Tecridin sorumluluğu CPT’de
Dosya Haberleri —
- CPT tecridin geleceğini ve sorumluluğunu büyük ölçüde elinde tutmaktadır. Belirleyici bir rol oynayabilecek ana baskı aracı olan CPT, ne yazık ki bazı siyasi çıkarları dikkate alarak hareket ediyor. CPT, tutukluların haklarını koruyan Nelson Mandela kurallarının, İmralı’da tam olarak uygulanmadığını ve ihlal edildiğini belirten bir rapor yayınlamalıdır.
Uluslararası Tecride Karşı Delegasyon içerisinde yer alan Cenevre Barosu avukatlarından Raphael Roux, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'a yönelik tecridi gazetemize değerlendirdi:
- Sayın Öcalan’la ilgili bu durumun değişmesini ve çözülmesini umuyoruz. Şu anda tüm gözler CPT üzerinde. CPT’nin, tüm insan haklarını koruma mekanizmalarına uygun hareket etmesi gerekiyor. CPT’nin yanı sıra konudan sorumlu tüm organlar üzerine düşeni yapmalı, yani Türkiye’nin ihlallerine karşı yaptırımları hayata geçirmesi gerekiyor.
- AB ülkelerinin jeopolitik çıkarlardan kaynaklı, Türk devletine kayıtsız kalmasından korkuyoruz. Özellikle, AB ile Türkiye arasındaki göç antlaşmasından dolayı bunun olabileceğini düşünüyorum. Batı Avrupa’da yaşayan vatandaşlar olarak insan haklarının ekonomik çıkarlar uğruna feda edilmemesini sağlamak için baskı yapmalıyız.
SERKAN DEMİREL/CENEVRE
İmralı Adası’nda 24 yılı aşkın süredir esir tutulan Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan üzerindeki mutlak tecrit, Kürt halkına karşı yürütülen savaş konsepti çerçevesinde ağırlaştırılarak devam ettiriliyor. Öcalan ve İmralı tutsakları özelinde hayata geçirilen mutlak tecrit hali 31. ayında sürerken, bir anlamda İmralı’da inşa edilen bu tecrit rejimi Türkiye ve Kurdistan toplumları üzerinde de kendini ağır bir şekilde hissettiriyor. Tecrit rejiminde ısrar eden Avrupa Konseyi üyesi olan Türk devleti ise altında imzası olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi başta olmak üzere birçok uluslararası sözleşmeyi de ihlal etmeye devam ediyor. İmralı’ya ulaşabilen tek yetkili kuruluş olan ve tecridin geleceğini ve sorumluluğunu bir anlamda elinde tutan Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi (CPT) ise konuya ilişkin kendisine yapılan ulusal ve uluslararası birçok çağrıya rağmen sessizlikte ısrar ediyor. Öcalan üzerindeki mutlak tecridi, Ocak 2023’te Türkiye ve Kurdistan’da giderek tecrit noktasında bir dizi temaslarda bulanan Uluslararası Tecride Karşı Delegasyon içerisinde yer alan Cenevre Barosu avukatlarından Raphael Roux ile konuştuk.
