Ülkemiz de olsa sürgünüz
Dosya Haberleri —

Süleymaniye / foto:Wikipedia
Bakur’dan Başûr’a "sürgün" hikayeleri-1
- İnsan kökleriyle yaşar. Aile bağları, büyüdüğü coğrafya onun kimliğini oluşturur. Terk etmek zorunda kalmasaydım, doğup büyüdüğüm topraklarda kalmayı tercih ederdim. En çok zorlandığım şey, yerimden yurdumdan kopmaktı. Güney Kürdistan da ülkemizin bir parçası ama yüzyılı aşkın bir bölünmüşlük dil, kültür farkı yaratmış.
- Güney Kürdistan’a ilk ayak bastığımda yetkililer, “örgütle ilişkin olmazsa oturum alırsın” dediler. Oysa ben zaten siyasi kimliğim yüzünden Kuzey’den kaçmak zorunda kalmıştım. Bu yaklaşımı Türkiye’deki polis uygulamalarına benzettim ve reddettim.
- Son dört yılda 11 arkadaşımızı Türk istihbaratı eliyle kaybettik. Bu cinayetlerin hiçbiri aydınlatılmadı. Güvenlik kameraları vardı, ama tek bir fail bile yakalanmadı. Ne Türkiye ne de Güney Kürdistan hükümeti sorumluluk aldı. Yetkililerle defalarca görüştük. En azından kendimizi savunma hakkı istedik, ancak bu konuda da bir ilerleme olmadı.
ERKAN GÜLBAHÇE
Kürt halkının yüzyılı aşkın süredir yaşadığı bölünmüşlük, bireylerin hayatına ağır bedeller yüklemeye devam ediyor. Sınırlar yalnızca coğrafyaları değil; hafızayı, kimliği, aidiyeti ve dili de bölüyor. Bu bölünmüşlüğün en somut yüzlerinden biri ise, Kuzey Kürdistan’dan siyasi nedenlerle Güney Kürdistan’a göç etmiş Kürt aktivist ve siyasetçiler. Onlar Avrupa yerine Kürdistan’da kalmayı tercih ettiler. Güney Kürdistan’da kimi zaman yurtsever kimliklerine sahip çıktıkları için Türk devletinin hedefi oldular kimi zaman da tutuklamalara, bürokratik engeller, siyasi baskılara maruz kaldılar. Bunun yanında geçim derdi, dil farklılıkları ve kültürel kopuklukların yarattığı sorunlarla yüzleşmek zorunda kaldılar.
Bu söyleşi serimizde Kuzey’den Güney’e sığınmak zorunda kalan aktivist ve siyasetçilere kulak vereceğiz. Bu söyleşi serisinde kendi vatanında sürgün hayatı yaşamak zorunda kalanlar yaşadıklarını ve gözlemlerini anlatacak. Serinin ilk konuğu Fahrî Ronî.
İki çocuk babası Gever doğumlu 52 yaşındaki Fahrî Ronî, Türkiye’de maruz kaldığı baskılar ve aldığı ağır ceza nedeniyle 2011 yılında Kuzey Kürdistan’ı terk etmek zorunda kaldı. Farklı bir ülkeye gitmektense Güney Kürdistan’ı tercih etti. O günden bu yana Süleymaniye’de yaşıyor. Fahrî Ronî’yle hem Kuzey’de hem Güney’de tanıklık ettiği çelişkileri, eksik bırakılmış bir barışın izini, geçmişin yükünü ve geleceğe dair umudunu konuştuk.
Sizi tanıyalım. Kuzey’deyken neler yapıyordunuz?
Siyasetle tanışmam 1990’lı yıllara dayanıyor. O dönemde arkadaş çevremle birlikte yurtseverlik bilinciyle mücadeleye adım attım. O günden beri hayatım hep bu mücadelenin içinde geçti. Yurtseverlik görevimi yerine getirmek için farklı alanlarda sorumluluklar üstlendim, elimden gelenin en iyisini yapmaya çalıştım. Bu süreçte çokça bedel ödedim. Defalarca gözaltına alındım, tutuklandım. İlk gözaltım 1993 yılında oldu. O dönemin koşullarında gözaltı süreleri uzundu. 15 gün boyunca ağır işkenceye maruz kaldım. 1994 yılında bir kez daha yakalandım. Bu kez yaklaşık beş yıl Muş ve Elazığ cezaevlerinde kaldım.
