"Bilinmeyen dil"in sahipleri şimdi anayasal güç
Dosya Haberleri —

Orhan Gazi Ertekin
- Kürtler “bilinmeyen dil”in bilinmeyen sahibi halinden Ortadoğu denkleminin muhtemel ittifak unsurlarından birisine dönüşmüştür. Türkiye’nin 1946’dan bu yana değişen egemenlik yapıları üzerine düşünürken Kürtlerin mutlak varlığına halen yer arandığını en başından kabul etmek gerekiyor.
- Kürtler adlarıyla, siyasal yapıları ve önderlikleri ile Türkiye’nin resmi protokolü içine yerleşmiştir. Bunun anayasada bir karşılığının olmadığı söylenebilir. Ve yakın gelecekte olmayacağı da söylenebilir. Fakat kurucu süreçlerde önemli olan anayasa metinleri değil, anayasal güçlerdir. Kürtler anayasada olmasa da anayasal alanda vardırlar.
MIHEME PORGEBOL
Emekli yargıç Orhan Gazi Ertekin’le söyleşimizin ikinci ve son bölümünde Türkiye’de Kürt meselesinin evrildiği yeni aşamayı, müzakere sürecinin toplumsal ve siyasal dinamiklerini, Rojava’nın etkisini ve Meclis Komisyonu’nun olası rolünü konuştuk.
AKP, MHP ve Kürt hareketinin yerleri ve hedeflerini ortaya koydunuz. Şu durumda bu sürecin nereye evrileceğini düşünüyorsunuz? Umut var mı?
Umut bana fazlasıyla tarihsel olarak yapılandırılmış yapay bir gelecek tahayyülü gibi geliyor. Ben iyimserliği tercih ediyorum ki o da önünüzde duran görevlere sımsıkı sarılmak, ona sahip çıkmak ve sizi güçlü kılacak konumlara doğru ilerlemesi için çaba göstermektir. Öncelikle Kürtlerin hem MHP'nin hem AKP'nin “kendi çıkarlarına uygun bir Ortadoğu ve Türkiye” teklifine pek uygun bir siyasal profilin içinde oldukları kanaatinde değilim. Tabii, yekpare Kürtlük diye bir şey de yok. Kürt burjuvalarının aslında Türk burjuvalarıyla benzer bir siyasal kültür, benzer bir şiddet kültürü, benzer bir fütuhat zihniyeti içerisinde olduklarını söylemekten vazgeçmemek lazım. Fakat uzun süredir inşa edilmiş bir Kürt halkı var ve on yıllar boyunca kendini var edebilmiş, kendi özerkliklerini yaratabilmiş bir Ortadoğu sabitesi bu. Artık bunu görmek ve buna uygun konum almak gerekir. Dolayısıyla müzakere süreci yalnızca bir savaşçının veya bir savaşçı önderin bir lafıyla olacak bir şey değil. Gördüğüm kadarıyla o da buraya işaret ediyor ve farklı aktörlerin dahil olmasını istiyor. Başka da çare yok, çünkü bu aşamada Kürt hareketinin en büyük kazancı kurucu güç olarak kendilerine protokolde yer bulmuş olmaları. Artık tarihe geçmiş durumdadır ki Kürtler adlarıyla, siyasal yapıları ve önderlikleri ile Türkiye’nin resmi protokolü içine yerleşmiştir. Bunun anayasada bir karşılığının olmadığı söylenebilir. Ve yakın gelecekte olmayacağı da söylenebilir. Fakat kurucu süreçlerde önemli olan anayasa metinleri değil anayasal güçlerdir. Kürtler anayasada olmasa da anayasal alanda vardırlar.
Bu noktada Meclis’te oluşturulan Komisyon’u nasıl ele almak gerekir?
Şimdi, bu tür komisyonları görünürdeki yasal ve kurumsal konumlarını aşan boyutları ile değerlendirmek gereklidir. Türkiye tarihinde komisyonlar çoktur. Kurulurlar ve çoğu zaman hiçbir somut sonuç sağlanmadan lağvedilirler ama her komisyonun varlığı bir şeye işaret eder. Bir muhatabın varlığına, bir sorunun varlığına ve çözüleceğine dair vaatlerdir bunlar… Komisyonun konumu şudur: “Biz Kürtlerle müzakere süreci içerisindeyiz. Bu müzakerenin kamuoyuna ilan edilecek ve edilmeyecek tüm yönlerini bu Komisyon’da ortaya koyacağız. Bunun yasal karşılıklarını aramaya başlayacağız.” Zaten tam da bundan dolayı İYİ Parti, Zafer Partisi ve en son TKP’nin Komisyon’u protesto etmeyi tercih etmiş olması, Komisyon’un ilan edilmiş yasal ve kurumsal rollerinin ötesinde, aslında ilan edilmemiş olan rolüne dönük konumunu anladıklarını gösteriyor.