İmralı’da esir tutulan Öcalan üzerindeki mutlak tecrit hali devam ediyor. Avukat ve aile görüş hakkı tamamen elinden alınan Öcalan ile 31 aydır hiçbir iletişim kurulamıyor. Tecride Karşı Uluslararası Delegasyon’un üyesi bir avukat olarak Türkiye’de yaptığınız bir dizi temasları da göz önünde bulundurarak, İmralı tecridini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’ye yaptığımız ziyarette Sayın Abdullah Öcalan’ın avukatları, yakınları ve tecrit sisteminin mağduru olan diğer insanlarla görüşme fırsatımız oldu. Bu görüşmelerden ve gözlemlerimizden anladığımız, bu tecridin uluslararası hukuku açıktan ihlal ettiğidir. Özellikle, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) en son 2014 yılında olmak üzere, Türkiye’yi bu konuda kınamıştır. Avukatlar olarak bizi özellikle ilgilendiren husus, İmralı Cezaevi ile Sayın Öcalan’ın avukatları veya yakınları arasında uluslararası hukuka aykırı bir şekilde iletişimin kesilmesiydi. Çünkü Avrupa Konseyi’nin bir üyesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi imzacısı olan Türkiye, bu standartlara uymak ve bu tür muameleleri yasaklamakla yükümlüdür. Ne yazık ki, bugün hala Sayın Öcalan’a dönük uygulamalar devam etmektedir. Türkiye’nin bu tutumu, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin açıktan ihlalidir ve başlı başına bir kınamayı gerektirmektedir. CPT bu konunun geleceğini ve sorumluluğunu büyük ölçüde elinde tutmaktadır. Ne bizim gibi uluslararası heyetlerin ne de Öcalan’ın avukatlarının İmralı’ya girişine izin verilmiyor. CPT, İmralı Cezaevi’ne ulaşabilen tek kurumdur. Dolayısıyla, CPT şu anda tecrit konusunda belirleyici bir rol oynayabilecek ana baskı aracıdır. En son İmralı’ya ziyaret gerçekleştirmiş kurum olmasına rağmen, CPT raporunu hala kamuoyuna açıklamadı. Komitenin nasıl bir tutum takınacağı ve ne diyeceği konusunda büyük bir beklenti var. Komite tecride dönük tavrını tekrarlayacak mı? Bu tecrit karşısındaki pozisyonu ne olacak? İnsan haklarının garantörleri olan Avrupa organlarının tavrı ne olacak? Gibi sorulara cevap açısından CPT’nin yayınlayacağı rapordan bir beklenti var.
Sizin de belirttiğiniz gibi İmralı’ya ulaşabilen tek yetkili kuruluş olan CPT, tecrit noktasında sessizliğini korumaya devam ediyor. İmralı’ya yaptığı son ziyaretin raporunu hala açıklamış değil. CPT’nin tecride dönük tutumunu ve pozisyonunu nasıl ele almak gerekir?
Son tavrının ne olacağını bilmek zor çünkü şu anda ziyaretle ilgili en son raporuna sahip değiliz. CPT eninde sonunda bu raporunu yayınlayacak. Sanırım asıl soru şu: Bu raporun içinde ne olacak? Neler bu rapora dahil edilecek? Ve hepsinden önemlisi, bu raporun etkisi ne olacak? Çünkü şu anda, yakın çevremizdeki temel sorular bunlar. Ancak, ne yazık ki CPT'nin bazı siyasi çıkarları dikkate aldığını düşünüyorum. Ceza hukuku alanında ve cezaevlerinde de çalışan bir avukat olarak, cezaevlerine girmek müvekkillerimizle görüşebilmek çalışmalarımızın merkezinde yer alan bir konudur. Müvekkillerimizin savunmalarını hazırlamak ve hatta günlük tutukluluk koşullarına uyulup uyulmadığını kontrol etmek için müvekkillerimizle cezaevi içindeki bir ziyaret odasında görüşme imkânı esastır. Bu anlamda, cezaevlerine erişim çok önemli. Bu nedenle, CPT ya da başka kurumlar aracılığıyla olsun, Sayın Öcalan’la ilgili bu durumun değişmesini ve çözülmesini umuyoruz. Şu anda tüm gözler CPT üzerinde. CPT’nin, tüm insan haklarını koruma mekanizmalarına uygun hareket etmesi gerekiyor. CPT’nin yanı sıra konudan sorumlu tüm organlar üzerine düşeni yapmalı, yani Türkiye’nin ihlallerine karşı yaptırımları hayata geçirmesi gerekiyor.
Tecridin bir bütün olarak hak ihlalleri kapsamında olduğuna dikkat çektiniz. Peki Türk devleti açısından bu tecridin hukuki bir açıklaması var mı?
