Mele Murat ülkesinin kekik kokusuyla yaşadı

Dosya Haberleri —

MURAT DEP

MURAT DEP

  • Bugün Mele Murat’ın (Ahmet Kılıç) şehit düşmesinin dördüncü yıldönümü. Mele Murat, 1978’de Dep’te (Karakoçan) doğmuş; önce İstanbul’a, ardından Avrupa’ya göç etmişti. Kürt Özgürlük Hareketine 1998 yılında Avrupa’dan katılan Mele Murat, 1 Mart 2012’de Strasbourg’da başlatılan ve 52 gün süren açlık grevinin de eylemcilerinden biriydi. Mele Murat, 6 Ocak 2017 günü, Türk devletinin hava saldırıları sonucu ülkesinin dağlarında şehit düştü.

FUAT KAV

Her şeyin bir bedeli olduğunu hem genel ve hem de Kürdistan tarihinde yaşanan olaylardan hareketle anlamış ve bunu değiştirmenin mümkün olmadığını gayet iyi biliyordum ama bu “anlama” ve “bilme” işinin en derin halini Diyarbakır 5 Nolu Cezaevinde öğrenmiştim. Sekiz yıldan daha fazla kaldığım bu cezaevinde bedelsiz hiçbir şey olamayacağını bizzat görerek ve yaşayarak öğrenmiştim. İnsan bedel ödeyerek, büyük bir emek sarf ederek, yenile yenile, kazana kazana, düşe kalka ve bir anlamda doğayla kavga ede ede insanlığın evrimsel gelişim sürecine ulaşmayı başarmıştır. Doğasal ve evrimsel bir sürecin gelişim izlerini taşıyan bir olgu olsa da, sonuçta bu doğasal ve evrimsel gelişmenin ortaya çıkardığı insan olma gerçekliğinin bedeli de olmuştur. Aslında bedel, bir anlamda emektir. İnsan da bu emeğin bir sonucu olarak anlam bulmuştur ya da emek ile insan birebir, iç içe gelişerek olgusal bir boyuta ulaşmıştır. O zaman şunu deme gibi bir düşünceye varmak herhalde yanlış olmaz: İnsan ve emek aynı anda ve aynı zaman diliminde buluşarak, et ile tırnak gibi birbirini tamamlayarak var olma sürecinin bütünsel hallerine dönüşürler.
Engels bir makalesinde emeği ve insanı anlatırken, “Emek insanı bizzat yarattı diyebiliriz” diyerek doğanın doğasal halinden insanın hizmetine dönüşümünde emeğin belirleyiciliği ve her şeyi toplumun hizmetine sunma sürecinde emeğin yarattığı maddi ve manevi değerlerin paha biçilmez halini anlatıyordu. Elbette ki Engels’in “emek insanı yarattı” vurgusu, insanın emek karşısındaki yaratıcılık halini vurgulamadan çok daha belirgin gibi. Fakat bu, insanın emeği yaratma konusunda herhangi bir rolünün olmadığı, emek ile kıyaslandığında çok daha pasif kaldığı anlamına gelmiyor. Aslında bir anlamda emeğin sahibi, bizzat insanın kendisidir. İnsan kaslarını, kol ve beyin gücünü kullanarak emeği yaratıyor; emek de var olan anlamsal haliyle doğayı, toplumu, ilişki ve üretim sistemi değiştiriyor…
Bu uzun izahatla, bir anlamda bedeli izah etmeye çalışıyorum. Bedelin tıpatıp emekle özdeş değilse bile ona çok yakın olduğunu, hatta bizzat kendisi olduğunu burada bir kez daha vurgularken açlık grevi ile verdiğimiz bedelin de sonsuz, sınırsız ama oldukça yoğunlaşmış bir emek süreci olduğunu da belirtmek isterim.
Elbette ki emeğin hem soyut hem de somut hali vardır. Somut hali insanın ürettiği, görünür biçimde, elle tutulan, gözle görünen halidir. Bu somut emeğin görünür haline yansıyan boyutu ise onu yaratan görünür konumundaki insandır. Aslında insan hem emeğin somut hem de onun soyut halidir. Her iki hal de insanda vuku bulmuş en kutsal haldir demek yanlış olmaz. O halde somut ve soyut, görünen ve görünmeyen emekte anlam bulan insan da kutsaldır. Elbette ki burada bir parantez açmam gerekiyor, zira insanın kutsal halinden söz ederken elbette ki onun bozulmamış, özüne ve ruhuna, içsel ve duygusal dünyasına yabancılaşmış insandan bahsediyorum.

