‘Pandemi vahşi bir ortam yarattı’

Kültür/Sanat Haberleri —

Pınar Öğünç

Pınar Öğünç

  • “İlkelere ihtiyacımız var öncelikle. Hem işlerimizi yaparken, hem siyasi davranışlarımızı belirlerken, hem de hayatın içinde. Kendi hayatını ve ilişkilerini, işinden ve görünür siyasi kimliğinden ayrı tutmayı da anlamıyorum.”

BİLGE AKSU

 

Pınar Öğünç’ü belgesel film niteliğinde canlı betimlemeler sunduğu, gerçek insanların gerçek hikayelerini tarafımıza doğrudan aktardığı röportajlarıyla tanıyoruz. Gazeteciliği vicdan gibi soyut mefhumlara eşlemeden, yalnızca işini iyi yapma gayesiyle belki de milyonlarca insanın içinden geçenleri okumamızı sağladığı için de müteşekkiriz ona. 2008 yılında “Kim Bu Taş Atan Çocuklar?” başlıklı röportajıyla kazandığı gazetecilik başarı ödülü onun için bir başlangıç hükmündeydi. Yıllar geçtikçe daha tecrübeli, daha soğukkanlı ve daha etkileyici yazılarıyla ve röportaj serileriyle karşımıza çıkmaya devam etti. Edebi kişiliği de cabası. Öykülerinde gördüğümüz katı gerçeklik halleri de bir bakıma gazeteci refleksinin yansımasıydı belki. Bu tahminimden ona da bahsettim.

 

Pınar Öğünç’le, pandemiyi, kapitalizmi, gazeteciliği ve muhalif sorumluluğunu konuştuk.

 

Öncelikle bu söyleşiyi benimle yapmayı kabul ettiğiniz için size teşekkürlerimi sunarak başlayayım. Malum, söyleşi ya da röportaj denince akla gelen ilk insanlardansınız. Bunun ağırlığını üzerimde hisseder gibiyim :) Pınar Öğünç, yaptığı röportajları hangi motivasyonla oluşturuyor? Vicdan mı, sorumluluk mu, merak mı, öncelikle bunu sorayım.

Olur mu hiç öyle şey yahu... Sağ olun, bunu devam etmek için bir teşvik olarak alacağım kendime. Motivasyon kısmında da koca koca laflar etmek istemiyorum. Nihayetinde işimizi yapıyoruz, birçok insan gibi işimizi de iyi yapmaya çalışıyoruz. “İyi” dediğim hem etik kıstasları, hem de niteliği içeriyor. Kendi değerlerimle çelişmemeye gayret ederek, yazdıklarımın yolu, yöntemi, dili üzerine kafa yorarak yapmaya çalışıyorum. Evet, sorumluluk kısmı üzerine düşünüyorum, ama bu “tarihin bize yüklediği misyon” gibi yüceltilmiş, kendimizi aşırı önemsemeye gidecek bir konumlandırmadan değil, bu zamanda ve koşullarda bir birey olmaktan kaynaklanan sorumluluk.  Çünkü böyle bir sorumluluk var. Vicdan ise hiçbir zaman bir motivasyon olmadı benim açımdan. Vicdan gibi soyut değerlerle ilerlediğinizde, bir bakarsınız ki karşınızda yine vicdan üzerinden göçmen düşmanlığını, ne bileyim kürtaj karşıtlığını temellendirmiş birileri var; bu çok mümkün. İlkelere ihtiyacımız var öncelikle. Hem işlerimizi yaparken, hem siyasi davranışlarımızı belirlerken, hem de hayatın içinde. Kendi hayatını ve ilişkilerini, işinden ve görünür siyasi kimliğinden ayrı tutmayı da anlamıyorum. Daha doğrusu bir tek gün içinde var oluşumuzla sınanmayan, orada doğrulanmayan büyük politik idealler ikna edici gelmiyor. Bir bütünüz ve bence aslen bizleri daha “doğru” kılacak olan da bu tutarlılık çabası.

 

Sizden bahsedildiğinde ‘muhalif’ gazeteci sıfatının eklenmesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce muhalif sıfatının vurgulanması sizinle mi alakalı yoksa ülkenin geldiği noktayla mı? Yani bir gazetecinin özellikle muhalif diye vurgulanması hem gazetecilik hem de toplumsal gidişat açısından düşündürücü değil mi?