1998’de HADEP’in gençlik kollarında çalışmaya başladım. Sonrasında Yüksekova’da HADEP ilçe yöneticiliği yaptım. HADEP kapatıldıktan sonra açılan her partide görev aldım. 1999 yerel seçimlerinde belediye meclis üyesi seçildim ve bu görevimi 2011’e kadar sürdürdüm. 2003 yılında kurulan Cilo Kültür Merkezi’nin sorumluluğunu üstlendim. Uzun yıllar kültür-sanat alanında çalıştım, bu çalışmalar hala hayatımın bir parçası.
2007’de yeniden tutuklandım ve 2 yıl Van Tipi Cezaevi’nde kaldım. Cezaevinde de kültür-sanat ve gençlik çalışmalarıma devam ettim. 2009’da tekrar belediye meclis üyeliğine seçildim ancak görev sürecinde yine gözaltına alındım ve 7 ay cezaevinde kaldım. Toplamda 10-13 kez gözaltına alındım ya da tutuklandım.
2011’de siyasi kimliğim ve mücadelem nedeniyle 6 yıl 3 ay hapis cezası aldım. Bu karardan sonra Kuzey Kürdistan’ı terk etmek zorunda kaldım. Şu an Süleymaniye’de yaşıyorum ve yurtseverlik görevimi burada sürdürüyorum.
Göç sürecinizde sizi en çok zorlayan neydi?
İnsan kökleriyle yaşar. Aile bağları, büyüdüğü coğrafya onun kimliğini oluşturur. Terk etmek zorunda kalmasaydım, doğup büyüdüğüm topraklarda kalmayı tercih ederdim. En çok zorlandığım şey, yerimden yurdumdan kopmaktı. Güney Kürdistan da ülkemizin bir parçası ama yüz yılı aşkın bir bölünmüşlük dil, kültür farkı yaratmış. Bu da uyumu zorlaştırdı.
Avrupa seçeneği de gündeme gelmişti ama ülkeden kopmamak için Güney Kürdistan’ı tercih ettim. Ne yazık ki burada da beklediğimiz yaklaşımı göremedik. Bu da süreci daha da zorlaştırdı.
Güney’e geldiğinizde sizi en çok ne zorladı?
İlk şokum iklimle ilgiliydi. Gever’de yazın sıcaklık 25-26 dereceyi geçmezdi. Burada 45 dereceyi görünce zorlandım. Ama asıl sorun, beklediğim ilginin ve kolaylığın gösterilmemesiydi. İlk geldiğimde Hewlêr’e yerleştim, ancak sürekli asayişe çağrıldım. Attığım her adımı rapor etmem istendi. Bunu kabul etmedim. Kısa sürede baskıcı uygulamalarla karşılaştım.
Güney Kürdistan’a ilk ayak bastığımda yetkililer, “örgütle ilişkin olmazsa oturum alırsın” dediler. Oysa ben zaten siyasi kimliğim yüzünden Kuzey’den kaçmak zorunda kalmıştım. Bu yaklaşımı Türkiye’deki polis uygulamalarına benzettim ve reddettim.
Onlara geçmişte Gever’de Güneyli mültecilere yardım ettiğimizi anlattım. Dayanışma beklerken zararlı görülmemiz beni çok yaraladı. Bu nedenle Hewlêr’den ayrılıp Süleymaniye’ye geldim. Toplumsal yaklaşım daha olumluydu ama resmi kurumlarda aynı zorlukları yaşadım. Dört yıl boyunca haftalık olarak asayişe gidip saatlerce bekledim, ancak dört yılın sonunda oturum alabildim.
