MHP koalisyonunun kendisi de eski bir polis memuru olan İçişleri Bakanı Sadettin Tantan’a sordular “Hiçbir polis memuruna rücu edilmemesi sizce de garip değil mi?” diye. Yanıtı çok çarpıcıydı, dedi ki; "Eğer bir kişiye bu konu da rücu edilirse, ben polislik yaptıracak insan bulamam.” Bu yanıtı ben “işkence yaptıracak polis bulamam” şeklinde okumuştum ve aslında Tantan doğru söylüyor. Gerçekten böyle bir durumda işkence yapacak polis bulamayabilir. Bizim de söylediğimiz tam olarak bu, işkence yaptıracak hiç bir polisin kalmaması gerek. Yani geçmişle yüzleşmeler yaşansaydı, büyük ihtimalle Sivas olmazdı. Ama yüzleşilmemesi ve bugün de Sivas’ın zaman aşımına uğraması gelecekte de yaşanacak benzer olayların alt yapısını hazırlıyor belki de.

Her ne kadar güç dengeleri ve koşullar zorlayıcı olsa da hukuk dediğimiz disiplinin beslenebileceği birçok ulusal ve uluslararası dinamik var. Bu gibi davaların zaman aşımına uğramasında hukukçular ve hak savunucuların hiç payı yok mu? Bir şeyleri yanlış veya eksik yapıyor olabilirler mi?

İnsan hakları savunucuları söz konusuysa eğer, bunların üzerlerine düşen mükellefiyeti fazlasıyla yerine getirdiklerini düşünüyorum. Neticede sıradan insanlar bunlar ve ellerinde bir yetki yok. Ellerinde bir güç yok; yazıyorlar, çiziyorlar ve sadece bir kamuoyu oluşturmaya çalışıyorlar. Yani bu konuda ben insan hakları savunucularının üzerlerine düşeni fazlasıyla yaptıklarını düşünürüm. Ama hukukçularla ilgili meselenin üzerinde pek durulmadı, konuşulmadı. Sadece bu meselede değil başka birçok meselede hukuka aykırılık çeşitli korkularla, çeşitli endişelerle hiç ağza alınmadı. Yani onlarca ceza hukuku profesörümüz var, ben bir tane bile ceza hukuku hocasından bu konuda bir açıklama hatırlamıyorum. Sadece ceza hukuku hocalarının açısından değil, bütün bir hukuk açısından sınıfta kalmışlık söz konusu. Ama bunları söylerken de meselenin asıl failini gözden kaçırmamak lazım. Meselenin esas faili her zaman politikadır. Politika bunların açığa çıkmasını engelliyor ya da bu işlerin açığa çıkmaması doğrultusunda oluşturulmuş bir politika var ve bu son derece baskın bir durumda. Gerektiği zaman hukukçuları tehdit ediyor, gerektiği zaman sağa sola sürüyor. Devlet kamu gücünü kullanıyor ama siz devletin bütün gücüne karşı bir bireysiniz. Ne yapabilirsiniz ki? İstediğiniz kadar hukuku, temel hakları, özgürlükleri, insan haklarını, hukuk devletini, anayasayı ve kanunları savunun, devletin politikaları karşısında işlevsiz kalmaya mahkumsunuz.

Bu durum nasıl değişebilir?

Devlet, politik olarak hukuka bağlı kalmayı sindirip hukuku içselleştirirse ve bunu kendine yedirebilirse o zaman birtakım şeyler değişmeye başlar. Ama bunu ihtimal dahilinde görseydik şimdi konuştuğumuz şeyleri konuşmuyor olurduk. Yani Kürt meselesinde de bambaşka bir noktada olurduk, insan hakları konusunda da. Türkiye’nin şu an yaşadığı bütün problemlerde de bambaşka noktaları tartışıyor olurduk.

Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan beri bu politikayı tercih ediyor ve siz de az önce devletin kendine yedirmesi lazım ki bir şeyler iyileşsin dediniz. E yedirmiyor işte. Ne yapacağız peki, devlet kabul etmediği müddetçe hiç mi çıkış yolumuz yok?

Çıkış yolumuz şüphesiz var. Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası anlaşmalar var. Türkiye kendini bunlara bağlı sayıyor. Örneğin Avrupa İnsan Hakları sözleşmesi var. Bu sözleşmenin en temel organlarından biri olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi var. Madımak davası örneğinde AİHM’e gidecek yaşam hakkı ihlali dahil çok ciddi ihlaller söz konusu. Kişi özgürlüğü güvenliği ilkesi, adil yargılanma hakkı, özel hayatın dokunulmazlığı, din ve vicdan özgürlüğü, ifade özgürlüğü gibi pek çok ihlal var. Bunların hepsinden ötürü Türkiye mağdurların yakınlarına tazminat ödemek durumunda.