Bu çok anladığım, dağarcığımda olan bir sıfat değil açıkçası. İktidar yapısı sadece “muhalif” olmak üzerinden bir kitleyi hedef aldığında, ne kadar heterojense de o kitle bir özneye dönüşüyor, buna katılıyorum. Ama her şeye rağmen “muhalif”, o anki iktidara göre şekillenen bir pozisyon. Bunu bir kişiyle özdeşleştirirken eğer hayatta her tür güç ilişkisine, tahakküme, hiyerarşiye karşı sorgulayıcı olmak kastediliyorsa, bu itirazı feminist olduğunuz için ya da anarşist, sosyalist, komünist olduğunuz için yaparsınız, “muhalif” önce gelmez. Bu siyasi ortamda “muhalif” olarak nitelendirilen birçok kişiyle aynı cenahta hissetmiyorum kendimi. Yine aynı yere geleceğim, Türkiye'nin bugünkü çıkışsızlığının temel gerekçelerinden biri ilke yoksunluğu; kaynağını ahlaktan değil etikten alan, insanı önceleyen ama aynı zamanda türcülüğü sorgulayan, eşitlikten ve adaletten yana ilkelerden söz ediyorum. “Muhalif” unsurlar bunlarda uzlaşmadığında, Kürt düşmanlığında, göçmen düşmanlığında, milliyetçilikte, cinsiyetçilikte uzlaşmış bir toplumun sağlaması yapılıyor sadece, ortak bir gelecek tahayyülü olamayan, toplum niteliğini kaybetmiş bir toplum çıkıyor ortaya herhalükârda. Bu topluma inanan, tutarsız bir muhalefetin iktidarı benim içime su serpmez. Heterojen yapısına rağmen bu öznenin ilkelerde uzlaşması, ortak, eşit bir bugüne ve geleceğe inanan bir toplum idealiyle hareket etmeleri hayati bir önem taşıyor o yüzden. Bu muhalefet unsurlarının sorumluluğu aynı zamanda.

 

  • “Türkiye'nin bugünkü çıkışsızlığının temel gerekçelerinden biri ilke yoksunluğu; kaynağını ahlaktan değil etikten alan, insanı önceleyen ama aynı zamanda türcülüğü sorgulayan, eşitlikten ve adaletten yana ilkelerden söz ediyorum.”

 

 

Pandemi Zayiatı...Epey vurucu bir isim. Ki içeriği de öyle. Nereden aklınıza geldi bu diziyi yapmak?

İsim yolda şekillendi, tıpkı askerlik jargonunda kullanılan “eğitim zayiatı” gibi, pandemi kimilerinin kolay harcandığı, hatta ölmesinin tercih edilir bulunduğu vahşi bir ortam yarattı. Vahşet dediğim, bütün bunların normalleşmesinden, toplumun geniş kesimi tarafından kabul edilebilir hale gelmesinden de kaynaklanıyor. Sonuçta pandeminin başında ne yaşadığımızdan ve yolda neler yaşayabileceğimizden bihaberdik. Bu tecrübeyi 35 kişinin hayatı üzerinden takip etmek ve kaydetmek arzusuyla doğdu Pandemi Zayiatı. O yüzden aynı kişilerle hem pandeminin başında, hem de bir yıl sonra görüştüm. Değişimleri, tahribatın boyutlarını, kimi zaman bizi güçlendiren yanlarını birlikte kaydetmiş olduk. Her şeye rağmen sorgulamak, bu enkazın ortasında inadına iyileşmeye çabalamak da bir direniş.

 

Röportajları okuyan herkesin ortak fikri, gerçek insanların hikayelerinin ne kadar da etkileyici olduğuyla ilgiliydi. Bu durum kendi adıma beni rahatsız ediyor. Çünkü insanların olup bitenlere bir tepki vermelerinin artık neredeyse, mağdurların hikayelerine bağlı olduğu bir noktadayız. Örneğin deniz kıyısına yüz üstü vuran bir bebek olmadan mültecileri, ormanda cesedi yakılan bir genç kadın olmadan da kadınlara yöneltilen bakışı anlayamaz hale geldik. Bu röportajlar da aslında bu hisleri yarattı çoğunlukta. Bu konuda ne söylemek istersiniz?

 

Bunu sormanıza sevindim, çünkü beni çok düşündüren bir husus var burada. Mağdura odaklanmak, kimin görünür olacağını seçmek politik tercihlerdir, bunda bir mesele yok. İş, mağdur edileni bir özne olarak sunabilmekte, asıl bu esnada mağduriyetin kaynağı olan mekanizmayı ifşa edebilmekte. Mağduriyete vicdan, merhamet ya da salt duygu üzerinden yaklaşmak, bu apolitizm bizi hiçbir yere götürmez. Gittikçe artan ve çok düşündürücü bulduğum bir toplumsal eğilim de mağduriyetin sergilenişiyle dahi yetinmemek, tepki göstermek için hikâyelerin en ağırını, en vahşisini beklemek hali. Burada kanıksamaya, bundan doğan kayıtsızlığa ve yabancılaşmaya dair sorunlar var ve geldiği yer hayatta gerçek tavırlar almaktan alıkoyuyor. Bu kitaptaki 35 kişinin hiçbiri kendi işinin, sektörünün en ağır hikayesini yaşamadı; okuyanları bu anlamda “sarsmak” için seçilmediler. Ama yaklaşarak hikayesini dinlediğiniz her kişi bu düzenin farklı dozlarda tek tek hayatlara nasıl sirayet ettiğini anlatıyor. O mekanizmanın sinsiliğini, rastgele seçilmiş hayatlardaki baskın ve yıkıcı gücünü görüyorsunuz, ki bence asıl “sarsıcı” olan da bu. Bu yaygınlık, bu içselleştirme ve normalleştirme hali...

