Türkiye umut hakkını uygulamak zorunda
Dosya Haberleri —

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan için eylem
MAF-DAD üyesi avukat Rengin Ergül ile Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ne yapılan başvuruyu ve arka planını gazetemize değerlendirdi
- Bu uygulama yalnızca bireysel hakların değil, barış hakkının da ihlalidir. Kürt halkı için Sayın Öcalan, barış sürecinde baş müzakerecidir. Onun temel haklarının tanınmaması, müzakere sürecinin başlamasını dahi imkânsız kılar. Burada devletin samimiyetinden çok, müzakerenin doğası gereği atılması gereken zorunlu adımlardan söz ediyoruz.
- Umut hakkı, Türkiye açısından AİHM’in Abdullah Öcalan kararında açıkça tanımlanmıştır. Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne taraf olduğu için yalnızca kendi hakkında değil, diğer ülkeler hakkında verilen AİHM kararlarıyla da bağlıdır. AİHM’in umut hakkı konusunda farklı ülkeler için verdiği pek çok karar vardır ve Türkiye bunları uygulamak zorundadır.
- Eğer Türk devletine bir adım attırılacaksa, bu Türkiye ve Kürdistan’daki sokaklarda, meydanlarda ve nihayetinde Meclis’de olacaktır. Yasalar orada değişecek, yasaklar orada kalkacaktır. Bu yüzden Meclis’te yürütülecek siyasi mücadele, hukuki mücadelemizi tamamlayacak asıl zemindir. Mücadele tüm alanlarda birlikte yürütülmelidir.
ERKAN GÜLBAHÇE
Asrın Hukuk Bürosu, Türkiye’deki hukuk ve insan hakları örgütleri ile Avrupa’da aralarında MAF-DAD’ın da bulunduğu hukuk örgütleri geçtiğimiz hafta Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ne (AKBK), “umut hakkı”nın etkin kullanımı için ayrı ayrı görüş sundu. Uluslararası Hukuk ve Demokrasi Derneği (MAF-DAD) üyesi avukat Rengin Ergül ile Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ne yapılan başvuru, Türkiye’nin tutumu, İmralı'daki tecridi, uluslararası hukuk girişimlerini gazetemize değerlendirdi.
Türkiye’nin Haziran 2025’te Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ne sunduğu eylem planında umut hakkına ilişkin herhangi bir düzenlemenin yer almamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’nin son sunduğu eylem planı, 2015’ten bu yana izlediği tutumun bir devamı niteliğinde. O tarihten bu yana çeşitli eylem planları sunulsa da, bu planlar gerçek bir çözüm içermiyor. Sürekli olarak farklı argümanlarla adım atmamanın üzeri örtülmeye çalışılıyor. Haziran 2025’te de yine herhangi bir somut adım atılmadı ve manipülatif bir plan Komite’ye sunuldu. Bu durum, Bakanlar Komitesi önünde sivil toplumun rolünün ne kadar kritik olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Komite, devletlerin sunduğu eylem planlarını esas alarak kararların uygulanıp uygulanmadığını denetleyen bir mekanizma. Bu nedenle devlet bir plan sunduğunda, Komite teknik olarak bunu dikkate almak zorunda kalıyor. Ancak sivil toplum burada devreye girerek, tarafsız bir göz olarak devletin gerçekten adım atmadığını somut biçimde ortaya koyabiliyor. Biz de yıllardır hem Türkiye’deki hem de Avrupa’daki örgütlerle birlikte bu sürece müdahil oluyoruz. Avrupa’daki kurumlar bu yıl ilk kez bu şekilde sürece katıldı. Her eylem planına karşı neden geçersiz olduğunu madde madde açıklayan bildiriler hazırlıyoruz. Bu yıl da aynı şekilde, sunulan planın neden çözüm üretmediğini ayrıntılı biçimde ifade ettik. Bu tablo, sivil toplumun süreci izlemeye ve müdahil olmaya neden devam etmesi gerektiğini açıkça gösteriyor.