Bu süreçte ailem Kuzey’de kaldı. Çocuklarıma vekalet veremedim çünkü burada kabul edilmiyordu. Bu nedenle kaçak yollarla gelip gitmek zorunda kaldılar. Her 100 metrede bir karakol olan bölgelerden geçtiler. Bu da çok zorlayıcıydı.
Dil farkı günlük yaşamınızı nasıl etkiledi?
İlk geldiğimde Soranî ile Kurmancî arasındaki farklar ciddi zorluk yarattı. İletişim kurmak kolay olmadı. Zamanla Soranî öğrendim ama hala konuşamayan arkadaşlarımız için bu sıkıntı devam ediyor.
Yeni bir hayat kurma süreci nasıl ilerledi?
Birçok arkadaş Avrupa’yı tercih etti. Ben bireyci yaşamdan uzak durarak Güney’i seçtim. Ancak burada da ciddi bedeller ödedik. Son dört yılda 11 arkadaşımızı Türk istihbaratı eliyle kaybettik. Bu cinayetlerin hiçbiri aydınlatılmadı. Güvenlik kameraları vardı, ama tek bir fail bile yakalanmadı. Ne Türkiye ne de Güney Kürdistan hükümeti sorumluluk aldı. Yetkililerle defalarca görüştük. En azından kendimizi savunma hakkı istedik, ancak bu konuda da bir ilerleme olmadı.
Günlük yaşamda başka ne tür zorluklar yaşadınız?
Hayat burada pahalı. Her şey dolarla belirleniyor. Kiralar yüksek. İki çocuğum var. Kurmancî ana dilimiz ama çocuklarım burada bu dilde eğitim göremedi. Soranî de Kürtçedir ama temel eğitimin ana dille olması gerekir. Bu konuda ciddi bir eksiklik yaşadık.
Eğitim genellikle özel okullarda veriliyor, bu da ekonomik bir yük. Devlet okullarındaki eğitim seviyesi düşük olduğu için mecburen özel okulları seçtik. Bu da bizi zorladı.
Bugün geldiğiniz noktada kendinize bir yaşam kurabildiniz mi?
2011’de buraya geldim. Benden önce sadece iki Kuzeyli arkadaş vardı. O zaman siyasi kaçaklar Güney’i pek tercih etmiyordu. Ancak KCK operasyonlarıyla birlikte bu durum değişti. Gelenlerin ikamet sorunları vardı. Bu nedenle altı-yedi kişilik bir komisyon kurduk. Zamanla bu yapı bir meclise dönüştü. Elli-altmış kişilik bir topluluk olduk. Süleymaniye yetkilileriyle görüşmeler yaptık, ancak bizi tanıyan yasal bir statü yoktu.
Birleşmiş Milletler bize mülteci formu verdi ama hiçbir koruma sağlamadı. İlk arkadaşımız şehit düştüğünde defalarca BM’ye gittik. “Bizi korumuyorsanız bu form ne işe yarar?” dedik. Sorumluluğu asayişe attılar. Bu nedenle yeniden örgütlü bir yapıya gittik. YNK ile anlaşarak kuzeylilere ikamet sağladık. Bu sistem 5-6 yıl sürdü, sonra feshedildi.
Bugün eşler, çocuklar oturma izni alamıyor. Bir aylık vize veriliyor, sonrasında ya çıkmak ya da yüksek ücretle (yaklaşık 1200 dolar) ikamet almak gerekiyor. Son iki yıldır ailelere ikamet dahi verilmiyor. Bu da cezalara yol açıyor. Eşimiz ya da çocuğumuz bir aylık vizede bir günden fazla kaldığında kişi başı günlük 20 dolardan hesaplıyorlar. Eşim Kuzey’e gitmek zorunda kaldı, ancak bir aylık vize tarihini geçirdiği için 3 bin dolar ceza ödedim. Günlük ceza uygulamaları var. Çoğu arkadaşımız inşaat gibi işlerde çalışıyor. Ben muhasebeciyim, bir süre bu alanda çalıştım ama geçinebilmek için başka işler de yaptım.
Kendinizi bu topluma ait hissediyor musunuz?