‘Bu aydınlık görünen şehirler…’
Mesela burada Mele Murat’tan söz edebilirim. Bu kutsallığın en somut hali olarak bizimle birlikte eylemde bulunan Mele Murat gerçekten de kutsal bir eylemciydi. Elbette ki ruhani, doğaüstü, anlaşılmaz ve her şeye hükmedebilen bir varlıktan bahsetmiyorum; tam tersine son derece doğal ve doğanın en doğal halini ifade ediyordu. Elazığ’ın Dep (Karakoçan) ilçesinde dünyaya gelmişti. Maddi anlamda yoksul ama mütevazı bir yaşamı sürdüren bir aile ortamında büyümüştü. Köyün doğal yaşamı ve bu doğal yaşamda oluşan saf ve çıkarsız ilişki ortamında oluşan doğal ve saf kişiliği ile örnek teşkil edecek kadar “haram”a tenezzül etmeyen genç bir delikanlı olarak yaşama hep iyi, güzel ve nahif bakmıştı. Ruhunda, kalbinde, kişiliğinde ve yüreğinde en ufak bir kötülüğü, zerre kadar toplumsal ve yaşamsal olmayan bir olumsuzluğu barındırmayan Mele Murat da tıpkı binlerce Kürt genci gibi metropol yolunu tutmuştu. Daha yeni yeni yaşama anlam verecek yaşta önce İstanbul’a, daha sonra farklı metropol şehirlerine gitmiş, orada milyonlarca genç gibi alın terini ucuz emek gücünün satıldığı pazara sunmak zorunda kalmıştı. Sade, mütevazı, doğal ve hilesi olmayan bir zemin ve yaşam sürecinden şehrin her türlü hile ve anlamından boşaltılmış bir yaşam sürecine dahil olmuştu. Kabul edemeyecek kadar köyün doğal yaşamını içselleştirmiş olan Mele Murat, eski yaşamını, yani köyde doğal ve sade olan hayatı arama çabasına girmede gecikmedi. “Evet, bu yaşam bana göre değildir. Her türlü hile ve oyunun içinde olduğu bu yaşamı kabul etmem mümkün değildir. Kendime, çocukluk hayallerime, kirin ve hilenin ne olduğunu bilmeyen iç dünyamdaki duygularıma ihanet edemem…” diye düşündü. “Bu aydınlık gibi görünen şehirler, her gün beni benden, o ufak ama sade, temiz, hilesi-hurdası olmayan köyümden, o mütevazı, doğal ve anlamla yüklü olan gerçek hayatımdan, hakikatimin, varoluş haliminin en güzel anlarından uzaklaştıran şehrin sahte aydınlatıcı labirentleri beni yabancılaştırmanın en derinliklerine doğru gömüyor ve her gün biraz daha derinlere doğru iniyorum” diye devam etmişti. Arayışı onu, iç dünyasında tasarlayıp beslediği yere, hayalini gerçekleştirmek istediği zemine götürmemişti. “Ama madem vatanımdan, toprağımdan, köyümden, doğal yaşamın anlam bulduğu o güzelim Dep’ten uzaklardayım, madem artık geriye dönüş yapmam imkansız, o zaman biraz daha uzaklara, birçok insanın hayalini kurduğu Avrupa’ya doğru yol alayım” diye düşündü Mele Murat.