Avrupa Konseyi’nin 2024 tarihli kararında umut hakkı konusunda reform yapılmaması halinde ara karar alınabileceği belirtilmişti. Sizce Eylül 2025’te Türkiye hakkında nasıl bir karar çıkabilir?
Bakanlar Komitesi’nin Eylül 2024 için öngördüğü “ara karar”, aslında ihlal prosedüründen bir önceki aşamadır. En ağır yaptırım olan ihlal prosedürü şu anda Kavala dosyasında işletiliyor. Ara karar ise bu süreçten bir adım geride, dosyanın daha yakından izlendiğini gösteren diplomatik bir adımdır. Ancak bu mekanizmanın çok etkili olduğu söylenemez. Örneğin Demirtaş dosyasında da ara kararlar alındı ama bunlar daha önce verilmiş genel kararların farklı başlıklarla sürdürülmesinden ibaretti. Bakanlar Komitesi bir mahkeme değildir ve aldığı kararlar da mahkeme kararı niteliği taşımaz. Yine de bu kararlar, Avrupa Konseyi içinde Türkiye’ye yönelik baskı kurmak açısından önemlidir. Her yeni tespit, Türkiye’nin yükümlülüklerini yerine getirmediğini belgeleyen bir argüman sunar. Bu nedenle ister ara karar ister ihlal prosedürü olsun, asıl önemli olan Türkiye’nin kararlara uymadığının tescillenmesidir. Bunu yalnızca Bakanlar Komitesi değil, Avrupa Konseyi’nin diğer mekanizmalarıyla da görünür kılmak gerekiyor.
Komite’nin yaptırım gücü sınırlı olduğu için Eylül ayında ciddi bir yaptırım kararı beklemiyoruz. Muhtemelen daha önceki tavsiyelerin ve genel kararların tekrarlandığı bir metinle karşılaşacağız. Ama yine de daha güçlü ve beklenmedik bir karar çıkmasını umut ediyoruz.
Türkiye’deki ağırlaştırılmış müebbet uygulamaları neden umut hakkıyla çelişiyor?
Ağırlaştırılmış müebbet cezası, ismen “ömür boyu hapis” gibi görünse de, “terör suçu” kapsamında verildiğinde fiilen ölünceye kadar hücre hapsi anlamına geliyor. Bu da açıkça işkence yasağının ihlali demektir. Süresiz hücre hapsi, hem Mandela Kuralları hem de Avrupa Konseyi ilkeleriyle çelişmektedir. Ayrıca bir mahpusun bir gün serbest bırakılabileceğine dair gerçek bir tahliye umudu taşıması gerekir. AİHM, devletlere belli ölçüde takdir yetkisi tanısa da, en geç 25 yıl sonra mahpusun durumunun gözden geçirilmesini zorunlu kılar. Yani tahliye sadece yasada öngörülmekle kalmamalı, fiilen uygulanabilir de olmalıdır. Bu süreçte usulü güvencelerin sağlanması ve mahpusun tecrit altında tutulmaması da şarttır.
Bugün Türkiye’de yalnızca ağırlaştırılmış müebbetlerde değil, süreli hapis cezalarında da bu şartlar sağlanmıyor. İdari Gözlem Kurulları, şartlı tahliye önünde ciddi bir engel oluşturuyor. Hem uygulamaları hem de mevzuattaki düzenlemeleriyle bu kurullar, tahliye sistemini işlemez hale getiriyor. Ayrıca etkili bir itiraz mekanizması da bulunmuyor. Bu da mahpusun adil sürece erişimini ortadan kaldırıyor. Dolayısıyla Türkiye, umut hakkı açısından sadece ağırlaştırılmış müebbetlerde değil, genel olarak ceza infaz sisteminde de ciddi bir ihlal içinde. Bu nedenle İdari ve Gözlem Kurulları ileride bir çözüm olarak sunulacaksa, şimdiden bunun bir yanılsama olduğunu belirtmek gerekir.