Fakat tazminat işin çok küçük bir kısmı. Yani aslında tazminat ödenmesi aslında hiçbir şeyi çözmüyor. “Biz burada bir hata yaptık, özür diliyoruz ve bunu telafi etmek adına bu tazminatı size sunuyoruz” biçiminde sembolik bir anlamı var tazminatın.  Gerçekte o yaraların kapanmasına, kabuk tutmasına maalesef imkân yok. Yani Metin Altıok’un kızına sorsanız “Sizin yaranız kapandı mı?” diye, “Evet” diyeceğini hiç zannetmiyorum… Hiç birinin yarasının kapandığını zannetmiyorum. Dolayısıyla oradaki kayıpların ailelerinin açısından devletin resmi olarak özür dilemesi bir ilk adım olabilir ama daha bunun da çok uzağında olduğumuzu düşünüyorum.

Geçen aylarda dava avukatı Özgür Piroğlu ve mağdur davacılardan biriyle Hüseyin Karababa’yla yaptığım görüşmede Madımak Katliamı’nı Alevi Soykırımının devamı olarak gördüklerini söylediler. Birincisi bir Alevi Soykırımı’ndan söz etmek mümkün mü? İkincisi, eğer bir soykırım olarak tanımlayabiliyorsak bunu zaman aşımından kurtarmak için yeterli bir gerekçe olur mu?

Ben yüksek lisans tezimde soykırım çalıştım. Benim bu soruya yanıtım maalesef hayır. Bunu soykırım olarak tanımlamaya imkân yok çünkü soykırım suçu niteliği ve unsurları hem ulusal hukukta hem de uluslararası hukukta son derece belli. 1948 Uluslararası Soykırım Sözleşmesi’nden beri de değişmemiş. Soykırım olabilmesi için belli guruplara yönelmesi lazım ve belli eylem biçimleriyle yönelmesi lazım. Diğer taraftan da ispatı son derece zor. Alevilere yönelen bir kıyım var mı diye soracaksanız, evet. Yani Yavuz Sultan Selim döneminden beri tarihsel süreç içerisinde şüphesiz Alevilere dönük bir dışlama, kıyım ve ötekileştirme uygulandı. Sadece onunla da sınırlı değil, sistemin dışında tutma ve öldürme eylemleriyle de karşı karşıyayız ama bunun ‘soylarını da kurutalım’ düşüncesiyle yapıldığını ispat etmek son derece güç. Burada bir ispat problemi var. Ha! Bunu bir kenara bırakırsak bana göre bu soykırım suçu değildir ama insanlığa karşı suçtur. İnsanlığa karşı suçlar uluslararası ceza hukuku bağlamıyla soykırım suçundan çok daha geniş bir zümreye hitap eder ve suçun unsurları da daha gevşektir. Soykırım suçu son derece daraltılmış bir fiildir. Hatta bunları iç içe iki sepet olarak düşünebilirsiniz. Bu suçlar birinci sepetin içine düşmüyorsa mutlaka ikinci sepetin içine düşer. Yani Madımak’ta insanlığa karşı suç işlendi iddiası pekâlâ dile getirilebilir ve bence bu meseleyi zaman aşımı bağlamından çıkartabilir. Çünkü insanlığa karşı suçlarda da zaman aşımı yoktur.

Peki bu bağlamda hukukçular ve bu davanın takipçileri somut olarak ne yapabilir bundan sonra?

Birkaç şey yapılabilir bence. Birincisi itiraz süreleri dolmadan mahkemeye bir dilekçe verilerek suç vasfının değiştiği, meselenin insan öldürme bağlamından çıkartılarak insanlığa karşı suçlar bağlamına alınması gerektiği hususu üzerinde durulabilir. Bunun akıbetinin aslında o kadar da büyük bir önemi yok ama iç yargı aşamasında böyle bir iddianın dile getirildiğinin ispatlanması adına bence önemli bir adımdır. İnsanlığa karşı suçlarda zaman aşımının olmadığı bizim kanunlarımızda da yazan bir hüküm. En azından Anayasa Mahkemesi veya AİHM’nin önüne taşındığı zaman olay bu açıdan tartışmaya bir imkan sağlayacaktır.

Bunun dışında Türkiyenin taraf olmadığı ama gelecekte taraf olabileceği ve taraf olmasının da desteklendiği Uluslararası Ceza Mahkemesi var. Roma Statüsünü Türkiye imzalamadı ve onaylamadı, yani bu mahkemeye taraf değil ama gelecekte böyle bir mahkemeye taraf olmayacağını kimse söyleyemez. Dolayısıyla insanlığa karşı suçlarda zaman aşımı da olmadığına göre UCM’de bu açıdan bir yargılamanın yapılabilmesi mümkün hale gelir çünkü UCM, yapısal olarak 2003 yılından sonra işlenen suçlarla ilgilense de Madımak hadisesi özelinde bunun bir mütemadi suç olduğu, yani devam eden sürekli suç olduğu dile getirilebilir. Gelecekte bütün bunlar hukukçular tarafından tekrar ayrıntılı konuşulur, tartışılır ama üzücü olan nokta şu ki tarihimizin en karanlık anlarından birini yaşadığımız 1993’ün üzerinden 30 yıl geçmiş olmasına rağmen hala bir arpa boyu yol katedememişiz. Hukukun yerine işlememesi bir yana, bir de suçun faillerinin ödüllendirilmesi gerçeğiyle karşı karşıyayız. Bu da aslında bu güne kadar çoktan kapanması gereken o yaraların kapanmamasına, her geçen gün biraz daha kanamasına sebep oluyor. 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.