‘Forslu abi’nin bildiği
"Biraz daha uzaklaşmak, biraz daha mesafe almak" onun için hem zordu hem de kolaydı. Zordu, çünkü Dep'ten biraz daha uzaklaşacaktı, belki de bir daha asla geri dönüp o güzelim köyünü, Dep'i görme fırsatını bulamayacaktı. Kolaydı, çünkü zaten Dep'ten ayrılıp Türkiye metropollerine gitmişti. “Biraz daha uzaklaşsam ne olacak ki” diye düşündü. Aslında var olan halden uzaklaşmak, aynı zamanda ona yaklaşmak, biraz daha yakınına gelmek anlamına da geliyordu. Kafasının bir yerinde kalan birkaç sözcüğü hatırladı: “Felsefe”, “diyalektik”, “zıtların birliği” “antagonist çelişki”, “bir şey hem vardır hem yoktur”, “bir insan hem sağdır hem ölüdür” gibi sözcüklerle evrenin hem varoluşunu hem yok oluşunu, hem iyiliği hem kötülüğü, hem ağlamayı hem gülmeyi, hem uzaklığı hem yakınlığı anlatan ve tüm bunların anlamlarını tek tek izah eden Dep’in en “forslu” abilerinden olan bir devrimciden duymuştu. Duymuştu ama o yabancı cümlelerin anlamını bilmiyordu. Başlangıçta manalarını öğrenme gibi bir arayışı oldu fakat ona anlatacak, izah edecek, manalarını belli bir bütünsellik içerisinde anlatacak kimse yoktu. Çünkü “forslu abiden” başka kimse bilmiyordu. Onu bulmak da zaten mümkün değildi. Kendisi hem çocuktu hem soruları formüle edecek kapasitede değildi.

‘Mazlum neden düştü aklıma?’
Mele Murat artık Belçika’nın başkenti Brüksel’deydi. Uzaklara, çok uzaklara gitmişti. Biraz daha, biraz daha mesafe koymuştu kendisi ile memleketinin arasına. Memleket derken elbette ki Dep’i kastediyordu. Ona ruh, kan ve can veren Dep’ten çok ama çok uzaklara gitmişti. İlk kez yalnızlığı, vatansızlığı, ülke hasretini bu kadar derinden hissetmişti. İlginçti, hiç hesapta olmayan birisi düşmüştü aklına. Mazlum Doğan’ı, evet Mazlum Doğan’ı anımsadı ama neden anımsadığını da bilmiyordu. Düşündü, neden anımsadığını anlamaya çalıştı, sonuç almayınca "neyse, anımsama düşüncesi Allah’ın bana hatırlattığı, kalbimde anlam bulduğu bir düşüncedir, hayır olmasını diliyorum" dedi kendi kendine. Yine de düşünmekten kendini alamadı: "Belki de memleket hasretinden, vatansızlığın verdiği duygusallıktan dolayı düşmüştür aklıma" diyerek unutmaya çalıştı. Tanımıyordu ama yıllarca birlikte kalmış gibi biliyordu onu.
Mazlum Doğan ve Delil Doğan… Onları bilmeyen, şu veya bu biçimde tanımayan, onları kendi kahramanları olarak görmeyen çok az insan vardı. Dep’i anlamlı kılan, Dep’i Dep yapan onlardı. “Herd bra”, “herd brayen şoreşger”, “herd brayen telebe” diye anılan her iki devrimcinin bıraktığı etki anlaşılır gibi değildi. Sınırsız bir etki, bir güven ve bir derinlik bırakmışlardı. Mele Murat da onları böyle duyup böyle tanımıştı…