Ağırlaştırılmış müebbet cezası Türkiye hukukuna doğrudan Abdullah Öcalan’ı hedef alarak girmiştir. Bu yasanın kabul sürecine bakıldığında, söylemlerin tamamının Sayın Öcalan üzerinden şekillendiği görülür. Ancak bugün bu ceza binlerce kişiye uygulanmaktadır. Özellikle sokağa çıkma yasakları döneminde gözaltına alınan çok sayıda Kürt gencine bu ceza verildi. Devletin “terör tanımı” çerçevesinde, bu kişiler fiilen ölünceye kadar hapisle cezalandırılmış oldu. Bugün Türkiye’de ağırlaştırılmış müebbet cezasına çarptırılmış dört bini aşkın mahpus bulunuyor. Adalet Bakanlığı bu konuda doğrudan veri paylaşmasa da, geçen yıl Birleşmiş Milletler nezdinde yapılan bir toplantıda açıklanan istatistiklerden bu rakama ulaştık. Ne kadarının terör kapsamında olduğu ya da bu cezaların gerçekten ne oranda “ölünceye kadar” sürdüğü net değil. Ancak bu bilgiyi açıklamak devletin sorumluluğunda. O zamana kadar elimizdeki verilerle konuşmak zorundayız.
Sayın Abdullah Öcalan’a uygulanan mutlak tecrit yalnızca bireysel bir hak ihlali midir yoksa toplumun barış hakkını da ilgilendiren yapısal bir sorun mudur? Bu uygulamanın hukuki tanımı nasıl yapılabilir?
Bu uygulama yalnızca bireysel hakların değil, barış hakkının da ihlalidir. Kürt halkı için Sayın Öcalan, barış sürecinde baş müzakerecidir. Onun temel haklarının tanınmaması, müzakere sürecinin başlamasını dahi imkânsız kılar. Burada devletin samimiyetinden çok, müzakerenin doğası gereği atılması gereken zorunlu adımlardan söz ediyoruz. Eğer devletin müzakere yürütme yönünde bir iradesi varsa, ilk olarak Sayın Öcalan’ın temel haklarını tesis etmelidir. Bu, mevcut infaz yasasına uygun şekilde tecridin kaldırılması, avukat ve ailesiyle görüşme hakkının tanınması, dış dünyayla iletişim kurabilmesi ve gerektiğinde siyasi temsilcilerle görüşebilmesi anlamına gelir.
İkinci olarak da Türkiye, AİHM içtihatlarına uygun biçimde umut hakkını tanımalı ve yasal çerçeveyi bu doğrultuda değiştirmelidir. Bu da nihayetinde Sayın Öcalan’ın özgürlüğünün önünü açabilecek bir sürecin başlaması anlamına gelir.
PKK’nin silah bırakma ve fesih kararına rağmen Türkiye’nin umut hakkı gibi temel haklar konusunda adım atmamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Umut hakkı, Türkiye açısından AİHM’in Abdullah Öcalan kararında açıkça tanımlanmıştır. Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne taraf olduğu için yalnızca kendi hakkında değil, diğer ülkeler hakkında verilen AİHM kararlarıyla da bağlıdır. AİHM’in umut hakkı konusunda farklı ülkeler için verdiği pek çok karar vardır ve Türkiye bunları uygulamak zorundadır. Bu yükümlülük, PKK’nin silah bırakması ya da bir müzakere sürecine girilmesi gibi gelişmelere bağlı değildir. Türkiye, hâli hazırda sözleşmeye taraf bir ülke olarak bu kararları uygulamakla yükümlüdür. Dolayısıyla bu konuda herhangi bir siyasi gerekçeye sığınmak mümkün değildir. Söz konusu olan, doğrudan uluslararası hukuk normlarının hayata geçirilmesidir. Diğer yandan, PKK’nin silah bırakma kararı ve özgürlük hareketinin müzakere sürecine açık olması, devleti de benzer şekilde hukuki adımlar atmaya zorlar. Bu tür süreçlerin başlangıç noktası, evrensel hukuk kurallarına uyumdur. Ancak devletin bu adımları atmıyor oluşu, benim açımdan müzakere sürecini yürütme yönünde güçlü bir irade ortaya koymadığını gösteriyor. Elbette bu süreci siyasetçiler ve müzakereyi yakından izleyen aktörler daha ayrıntılı değerlendirebilir. Ancak dışarıdan bakıldığında görünen tablo, devletin kurumsal olarak bu sürece sahici biçimde bağlılık göstermediğidir.