Bu konumu nasıl tarif etmeli?
TKP ve diğerlerinin bulundukları yerin politik planda uygun ve açıklanabilir olduğunu düşünüyorum. CHP’nin müzakereleri bir sonraki evrede devralmak üzere Komisyon’a dahil olması ne kadar akıllıca ise bu partilerin de ulus-devlet, cumhuriyetin kazanımları ve kurucu güç paylaşımına dair yeni bir protokole kapı aralandığını düşünmeleri normal. Kimisi için Türklük özgüveni zedelendiği, kimisi için emperyalizmin kâr oranlarını yükseltmeye engel teşkil eden ulus- devlet yapılarının tasfiyesinin ve Kürtlere kurucu güçler arasında protokolde bir yer verilmesinin sonuçlarının kurucu siyasal karakterde bir problem yaratacağını düşündükleri, hatta Komisyon’un kısmen kurucu bir konumda olduğunu, kısmen anayasal bir konumda olduğunu gördükleri için reddetmeleri tarihsel olarak uygun...
İnkarcılığı devam ettirmek diyebilir miyiz?
Onların zihninde Kürtler, emperyalizmin oyuncağı ve aracı olduğu kadar feodal güç odaklarının sevk ettiği ilkel bir kapalı iç egemenlik alanı sadece. İdeoloji işte böyle çalışır. Köleci Amerika’da köle sahipleri kölelerin durumlarından çok memnun olduklarına dair bir içgörü geliştirmişlerdi. İdeoloji, politik alanda yer bulma rehberidir. Zafer, İyi Parti ve TKP de işte bu ideolojik konumun taşıyıcıları olarak esasta bir şeye karşı çıkıyorlar: “Cumhuriyetin yeni kurucu güçlere ihtiyacı yoktur.” Sorun şu ki, Kürtlerin bir halkı var iken bu partilerin bir halkı yoktur ve ancak reaksiyoner dönemlerde siyasal rejim için işlevsel hale gelebilecekleri fırsatları beklemelidirler. Politik planda gerçekçi olmaları iyi ve bu gerçekçiliğin yaygınlaşması yerinde olur: Bu Komisyon, Türkiye Cumhuriyeti ile Kürt Hareketi arasında birbirini tanıma protokolünün, birbirini tanıyıp ortak siyasal gelecek yaratma protokolünün ilk görünür aşamasıdır.
“Yeni paradigma”nın startı diyebilir miyiz?
Yeni paradigmanın kamuoyu düzeyindeki çalışmalarının startı diyebiliriz buna. Kamuoyuna dönük toplumsal anlam eğitimlerinin, nelerin söylenebileceğinin, nelerin yapılabileceğinin ilan edileceği yer olarak görüyoruz. Tabii Komisyon, ama daha önemlisi müzakeredeki esas güçler, artık kurucu bir anlam taşımaya başlamışsa orada ciddi büyük riskler-tehlikeler çıkar.
Ne gibi tehlikeler?
Politika, tertipler alanıdır. Bütün kurucu güç grupları müzakerenin diğer taraflarını zayıflatmaya ve kendilerini daha güçlü kılmaya dönük belli tertiplerle hareket etmek zorundadır. Örneğin Erdoğan'ın “AKP, MHP ve DEM Parti birlikte yeni bir geleceğe yürüyoruz” gibi bir söylemi oldu. Bu aslında kendisini bütün bu güçlerin üstüne yerleştirip diğerlerini kendinden daha aşağıda bir güce dönüştürmek anlamına geliyor. Liderlik de budur zaten; sorunları ve sahadaki aktörleri kendinizden daha küçük hale getirmek. Bu, Öcalan'da da fazlasıyla var. Bir şey yapılamamışsa Öcalan iyi ve doğru anlaşılamadığı, iyi dinlenmediği için yapılamamıştır. Başarılı politik liderlik budur zaten. Kendinizi aşan, kendi örgütünüzü aşan bir politik liderlik inşa etme biçimidir bu. Erdoğan da çok benzer yöntemler kullanır. Bir zamanlar Gülen de bunu yapardı.