İnsan nasıl kötü olabilir?
Dinine, imanına, ruhunda saklı duran güzelliklere, çocukluk hayallerine bağlı, namazında niyazında olan genç bir delikanlıydı henüz. Kötülük nedir bilmezdi. Hep iyiyi, güzeli, doğruyu düşünür, öylece de yaşardı. İnsanın insana kötülük yapabileceğini düşünemiyordu, bu tür olaylarla karşılaştığına aklı ermiyordu. Kötülük yapanları sonradan insan soyuna dahil olmuş yabancı yaratıklar olarak görürdü. Zira kötülüğü insana yakıştırmıyordu. “Allah’ın kulu” olan insanın yalan söyleyemeyeceğini, dalavere etmeyeceğini, üçkağıtçılık yapmayacağını, ruhunda zerre kadar kötülük taşımayacağını düşünüyordu. Çünkü Allah insanı kötülükten uzak duracak, onunla uzlaşmayacak, onu bağrında taşımayacak, ona tenezzül etmeyecek kadar kutsal diyebileceğimiz kadar hem bilinçli hem de nefsine hakim olabilecek kadar iradeli yaratmıştı. Ona göre insan, yaşamış dolduğu çevresinin bir ürünü, onu etkileyen ve ondan etkilenen bir unsuruydu ama bununla birlikte insan aynı zamanda bir iradeydi; gözü, kulağı, beyni ve düşünce yetisi olan, bu bağlamda da seçme ve tercih etme hakkının yanında kendi yolunda yürüyecek kadar da özgür bir varlıktı. Doğru düşünme ve doğru yapma gibi hem olmazsa olmaz diyebileceğimiz bir sorumluluğu hem de mutlaka yerine getirmesi gereken bir görevi vardır. Bu görev ve sorumluluk bağlamında doğru tercih yapabilirdi. Aynı insan doğru yolu da yanlış yolu da tercih edebilir. Bilinç, düşünce, duygusal akıl ile analitik aklın bütünselliğinde ortaya çıkan arayış çabası insanı doğruya kilitleyebilir, ancak tersi durumda ise insan yanlış yola sapabilir. Mele Murat bu sürecin tam da orta yerinde duruyordu. Aslında yol ayrımına gelmişti ve hayatını belirleyecek bir patikaya girmeye hazırdı. Duygu ve analitik düşüncenin birlikteliğini sağlamamış bir sürece ulaşmamış olsa da doğru ile yanlışı birbirinden ayrıştırabilecek kadar, duygu aklını kullanabilecek kadar zekiydi.

Avrupa onun için buzdan bir dağ gibiydi
Mele Murat Avrupa’ya gelmişti ama ona ısınamamıştı. Aslında bedeni Avrupa’daydı fakat ruhu hala Dep’teydi; kendi köyünde, kendini mutlu ve huzurlu hissettiği çocukluk dünyasındaydı. Avrupa onun için buzdan bir dağ gibiydi. Soğuktu ve onu iliklerine kadar üşütüyordu. Avrupa ona yabancıydı; ruhunu soğutuyor, belleğini siliyor, düşünce dünyasını daraltıyor, moralini adeta sıfıra indiriyordu. Avrupa maddiyat uygarlığıydı, paranın dünyasıydı, doğru yaşamdan ayrılmış suni bir hayatın cennetiydi, sosyal ve ortaklığa dayanan ilişkinin tükendiği ama onun yerine milyonlarca insan adacığından oluşmuş bir okyanustu. Bu adacıkta maddi olarak “yok yok”tu, her şey, ama her şey vardı. Fakat onu ayakta tutabilecek, ona anlam katacak, onu doğru ve hakikatle buluşturacak özgürlük yoktu; vatan kokusu, ülke sıcaklığı, huzur kokan toprak yoktu. O zaman “ne eyleyeyim maddiyatı, ruhum aç olduktan sonra tok olan mideyi ne yapayım, ülke hasretiyle yanıp tutuştuktan sonra başkasına ait olan dağları, ormanları, suyu ve parayı ne yapayım ki” dedi yavaş bir ses tonuyla…
Mele Murat, namazında niyazından bir genç olarak hem inançlıydı hem dinine ve imanına hem de ülkesine, vatanına, üzerinde doğup büyüdüğü toprağına ve tüm bunları bedeninde taşıyan Dep’e bağlıydı. “Madem inancım var, madem dinime ve imanıma bağlıyım o zaman doğru olan neyse onu yapmalıyım. İnandığım din ikiyüzlülüğü, riyakarlığı ve yalanı kabul etmez. Neysem öyle davranmalıyım. İç dünyam ile dış görünüşüm arasında asla bir çelişki olmamalı. Bu nedenle doğru olanı yapmalı, hakikati söylemeli, gerçeği haykırmalıyım” dedi ve hemen yanı başında bulunan Mazlum Doğan’ın “Toplu Yazılar” kitabını eline alıp kaldığı yerden okumaya devam etti. Mazlum’u yeniden düşünürken kendini de, Dep’i de, üzerinde doğup büyüdüğü toprağı da yeniden düşündü. Kendini düşünürken yeniden keşfetti kendini…
“Evet, buralardan gitmeliyim, daha da uzaklara gitmeliyim, uzaklara giderken aynı zamanda eski halime, toprağıma, Dep’e yakınlaşmış oluyorum. Eskiden Dep’ten uzaklaşırken kendimden de uzaklaşmış oluyordum ama şimdi kendimi bulurken aynı zamanda Dep’i de bulmuş oluyorum. Bu nedenle kendime, toprağıma, Dep’e gitmeliyim” dedi yeniden…