Temmuz 2025’te Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ne sunduğunuz iki ayrı bildirimin içeriği ve dayanakları nelerdi?
Temmuz ayında iki ayrı bildirim sunduk: Biri Avrupa’daki, diğeri Türkiye’deki kurumlar tarafından hazırlandı. Avrupa’daki kurumlar bu dosyada ilk kez böyle bir bildirim sundu. MAF-DAD adına sürece katıldım. Avrupa’dan bildirimi birlikte hazırladığımız kurumlar şunlardı: TLSP, MAF-DAD, London Legal Group ve ELDH. Bu bildiride, AİHM’in umut hakkı kararları temel alınarak şu ilkeler çerçevesinde değerlendirme yapıldı: Mahpuslara gerçek bir tahliye imkânı sunulması, usul güvencelerinin sağlanması, sürekli tecrit uygulamalarına son verilmesi, cezaevi koşullarıyla ilgili bilgilerin erişilebilir olması ve mahpusun durumu 25 yıl sonra yeniden değerlendirilecek şekilde bir mekanizma oluşturulması. Bu çerçevede Türkiye’nin bugüne kadar hiçbir somut adım atmadığını açık biçimde tespit ettik. Ne cezaların süreli hâle getirilmesi ne şartlı tahliye hakkının yasal güvenceye kavuşturulması ne de tecridin kaldırılması ve cezaevi şeffaflığının sağlanması yönünde bir gelişme yaşanmış değil.
Bildirimde ayrıca Avrupa’daki bazı ülke örneklerine yer verdik: İngiltere, Slovakya, Macaristan, Litvanya, İtalya ve Fransa gibi ülkelerde şartlı tahliye sistemlerinin nasıl işlediğini karşılaştırmalı olarak değerlendirdik. Elbette bu sistemleri ideal örnekler olarak görmüyoruz. Hapishane politikaları açısından bu ülkelerin de ciddi yapısal sorunları var. Ancak bu ülkelerde kategorik şartlı tahliye yasakları yok ve tahliye hakkı yasada tanınmış durumda. Bu hak fiilen de uygulanıyor. Türkiye’de ise özellikle “terör” kapsamına giren suçlarda bu hak tamamen ortadan kaldırılmış durumda. Bu durum da en çok Kürt siyasi mahpusları etkiliyor.
Türkiye’den gönderilen bildirim ise ÖHD, İHD, TİHV, TOHAV, ÇHD, CİSST, Diyarbakır Barosu, Van Barosu, Hakkari Barosu, Urfa Barosu, Şırnak Barosu ile birlikte hazırlandı. Bu bildiride, Haziran ayında Türk hükümeti tarafından Komite’ye sunulan eylem planına doğrudan yanıt verdik. Zaten 2021’den bu yana düzenli olarak Komite’ye bildiriler sunuyoruz. Bu nedenle bu kez arka planı tekrar etmek yerine, doğrudan hükümetin planına odaklandık. Planın neden geçerli bir eylem planı olmadığını, neden çözüm sunmadığını maddeler hâlinde ortaya koyduk. Her iki bildirim de 21 Temmuz 2025’te Komite’ye iletildi.
Eylül toplantısı sonrasında nasıl bir stratejik planınız var? Avrupa Konseyi ve diğer uluslararası mekanizmalar nezdinde ne tür adımlar gündemde?
