Sivas katliamından Deniz Poyraz’a...

Forum Haberleri —

  • Acılar birleştirilip ortak güce dönüştürülmeli ki, katliamlara karşı güçlü bir duvar örülebilsin. Aksi durumda yeni Sivasları, Roboskîleri ve Denizleri anmaya devam edeceğiz. 

HASAN HAYRİ ATEŞ

“Darağaçları, zindanlar, hücreler, ancak histerik bir imanın gölgesinde çoğalır; ruhu hepten sarmış olan o hastalıklı inanma ihtiyacının gölgesinde.” E.M.Cioran

***

Bir doğruyu, kendi doğrusunu mutlak sayan ve bunu herkese dayatanların yanında, tarihte kötülük sembolü haline gelmiş her figür epey soluk kalır. Kendinden olmayanlara karşı kıyıcı bir kılıca dönüştürdükleri zehirli kavramları, Nemrut ve Firavun gibiler icat etmemiştir. Dindaşlığı mutlak bir tapınç haline getirenler, daha uzak geçmişe ait olsa da, bunu daha ölümcül şekilde kandaşlıkla birleştirmek modern zamanlara aittir. 

Dolayısıyla din-vatan-millet örtüsü altında ölüm saçan tüm kavramlar, katliamlar, soykırımlar yaparak, kandan beslenmeyi tek gaye bilenlerin eseridir.

Bunun nasıl bir kıyıcılık olduğunu, geçtiğimiz günlerde Devlet Bahçeli’nin, kurduğu cümlelerle Deniz Poyraz’ın katledilmesini açıktan üstlenen, hem de “vatanı savunma görevi” söylemiyle meşrulaştıran açıklamasında gördük. Bahçeli’nin zehirli sözcüklerle kan kusan konuşması, Deniz Poyraz’ın neden öldürüldüğünün ve öldürülmesi gerektiğinin izahıydı. Biat etmeyen, aidiyetlerinden soyunmayıp farklılığını ortaya koyan her kişi öldürülmeyi hak etmiştir. Bu, dünden bu güne değişmeyen ve bir kez daha alenen ilan edilen devlet fermanıdır. 

Bahçeli’nin ölüm saçan sözleriyle artık herkes çok daha iyi görmüş oldu ki, biçimsel de olsa, bir şekilde varlığını koruyan yargı ve hukuksal süreçler tümden kadük hale gelmiştir. Artık geçerli olan, iktidarı elinde tutan muktedirlerin buyrukları, fermanları olacaktır. 

Elbette bu noktaya bir an da gelinmedi. 

2 Temmuz 1993'te yaşanan Sivas Katliamı sırasında iktidarda olan DYP-SHP koalisyonunun başbakanı Tansu Çiller, "Çok şükür, otel dışındaki halkımız bir zarar görmemiştir" diye kamuoyUna açıklama yapıyordu. 

Peki otelin içindekiler ve dışındakiler, vatandaş sayılanlar sayılmayanlar ayrımı neye göre yapılıyordu?

Hakim zihniyete göre Madımak Oteli’ndekiler din sapkınıydı, yıkıcı ve bölücüydü. O gün icranın başı olan Çiller de temsilini bulan bu anlayışa göre katledilmeleri siyaseten de, dinen de vacipti. Dışarıdakiler ise, “vatan sevgisi” ile ayaklanmış, sapkınların kanlarını dökerek had bildirmek üzere harekete geçmiş, geçirilmiş makbul vatandaşlardı. Çiller açıkça demek istiyordu ki, içeridekiler sapkındı. Katledilmeleri vacipti.

Bu katli vacipliğin kaynağının da, vakti zamanında verilen fetvalar olduğunu biliyoruz. 

Kızılbaş toplumunu kılıçtan geçiren Yavuz Selim önce Müftü Sarı Görez Hamza Efendi’ye sonra da Şeyhülislam İbni Kemal’e fetvalar verdiriyordu. Verilen fetvaların içeriği kısaca şöyledir: “Bu nedenlerden ötürü şeriat hükmünün ve kitaplarımızın verdiği haklarla, bu Kızılbaş topluluğun kâfirler ve dinsizler topluluğu olduğuna dair fetva verdik. Onlara sempati gösteren, batıl dinlerini kabul eden ve yardımcı olanlar da kâfir ve dinsizdirler. Bu kimselerin topluluğunu dağıtmak bütün Müslümanların görevidir.”

Şu zamana kadar Alevi Kızılbaş toplumuna yaşatılan tüm katliamların da fermanıdır bu fetva.

Devletin ruhunu oluşturan Yavuz Selim zihniyeti, İttihatçılık-Kemalizm derken Türk İslam sentezi ile formatlanarak günümüze kadar süregelmiştir. Bu gün de temsilini Erdoğan şefliğinde, AKP/MHP ittifakında bulmaktadır. 

Irkçılıkla bezenmiş zehirli sözcükler, yıllardır kin ve nefretle koşullandırılan toplumun önemli bir kesiminde de her zaman karşılık bulmuş, bulmaya devam ediyor. Böyle de olsa gerçek katiller, dinci veya ırkçı milliyetçi bir siyasi anlayışla fanatikçe bir tahakküm kuranlardır; vatandaşlarını farklı aidiyetler üzerinden kategorize ederek ayrım yapanlardır.

Elbette kanla beslenen bu zihniyetin üstesinden gelinmediği sürece, katliamların önüne geçmek mümkün olmayacaktır.

Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, yalnızca son yüz yıllık zaman dilimine bile bakıldığında neredeyse takvimin her yaprağı bir katliamla, bir ölümle anılır duruma gelmiş. Ermeniler, Rumlar, Süryaniler, Kürtler, Aleviler, kadınlar, sosyalistler ve farklı demokratik çevreler açısından neredeyse bir anmaya konu olmayan tek gün yoktur. Her anma, “unutmayacağız, unutturmayacağız” söylemiyle derin bir hüzünle sona ererken, aynı şekilde bir sonraki güne hazırlık yapmak trajik bir durumdur. Hal böyleyken acılarda dahi yeterince ortaklaşa güçlü bir ses verilemediğinden, arkasından gelen ölüm ve katliamlar da önlenememektedir. 

Bu anlamda son yıllarda geniş kesimlerde derin bir etki yaratan Sivas ve Roboskî katliamlarının yıldönümünde ortaya çıkan manzara, üzerinde çok yönlü düşünmeyi gerektiriyor.

Açık ki, tüm yaşananlara karşı asıl sorun, dünden bugüne sistematik olarak katliamlara uğrayanların tavrıdır. Ayrılıkçı, bölücü, sapkın v.b gibi kavramlarla mimlenenler, ölüm fermanlarından paylarını fazlasıyla alırken, kendi aralarında da gene bu kavramlar etrafında ayrıştıkları, inkara gelmez bir realitedir. Bu realite günümüzde de geçerliliğini sürdürmeye devam ediyor. Böyle olduğu için acılarını tüm nehirlerin buluştuğu bir deryaya akıtarak ortak bir güce dönüştürmek yerine, herkes acısını kendi gölüne akıtmakta, orada bir başına yaşamaktadır. 

Oysa göller, nehirler Deniz’lere akmalı, acılar birleştirilip ortak güce dönüştürülmeli ki, katliamlara karşı güçlü bir duvar örülebilsin. Aksi durumda yeni Sivasları, Roboskîleri ve Denizleri anmaya devam edeceğiz. 

Sivas’ta katledilenlerin ve Deniz Poyraz’ın anısına saygıyla…

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.