Mele Murat açlık grevinde
İşte uzaklara, daha da uzaklara, Dep’e, toprağına giden Mele Murat, şimdi benimle birlikte açlık grevinde. Açlık grevi fikri daha yeni yeni oluşurken Mele Murat da tartışma sürecine katılmış ve ilk tartışmada da kendini önermişti. Sadece önerme değil, öylesine “Ben de varım" diyen bir üslupla da değil, “Ben de katılıyorum" demiş ve eylemin ilk gününe kadar da ısrarcı olmuştu. Önerisi, daha doğrusu kararı öylesine ciddiydi ki zaten eylem komitesinin tartışması veya reddetmesi mümkün değildi. Bu nedenle Mele Murat'ın önerisi hemen kabul edildi ve böylece elli iki gün sürecek olan eylem sürecine dahil oldu. 
Mele Murat, mülayim huylu, meleksel özellikleri olan, arkadaşlık ve yoldaşlık ilişkileri derin ve aynı zamanda da inanç ve duygusal boyutla doğru ve gerçek bir eylemciydi. Bir zamanlar İslam dinine duyduğu düşünsel ve ruhsal katılım düzeyinin de aynı biçimde derin olması nedeniyle yetişme tarzı ve hayata bakış açısı esnek ve ılımlıydı. Mizacını inandığı inançtan almıştı. Elbette ki Mele Murat'ın Islam’a bakışı bilinen klasik, devletçi ve ticari yönü ağır basan boyutta değildi; tamamen esnek, hoşgörü, Medine Sözleşmesine göre yaşama ve farklılıklara bakma temelinde hem esnek hem insani hem de temiz, saf ve inançsaldı. Onun İslam’a bakışı politik de değildi. Öylesine inanan birisi hiç değildi. Ona göre din veya genel anlamda dinsel inanç, Allah ile “kul” arasında düşünsel, duygusal ve ruhsal bütünselliği sağlayan ve bu üç boyutu yaşama geçirmede sorumlu olan “kul”un doğal gelişim sürecinin en doğal halidir. Bu doğal halin günahının da sevabının da kula ait olduğunu, her iki durumun da kimseyi; hocayı da, meleyi de, şeyhi de, sofiyi de ilgilendirmediğini belirten Mele Murat’ın sık sık şu belirlemelerde bulunduğunu biliyoruz: "Her inanç ortaya çıktığı zaman diliminde devrimcidir, dolayısıyla doğru, adaletli, hakikatsal ve insani boyutu derindir. Çünkü bu dönem henüz devletin, iktidarın ve bürokrasinin inancı haline gelmemiş bir dönemdir. Bu anlamda iktidarlaşmayan, devletin ideolojisine dönüşmeyen ve bürokrasi ağlarının içini boylamayan her inanç aynı zamanda halksaldır, ilerici ve yaşamsaldır…”