Bu en can alıcı soru. Buraya aidiyet duygusuyla geldim ama zamanla bunun gerçekleşmediğini fark ettim. DAİŞ dönemine kadar burada “Kürt bilinci” yok denecek kadar azdı. Bu kavramları gündeme getirdiğimizde zorlukla karşılaştık.
Sık sık şu soruyla karşılaşıyoruz: “Neden Kürtçe konuş muyorsunuz?” Oysa biz Kurmancî konuşuyoruz. Ama buradaki birçok insan, yalnızca Soranîyi Kürtçe olarak görüyor, diğer lehçeleri yok sayıyorlar. Oysa Kürtçenin dört lehçesi var: Kurmancî, Soranî, Hewramî, Zazakî. Biz kimseye “Neden Kurmancî bilmiyorsun?” demiyoruz ama bize sürekli bu yönde bir baskı yapılıyor. Bu durum, aslında derin bir kültürel kopukluğun da göstergesi.
Toplum ekonomik olarak gelişti ama ulusal bilinç aynı oranda gelişmedi. Orta sınıfa geçen birçok kişinin tek derdi ev, araba, evlilik oldu. Ulusal mücadele, toplumsal bilinç çoğunluk için geri planda kaldı.
Kuzeyli bir siyasetçi olmak burada sizin için bir avantaj mı, yoksa bir mesafeye mi yol açıyor?
Bu soru gerçekten önemli. Biz Güney’e gelirken burayı ülkemizin bir parçası olarak gördük ve katkı sunmak istedik. Çünkü biz demokratik bir gelenekten geliyoruz. Gelen her Kuzeyli arkadaş da bu bilinçle hareket ediyor. Demokratik kültürü, demokratik mücadeleyi esas alan bir birikimle buradayız. Bu nedenle Güney halkına da faydalı olabilecek bir kitleyiz. Bunu halkla sürekli paylaşıyoruz. Ancak Güney’deki iki ana güç, PDK ve YNK, kendi tabanlarını öyle bastırmış ki, hukuksuzluğa ya da yolsuzluğa karşı ses çıkarabilecek bir refleks kalmamış.
Sıkça şu bakış açısıyla karşılaşıyoruz: “Biz de 70’lerde sizin gibi düşünüyorduk. Ama partilerimiz iktidara geldi, şimdi bizi onlar eziyor. Sizin partiler de bir gün iktidar olursa aynısını yapar.”
Bizse bunun böyle olmayacağını anlatıyoruz. Özgürlük Hareketi’nin tarzı farklıdır. Bizim derdimiz iktidar değil, toplumu örgütlemek, demokratik bir yapı kurmaktır.
Burada şöyle bir algı var: “Siz de bir gün iktidar olursanız, aile zenginleriniz, parti zenginleriniz olacak.” Ama biz bunun tam tersini savunuyoruz. Mücadelemiz bir devlet kurmak veya iktidar olup zenginleşmek için değil; demokratik toplumu esas alan bir anlayış içindir.
Bu kuşkuların sebebi mevcut iktidarların pratikleridir. Kaynaklar adil dağıtılmıyor. PDK daha birkaç hafta önce Amerikalı firmalarla 100 milyar doları aşan bir petrol anlaşması yaptı ama halk bundan hiç pay alamıyor. Toplum bu karamsarlığın içine itilmiş durumda. Bizse bunun karşısında farklı bir yol arıyoruz.
Kuzey ve Güney Kürdistan arasında sizi en çok şaşırtan fark ne oldu?
Süleymaniye kültürel anlamda zengin bir şehir. Aydınlar şehri denmesi boşuna değil. Ancak beni en çok şaşırtan ulusal bilincin çok zayıf olması. Bu sadece halkla ilgili değil, iktidarın yönlendirmesiyle oluşmuş bir durum.
İktidarlar halkı öyle bir eğitmiş ki insanlar partilerinin her yanlışını savunur hale gelmiş. PDK bölgesinde bir üye, partinin yaptığı yanlışı eleştirmez, YNK’de de aynı durum var.