 

  • “Mağdura odaklanmak, kimin görünür olacağını seçmek politik tercihlerdir, bunda bir mesele yok. İş, mağdur edileni bir özne olarak sunabilmekte, asıl bu esnada mağduriyetin kaynağı olan mekanizmayı ifşa edebilmekte.”

 

Pandemi sürecinde kapitalizmin güya rafa kaldırılmış olan vahşi yönünü yeniden görür olduk. İşten çıkarmalar, kod-29 uygulamaları, sendikal faaliyetlerin yasaklanması ve her şeyden öte, ‘evde kalma hakkı’na sahip olamayan işçi sınıfı… En kötüsünü biz mi görüyoruz sizce? Jack London’ın anlattığı kapitalizmden farklı bir yerde miyiz?

Elbette sömürü yeni araçlar, düzenekler, ilişkiler üretti kendine, ama evet erken kapitalizmin “vahşetini” çağırıştıran bir dönem yaşadığımızı söylemek mümkün. Üstelik başkaca etkenlerle birleşerek iyiye doğru bir ihtimali, bir gelecek tasavvurunu da yitirmiş durumdayız. Bu da hem bugün, hem yarın algımızı topyekun değiştiriyor. Düzeltme, değiştirme, daha iyisini düşünme imkânını zora sokuyor.

 

Pandemi röportajlarından sonra bir de ‘belirsizlik’ üzerine yazı diziniz oldu. Ki gerçekten de, dünyanın her yerinde salgın sürecini en çok zorlaştıran mefhum buydu. Özellikle gelişmiş demokrasilerde yaşayanları çok etkiledi bu. Bizimki gibi coğrafyalarda ise halihazırda bir olağanüstü hal ve belirsizlik devredeydi. Yine de bizim üzerimizde ekstra bir yük yarattı mı bu süreç? Gözlemleriniz neler?

Salgın küresel olarak tecrübe ettiğimiz bir belirsizlik hali oldu, ama tek tek hayatlardaki tezahürü coğrafya gibi, sınıf gibi normal dediğimiz zamanda “belirli” olan üzerinden şekillendi. Belirsizliği eşit olarak paylaşmadık. Haklısınız, öngörülür olandan kopmak buna alışkın olmayanları başka türlü sarsmış olabilir. Salgın dolayısıyla sokaklara inen tank, TOMA görmenin bizdekiyle, bir Fransız'da yaratacağı tesir aynı değil. Macron korona dolayısıyla olağanüstü hali açıklarken yaşanmıştı bu. Her şeyi geçtim, biz gülsuyu sıkan TOMA görmüş insanlarız neticede. Ama şu da var... Salgın Türkiye'de yasaların, hukukun, kurumların, yani hayatı şekillendirmek üzere belirlenmiş olanın siyasi otorite tarafından iyice zayıflatıldığı bir döneme denk geldi. Tarihin en şiddetli ekonomik krizlerinden birini de eklediğinizde kesif bir belirsizlik hali ortaya çıktı. Görüştüğüm kişilerde bunun iki türlü yansıması vardı. Birincisi hiç bilmediğimiz türden bir usanç, yılgınlık hali... İkincisi ise tersine, hayatını değiştirme arzusu...

 

Son olarak edebi kişiliğinizi konuşmak istiyorum. Öykülerinizde güncel ve gerçekçi unsurları olduğu gibi yansıtıyor ve tıpkı röportajlarınızdaki gibi sıradan insanların hayatlarına değiniyorsunuz. Bu gazetecilik refleksi mi yoksa Pınar Öğünç böyle biri olduğu için mi onun gazeteciliği böyle?

Sonuçta yazmanın farklı yolları, benim içimde departmanlara ayrılmış değil, hayata bakmanın bir biçiminden doğuyor hepsi. Bu yüzden yakınlıkları var ama her bir türün esneklikleri, derinlikleri, imkânları üzerinden de farklılıkları var. Fakat “olduğu gibi yansıtmak” dediğiniz belki edebi zenginlik katılmış gazeteciliğin gayesi olabilir diye düşünüyorum. Edebiyat ise olup bitenin üzerine bir katman daha ekleyerek, hakikati bir kat daha incelterek yansıttığı için bizi zenginleştiriyor.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.