Dine dair bir konuşma
Mele Murat'ın inançsal görüşünün, İslam'a ve diğer inançlara yaklaşımının değişik olduğunu anlayınca bu konuda zaman zaman tartışma ihtiyacı duydum. Mele Murat’ın bu konudaki fikirleri bana ilginç ve farklı gelmişti. En azından dogmatik değildi. Yaratıcı, ilerici, çağa ve zamana göre yorum gücü olan bir yaklaşımı vardır. Bu nedenle bana ilginç gelmişti. Gerçi Başkan Abdullah Öcalan'ın bu konudaki görüşlerini okumuştum. "Din Sorununa Devrimci Yaklaşım" kitabı, din konusunda yeni bir ufuk açmış, "solcu" geçinen, "devirici" olduğunu söyleyen, ileri ve demokrat adına inançları değerlendiren kesimleri deyim yerindeyse hırpalayan son derece yeni bir bakış açısı yaratmıştı. Bu yeni bakış açısı “Din afyondur" belirlemesini bir anlamda yerden yere vuran bir yaklaşımı içeriyordu. Hz. Muhammed’in devrimci olduğunu, dolayısıyla düşüncesinin çağa, zamana ve günün koşullarına uyarlanmış devrimci, komünal ve eskiye karşı keskin bir kılıç konumunda olan bir gerçeklik olduğunu söyleyen Başkan Abdullah Öcalan’ı okuduğunu düşünerek birkaç soru sorma gereğini duydum:
- Hala inanıyor musun?
- Neye “hala inanıyorum?”
- Dine, dinin yarattığı sisteme, din ile kurulan ve kurulacak olan yaşama?
- Hazır olmadığım bir anda soru sordun ve üstelik soruların yanıtı son derece zor.
- Şaka yapma, hakim olduğunu biliyorum. Üstelik sık sık tartıştığımız bir konu.
- E neyse, artık ne biliyorsak onu anlatırız, daha doğrusu tartışırız. Din insanın insan oluşuyla birlikte madde ile kendi arasında oluşturmuş olduğu manevi bir bağdır. Maddeye manevi boyut kazandırma eylemi de demek mümkündür. Var olan maddi dünyaya manevi bir dünya ekleme sürecinin en derin ve anlamlı zaman dilimidir aynı zamanda. Bence bu dilim geniş bir zamandır, belki de sınırsızdır. Belki de insanlığın var olma zamanıyla aynı zaman dilimine sahiptir. Bana göre bu zamanda dini doğru tarzda ortaya koyan Başkan Abdullah Öcalan’dır. Din insan maneviyatını zenginleştiren, onu düşünce, ruh ve bilinçle tamamlayan, insanın insan olma sürecinin en derinlere inip yoğunlaştığı zaman dilimidir diyebilirim...
- Öyle mi?
- Evet, öyledir. Fakat Başkan Abdullah Öcalan başka bir şey daha söyler: Dinin dar ele alınması durumunda son derece tehlikeli bir noktaya varacağını söyler. "Atom babasından daha kuvvetli bir gücüne dönüşür. Her şeyi yakıp yıkar ve insanlığın kökünü bile kazıyacak kadar tehlikeli bir noktaya gelir" der. Dinin bağnazların, muhafazakarların, dinci milliyetçilerin elinde bir boğazlama aracına dönüşebileceğini de belirtir. Nitekim öyle de olmuştur. Bugün Ortadoğu'da patlayan bombaların, ateşlenen silahların, birbirini boğazlayan toplulukların esas nedeni din değil, dini yanlış bir biçimde ele elan ve değerlendiren softa takımının zihniyetidir…
- Herhalde yanlış yorumlanıyor. Herkes başka bir perpektifle bakıyor, bu nedenle ulaşılan sonuç genel olarak farklı oluyor. Öyle değil mi?