Biz demokratik bilinci esas alırız. Kendi örgütümüz yanlış yaparsa eleştiririz, toplumu esas alırız. Burada bu anlayışı göremedim. Yıllarca mücadele etmiş bir toplumun bugün bu noktaya gelmesi şaşırtıcı.
2003’ten sonra geçmiş, neredeyse unutulmuş gibi. Enfal Katliamı’nda 90 bin insanın, Halepçe’de 5-6 bin insanın kimyasal silahlarla öldüğünü biliyoruz. Hala binlerce insanın cenazesi bulunamamış. Ama bugün sanki bunlar yaşanmamış gibi bir duyarsızlık var.
Bu tarihsel trajediler ulusal bilinci güçlendirmeliydi. Ancak ne yazık ki böyle bir bilinç oluşmamış. Saddam sonrası dönemde ekonomik refah artmış ama üretim değil, tüketim teşvik edilmiş. Yiyecekten giyeceğe her şey dışarıdan geliyor. Gençler iş bulamıyor, Avrupa’ya göç ediyor.
Toplum üretime yönlendirilse, Güney çok daha farklı bir yer olabilirdi. Ama şu an sadece tüketim odaklı bir yaşam var.
Sürgünlük sizde nasıl bir etki yarattı? Kendinizi sürgün olarak mı tanımlıyorsunuz?
Sürgünlük insan psikolojisi için ağır bir durum. Kendi öz yurdundan uzakta yaşamak zordur. Ama biz kendimizi ön plana çıkarmıyoruz. Bu mücadelede on binlerce insan canını verdi. Biz bunun sadece küçük bir parçasıyız. Bu yalnızca Güney’e gelen birkaç bin insanın sorunu değil. Dünyanın dört bir yanına dağılmış milyonlarca Kürt var. Avrupa’da yaşayanlar ülke hasretini bizden daha derinden yaşıyor olabilir. Her biri yurtseverdir, mücadeleyle oralara gitmişlerdir. Bu durumun yarattığı bir psikoloji var; ülke sevgisi içimizden çıkmıyor, hep içimizde kalıyor.
Kendi yerinizde yaşarken sokağa çıktığınızda yüzlerce insanla selamlaşırsınız. Burada bu yok. Komşuluk sınırlı kalıyor. Toplumla bağ kurulamıyor. Kültürel kopukluk da var. Espri anlayışı bile farklıdır. Kendi bölgenizde bir espri sizi güldürür, burada aynı şeyi hissedemezsiniz. Kurmancî bir konseri, bir tiyatroyu özlüyoruz. 15 yıldır buradayım, bu eksikliği hep içimde hissettim.
Elbette burada olmanın avantajları da var. Özgürlük Hareketi’nin merkezine yakın olmak, arkadaşlarla sürekli iletişimde kalmak bir moral kaynağıdır. Ama ekonomik, sosyal ve kültürel anlamda kendinizi bir yere ait hissedememek gerçekten zor. Bu insanı içten içe yorar.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla yeniden gündeme gelen çözüm sürecine dair düşünceleriniz neler?
Sayın Abdullah Öcalan’ın sunduğu çözüm önemli bir fırsat. Demokratik ulus anlayışıyla bir çözüm önerdi. Çünkü bu savaş sonsuza dek süremez. Ne devlet Kürtleri yok edebilir, ne Kürtler devleti ortadan kaldırabilir. Sayın Öcalan’ın projesi hem Kürt halkını özgürleştirecek hem de Türkiye’yi demokratikleştirecek bir projeydi. Kürt halkı bu süreci destekledi. Bugün geldiğimiz noktada PKK’nin 70’lerdeki çıkışıyla bugünkü Kürt bilinci arasında dağlar kadar fark var. O dönem Kürtlük bilinci yüzde 10’duysa, bugün yüzde 90’a çıkmış durumda.
Türkiye ekonomisi bitmiş durumda. Bölgedeki devletlerle dostluğu kalmamış bir ülke. Tek adam rejimine sıkışmış bir yönetim var. Buna rağmen Sayın Öcalan hâlâ barış için çaba gösteriyor. Bu büyük bir iradedir.