Hayır, Türk devletinin hukuki hiçbir açıklaması yok. Özellikle avukatların ve akrabalarının ziyaretlerinin iptali konusunda, Türk makamları tarafından düzenli öne sürülenler arasında teknik sorunlar ve güvenlik gerekçeleri var. İnsanları, İmralı Cezaevi'ne götürmesi gereken teknenin arızalanması gibi teknik nedenlerin öne sürüldüğü örnekler gibi. Bu tür mazeretler oldukça yaygın görülmektedir. CPT bu durumu raporlarında belirtmiş ve AİHM de bu durumu kınamıştır. Bu tür bahaneler, ziyaret ve temasları engellemek için gerekçe olarak kullanılamaz. Benzer şekilde, güvenlik gerekçeleriyle ilgili olarak, AİHM devletlerin bu gerekçeleri kullanabileceğini kabul eder, ancak bunları orantılık ölçütleriyle dengelemeleri gerekir. Bir devlet tarafından ileri sürülen güvenlik gerekçeleri ne olursa olsun, bu gerekçeler her zaman temel insan haklarına saygıyı güvence altına almalıdır. Bu insan hakları arasında; tutukluların, avukatları da dahil olmak üzere dış dünya ile temaslarını sürdürme hakkı da yer almaktadır.
Türkiye, İmralı tecridi ile altında imzası olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gibi birçok uluslararası sözleşmeyi ihlal ediyor. Ama buna rağmen yetkili kuruluşlar, Türkiye’ye karşı somut adımlar atmaktan kaçınıyor. CPT ve yetkili kuruluşların içinde olduğu tutumu değiştirmek için ne yapılabilir?
Evet, AİHM Türkiye’yi birçok kez mahkum etti ve kınadı. Ve Sayın Abdullah Öcalan’ın tutukluluk sistemi ile ilgili olarak, Türkiye’nin 3. maddeyi ihlal ettiğini de ortaya koydu. Ancak AİHM’nin verdiği bu kararlar, insan haklarının devlet tarafından, yani yapısal olarak sürekli ihlal edilmesi anlamı taşımamaktadır. Ama, bu tür ihlallere sıkça rastlanmakla birlikte, daha karmaşık yapısal yaşandığı vakalar da mevcuttur. Heyetimizin hazırladığı raporda ve yaptığımız görüşmelerde, sistematik insan hakları ihlallerine ilişkin pek çok anlatım dinledik. Maalesef devlet tarafından sistematik şekilde gerçekleştirilen ihlallerden resmi olarak söz edebilmek için somut kanıtlar gerekmektedir. Bu da genellikle AİHM gibi bir organın bir başvuru aldıktan sonra müdahale etmesini ve bir kınama kararı vermesini gerektirir. Örneğin CPT, tutukluların haklarını koruyan Nelson Mandela kurallarının, İmralı’da tam olarak uygulanmadığını ve ihlal edildiğini belirten bir rapor yayınlamalıdır. Yani, devlet eliyle sistematik insan hakları ihlalinden, bunu ilan etme yetkisine sahip organlar yaptığında bahsedebiliriz. Bu yetkili organların bunu yapmaları ve görevlerini yerine getirmeleri için baskı yapılması gerekir. İşte bu noktada sivil toplum örgütlerinin ve insan hakları savunucularının önemi ve rolü devreye giriyor. Bu kurumlar ve kişiler, Sayın Öcalan’ın durumunda açık ve sistematik bir insan hakları ihlali olduğunu dile getirerek, yetkili kuruşlara ihlalleri açıkça kınaması ve Türkiye’ye gereken yaptırımları yapması için baskı uygulaması gerekir. Avukatlar ve insan hakları savunucuları olarak hedefimiz, bu organların görevlerini yerine gerilmelerini, yani Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi imzacısı devletler tarafından işlenen insan hakları ihlallerinin cezalandırılmasını sağlamaktır. Ancak, Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin ve özellikle de merkez batı ülkelerinin jeopolitik çıkarlardan kaynaklı, Türk devletine kayıtsız kalmasından korkuyoruz. Kısacası bu durum gelişirse, stratejik çıkarlar için insan haklarının bir kenara bırakılması anlamına gelecektir. Özellikle, AB ile Türkiye arasındaki göç antlaşmasından dolayı bunun olabileceğini düşünüyorum.