- Biraz öyle ama esas herkes durduğu yerden bakıyor. Yani bilmeden yanlış analiz etme, yanlış değerlendirme ve yanlış sonuçlara ulaşma durumu yaşanmıyor. “Yanlış” farkına varmadan hata yapmaktır, bir olguyu bilmeden kurallara göre okumamaktır, yani olayları tersten okumaktır, dolayısıyla bu yanlış ve hatalar nedeniyle yanlış analiz ve sonuçlara ulaşmaktır. Oysa dindeki farklı yorum ve değerlendirmeler “yanlışlıktan”, “bilmezlikten” kaynaklanan bir durum değildir. Tamamen bilinçli ve kasıtlı bir biçimde yapılan yorum ve değerlendirmelerdir. Her sınıf ve grup dini durduğu yere göre yorumlamıştır. Durulan yer, sınıfın veya grubun konumunu belirleyen yerdir. O yerde dünyaya, topluma, tarihe bakarak yorum yapılmıştır.
- O zaman tüm dinler belli bir aşamadan sonra bilinçli olarak çarpıtılmış, saptırılmış ve rayından çıkartılmıştır. Toplum ve yaşamdan çıkartılarak bir sınıfa, egemen ve hegemonik gücün hizmetine sokulmuştur. Egemenler eğittikleri özel ve özgün din insanları aracılığıyla dini kendi sınıf çıkarları gereği yeniden ele alıp değerlendirmişlerdir. Egemenlerin işine yarayacak tarzda yorumlayarak özünü boşaltmışlardır. Böyle yorumlamak mümkün mü?
- Elbette. Tam da böyle yorumlamak gerek. Zaten Başkan Abdullah Öcalan’ın dine yaklaşımı bu temeldedir. Din, hem manevi boşluğu dolduran bir olgu hem de sosyal yaşamı anlamlı kılan bir faaliyettir. Yani din sadece üst yapıyı ifade eden ve toplumdan tamamen soyutlanmış manevi bir olgu değildir, aynı zamanda yaşamı da düzenleyen, yaşama sosyal etkinlik anlamında renk katan bir olgudur aynı zamanda. Ancak egemenler onu kendi iktidarları için dokunulmaz bir tabu haline getirdikleri için hem anlaşılmaz bir korku kutusu haline gelmiş hem de korkunç derecede manevi anlamda bir baskı aletine dönüşmüştür. Herkes inanıyor ama aynı zamanda herkes korkunç derece ondan korkuyor. Yani bir madalyonun iki ayrı yüzü gibi. Bir yüze tapılıyor öbür yüzden korkuluyor.  Burada korku ve sevgi iç içe yaşanıyor. Normalde böyle olmaz. Sevilen bir şeyden korkulur mu ya da korkulan bir şey sevilir mi? Egemenlerin kiraladığı “din düşünürleri” mutlaka buna da bir teori üretmişler, buna da bir kılıf uydurmuşlardır. Oysa bir şey sevilirken aynı zamanda ondan korkulmaz ama kokulan bir şey de asla sevilmez, mümkün oldukça ondan uzaklaşılır. Bunun nedeni dinin, dolayısıyla özünün anlaşılmaması içindir. Anlamlandırılmayan, anlaşılmaz kılınan, ondan korkulan ve ama aynı zamanda ona biat eden bir durum.
- Peki kim dini bu hale getirdi desem?
- Egemenler, devletler, devleti yöneten elit tabaka, din adamları, kendilerini devletin bir parçası olarak gören ve “din benimdir” diyen softa takımı. Şunu çok açık ve net bir biçimde vurgulamak isterim ki din, devletin resmi düşüncesi, onun bir ideolojisi haline gelmesi ile birlikte din olmaktan çıkmış, bu aşamadan itibaren din artık baskıcı olan devlet için toplumu uyutan, uyuşturan ve derin uykuya sokan bir “afyon” haline gelmiştir. Dinin afyonlaşma hali, dinin din olmaktan çıkıp devletin bir üst yapı unsuru haline geldiği haldir. Marx’ın “din afyondur” belirlemesi var. Bence Marx’ın esas olarak vurgulamak istediği budur. İfade ediliş tarzında bir sorun var, bu doğru. Ayrıca yanlış yorumlanma durumu da var ama Marx esas olarak yukarıda belirttiğim şeyleri ifade etmek istemiştir. Marx bu boyutuyla doğru söylemiştir. Dediğim zaman dilimi içerisinde din artık din değildir, egemenler için kullanılan bir afyona, bir araca ve bir sömürü aletine dönüşüyor. Başkan Abdullah Öcalan’ın dine yaklaşımı da bu bağlamdadır. İşin özeti şudur: Din insanın