Elbette bu süreci daha geniş bir planlamayla sürdürüyoruz. Avrupa Konseyi yalnızca Bakanlar Komitesi’nden ibaret değil. AİHM, CPT gibi yapılar hukukçular açısından elbette önemli, ancak Konsey’in asıl güçlü alanlarından biri Parlamenter Meclisi. Türk devletine yönelik siyasi baskı ve yaptırımların gerçekleştirilmesi açısından bu meclis en etkili platformlardan biridir. Bu nedenle hem doğrudan hukuki girişimler hem de parlamenterler nezdinde yürütülen siyasi çalışmaları desteklemeye dönük planlarımız var. Ayrıca Avrupa Konseyi dışında, Birleşmiş Milletler mekanizmalarını da gündemimizde tutuyoruz. Örneğin İşkenceye Karşı Komite’nin daha önce İmralı’ya dair verdiği kararları takip ediyor ve yeni gelişmeler hakkında komiteyi bilgilendiriyoruz. Ancak bu noktada şunu da açıkça belirtmek gerekir: Uluslararası mekanizmalar, Filistin ve Kürdistan gibi konular söz konusu olduğunda işlevlerini büyük ölçüde yitirmiş durumda. Birleşmiş Milletler Filistin konusunda, Avrupa Konseyi ise Kürt halkına yönelik haksızlıklar karşısında etkili bir pozisyon alamıyor. Buna rağmen bu mekanizmaları kullanmak, tüm yolları tüketmek bizim sorumluluğumuz. Yine de esas belirleyici olan, toplumsal ve siyasal mücadeledir. Eğer Türk devletine bir adım attırılacaksa, bu Türkiye ve Kürdistan’daki sokaklarda, meydanlarda ve nihayetinde Meclis’de olacaktır. Yasalar orada değişecek, yasaklar orada kalkacaktır. Bu yüzden Meclis’te yürütülecek siyasi mücadele, hukuki mücadelemizi tamamlayacak asıl zemindir. Ayrıca Kürt halkının ve genel kamuoyunun bu taleplere sahip çıkması, mücadeleyi meşrulaştıran ve güçlendiren en önemli etkendir. Dolayısıyla uluslararası mekanizmalar hâlâ önemli ve değerlidir, fakat mücadele yalnızca bu alanlara sıkıştırılamaz. Tüm alanlarda birlikte yürütülmelidir.
***
1500 avukat yanıt bekliyor
1500’ü aşkın avukat Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile görüşme talebiyle 16 Temmuz’da Türk Adalet Bakanlığına ikinci kez başvuru yaptı. Başvurularla ilgili bir gelişme var mı? Bu başvurunun hukuki anlamı nedir?
Eylül 2024’te, Türkiye dışından 1500’ü aşkın avukat olarak Sayın Abdullah Öcalan’la görüşme talebimizi içeren bir başvuru yaptık. Türkiye’deki infaz mevzuatı hem yerli hem de yabancı avukatların mahpuslarla görüşmesine imkân tanıyor. Başvuruyu kamuoyuna Brüksel’de bir basın açıklamasıyla duyurduk. Süreci MAF-DAD ve ELDH olarak birlikte yürüttük ve aynı dönemde dilekçemizi Adalet Bakanlığına sunduk. Ancak o tarihten bu yana bakanlıktan hiçbir yanıt alamadık. Bu sessizlik, idare hukuku bakımından “zımni ret” anlamına gelebilir. Yine de süreci devam ettirmek amacıyla başvurumuzu yeniledik. 16 Temmuz 2025’te, aynı kurumlar olarak Adalet Bakanlığına tekrar başvuru yaptık. Hem önceki dilekçemizi hatırlattık hem de bugüne dek herhangi bir yanıt verilmediğini vurguladık. Bu kampanya aslında uzun süredir devam ediyor. Avukatlar olarak, hem Türkiye’de hem uluslararası düzeyde Sayın Öcalan’la görüşme hakkını savunuyoruz. Bu son başvuru dalgası, özellikle uluslararası alandaki hukukçuların sürece aktif biçimde sahip çıktığını gösteriyor. Bugün itibariyle 1500’ü aşkın avukat Adalet Bakanlığına resmi olarak görüşme talebini iletmiş durumda. Şu an Bakanlıktan gelecek yanıtı bekliyoruz.