Bu durum oluşursa, Batı Avrupa’da yaşayan vatandaşlar olarak insan haklarının ekonomik ve stratejik çıkarlar uğruna feda edilmemesini sağlamak için baskı yapmalıyız.
Bir örnek verirsek, Nelson Mandela’nın uzun tutukluluk yıllarının ardından özgürlüğe giden yolunda uluslararası sivil toplum kuruluşları önemli rol oynadı. Bugün Sayın Öcalan, belki de Mandela’dan daha ağır koşullarda cezaevinde tutuluyor. Ama buna rağmen hem yetkili kuruluşlar hem de uluslararası toplum nezdinde bir sessizlik hâkim. Bu durumu nasıl yorumlamak gerekir?
Evet, ben de Sayın Öcalan’ın durumunun, Nelson Mandela’nınkiyle bir paralellik taşıdığını düşünüyorum. Mandela’nın koşullarına ilişkin uluslararası alanda daha çok tepkiler ve kınamalar vardı. Aynı zamanda Güney Afrika’daki Apartheid rejimini destekleyen Batılı devletler arasında da güçlü çıkar ilişkileri vardı. Mandela’yı özgürlüğe götüren sürecin odak noktası yerel mücadele olmasına rağmen, uluslararasındaki sivil toplum örgütlerinin seferberliği bu süreci başarıya götürdü. Batılı ülkelerdeki sivil toplum örgütleri içindeki insanların dayanışması, bu dinamikte rol oynayan bir baskı oluşturmayı mümkün kıldı. İşte bu yüzden, bugün Mandela’nın durumuyla paralellikler gösteren bir durumla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. Ancak, sadece yayınladığımız rapor gibi sınırlı eylemlerle yetinirsek, Öcalan üzerindeki uygulamalarda bir değişiklik olmaz. Bununla birlikte, sivil toplum aktörleri tarafından uygulanan tüm baskıların, uluslararası düzeyde olası kınamaları teşvik ederek, sonuçta dengeleri bir nebzede olsa etkileyebileceğini düşünüyorum.
Heyet olarak yayınladığınız raporda, İmralı merkezli Türkiye ve Kurdistan hakları üzerinde bir tecrit rejimi kurulduğuna dikkat çekmiştiniz. Bu ne anlama geliyor?
Heyetin bir parçası olarak yaptığımız şey, avukatlarla, barolarla ve baro üyeleriyle görüşmekti. Ayrıca Kürt hareketiyle bağlantılı çeşitli sivil toplum kuruluşlarıyla görüştük. Tutsak yakınları ya da sadece işlerini yapmaya çalışan avukatlarla yaptığımız görüşmelerde açıklayıcı bir şey vardı. İmralı’da Sayın Abdullah Öcalan’a uygulanan tecrit rejimini ve sistemini anlattılar. Açıkçası, uzun yıllara yayılan tecrit, Türkiye’deki Kürt toplumunun tamamını etkilemiş durumda. Bir bakıma bu tecrit rejimi, toplumda karşılaştığımız ve gördüklerimizin bir yansımasıdır. Sadece İmralı’daki tutsaklar değil, aynı zamanda Türkiye’deki cezaevleri de bu tecrit sisteminin yansıması ile karşı karşıya. Bu anlamda, İmralı; tecrit rejiminin başlayıp daha sonra tüm tutsaklara ve topluma yaygınlaştırıldığı bir laboratuvar olarak görülebilir. Buna ek olarak görüştüğümüz insanlar, bu tecridin toplumdaki günlük yaşamda da mevcut olduğunu belirttiler. Bu tecridin günlük yaşam üzerinde bir etkisi olduğunu hissediyorsunuz ve İmralı’da uygulanan bu rejim, Türkiye’de bireylerin maruz kaldığı baskının bir sembolü haline gelmiş durumda.