maneviyatını oluşturan temel etmenlerden birisidir. İnsanın yarısı maddiyse diğer yarısı da maneviyattır. Maneviyat temelini oluşturan da daha çok totem biçiminde anlam bulmuştur. Düşünme, fikir oluşturma ve eyleme geçme insanın önemli bir düzeyini oluştururken diğer önemli bir düzeyi ise daha çok tanrısallıkla bağlantılı olmuştur. Eğer tanrı fikri maddeyi ve yaşanan gelişmelere anlam verememek ve bu anlamsızlık sürecinde ortaya çıkan korku ve bu korkunun şekillendirdiği doğaüstü bir varlığın şekillenme gerçeği ise o zaman insanın kendini bir varlık olarak ortaya koyması ile başlayan bir sürecin manevi boyutudur. Yani din zararlı değil tamamen yararlı, insani ve hayatidir. Din olmadan insan, insan olmadan da din olmaz. Nasıl ki maddi dünya olmadan maneviyat, maneviyat olmadan da maddiyat olmazsa insan ve din açısından da böyledir. Ancak henüz egemenlerin eline geçmeden, devletin bir ideolojisi, onun maneviyat dünyası haline gelmeden önceki dinden bahsediyorum.
Günümüzde sözde dinin kurallarına, şeriata ve Kuran’a göre inşa edilmiş onlarca devlet var ama hiç biri de dine göre inşa edilmediği gibi şeriata uygun bir biçimde uygulamaları da yoktur. Kaldı ki dinde şeriat veya “dinin devleti” veya “devletin dini” diye bir şey yoktur. Din devlete, devlet de dine karşıdır. İkisi de birbirinin zıttı olarak şekillenmiştir. Devlet daha yokken din vardı ve devlet ortadan kalktıktan sonra da din var olmaya devam edecek. Şunun altını çizmek istiyorum: Din denilince hemen aklımıza doğaüstü bir güç gelmemeli, her şeyi yoktan var eden, vardan da yok eden bir hayalet olarak algılanmamalı. Allah da böyle yorumlanmamalı. Varoluş dünyamızın nasıl oluştuğunu, hangi esaslar üzerine inşa edildiğini, madde ile maneviyatın, soyut ile somutun nasıl ve hangi düzeyde ortaya çıktığını artık iyi biliyoruz. Bu nedenle Allah'ı ve dini egemenlerin daha sonraki süreçlerde kendilerine, kendi düzenlerine, kendi sistem ve maddi varlıklarına göre yorumlamayacağız. Allah'ı Allah'ın emrettiği, dini de dinin emrettiği biçimde ele alacağız. Bu konuda gizli saklı hiçbir şey yoktur. Dinin ve Allah’ın temel ilkelerinde her şey açık ve nettir. Allah'ın kulundan, dinin ise insandan saklayacağı herhangi bir şeyi olamaz. Nasıl ki kul Allah'ına karşı samimi ve şeffafsa Allah ve onu temsil eden peygamberler de kuluna karşı açık ve nettir. Allah ile onun elçisi olan peygamberler, kulundan ve onu savunan insanlardan her konuda açık ve dürüst olmalarını ister. Çünkü hemen hemen tüm peygamberler “Nasıl ki her konuda açık davranıyorsam siz de öyle davranacaksınız" demiştir.

Kekik kokulu dağlarında şehit düştü
Mele Murat bir din insanı gibi adeta ders vermişti. Etrafında kümelenen birçok eylemci anlatımlarının etkisinde kalmıştı. Böylesine derin ve kapsamlı dine bakış açısına sahip olan bir arkadaşlarını yeterince tanımamaları konusunda büyük bir mahcubiyet yaşadıkları her hallerinde belliydi…
Ve Murat gençlik hayalini kurduğu ülkeye, kekik kokulu, özgürlükle yoğrulmuş alanlara gittikten belli bir süre sonra şehitler kervanına katıldı. Yaşamı bize örnek olan, ahlaki-politik toplumu kendi şahsında somutlaştıran Mele Murat’ı saygıyla, hürmet ve minnetle anıyorum…

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.