Ama asıl Öcalan’a gelelim: Şu an benim gördüğüm kadarıyla Öcalan kendisine açılmış koltuğu tarihsel bir kazanım olarak görüp bu noktada belirli bir yere kadar gidecek ve gidiyor. Fakat kritik olan nokta şu ki, Öcalan zaten Rojava'da kendisini yeniden inşa edebileceği bir merkez kurmuş durumda. Bana kalırsa Öcalan, bu aşamadan sonra Rojava'daki o büyük kazanımın Türkiye ve başka ülkelerde; Irak’ta, Süleymaniye ve Erbil bölgelerinde veya İran’da rahatlıkla yeni bir siyasal kültürü, yeni bir siyasal hayat tahayyülünü çok daha güçlü bir biçimde devam ettireceğinin garanti olduğunu düşünüyor. En azından bunu bu şekilde Kürt hareketine anlatmak hiç zor değil. Bunun üzerinden de Türk milliyetçiliği ve Türk kurucu güçler karşısında müzakereyi daha alttan alan bir dille devam ettiriyor. Fakat Öcalan’ın rahatlığı ve asıl gücü de Rojava'daki tarihsel kazanımının farkındalığından geliyor. Yoksa hiçbir güç açısından böyle bir şey mantıklı değil. Zaten Türkiye'deki yeni anayasa sürecini açığa çıkaran asıl sebep Rojava merkezli gücün ortaya çıkmış olmasıdır.
Bu sürecin sonuna kadar taşınmasında AKP’nin güçlü bir çabası var mı sizce?
AKP, genellikle Türkiye’de İslamcı hareketin bugüne uzanan bir temsilcisi olarak anlaşılmaktadır. Ben AKP’nin politik gelenek partisinden çok gerçekte bir “elü emürlüler partisi” olduğu kanaatindeyim. Elü emürlüler Osmanlı’da yeni yerler fethedildiğinde kendilerine mal, mülk ve imkan verileceğine dair belge verilmiş bir topluluğu içerirdi. Bunlar ellerinde tuttukları belgelerin işe yaraması için daimi bir fütuhat, yeni yerlerin işgali ve merkezde daralmış olan paylaşım alanına yeni alanların açılması için geniş bir beklentiye ve buna uygun söylemlere girişirlerdi. AKP de işte böyle bir parti. Merkezi ve yerel beklentileri birbirine bağlayarak kendi politik dayanıklılığını sağlayan bir parti. Sürekli yeni fetih yerleri vaat edilmediği sürece ayakta durabilecek dayanıklı bir politik gelenek partisi değil bence. Kürt barışı açısından bu politik karakter yapısı oldukça önemli ve belirleyici. AKP bu süreçten yeni imkanlar, alanlar, yerler kazanamadığı sürece güvenilir ve dayanıklı bir politik müzakerenin pek mümkün olamayacağını kabul etmek gerekiyor. Rojava’yı da Kürt federe bölgesi gibi düşünürse…
Pek iyimser değilsiniz gibi?
Tersine çok iyimserim. Sadece büyük beklentiler ile hareket etmemek gerektiğini düşünüyorum. Türkiye iki yüz yıldır kendini değiştirmeden değişmeye çalışıyor. “Aynı kalmak” şartıyla bağlanmak istiyor her gelişmeye. Türkiye devleti bugüne kadar önüne konulan büyük sorunları ise ancak dışarıdan bir sürece eklemlenerek çözebilmiştir ve bu çözümler hep farklı sorunları da beraberinde getirmiştir. 1946’daki çok partili hayata geçişi düşünelim. 1950’deki soykırım sözleşmesini imzalamaktan 1980’lerin sonundaki İnsan Hakları Mahkemesi denetimine dahil olma kararını düşünelim. 24 Ocak kararları ve yeni ekonomik politikaların devreye sokulması süreçlerini düşünelim. Hepsi uluslararası egemenlik sistemindeki gelişmelere dahil olma politikalarının sonuçları. Kürt barışı da işte bu sürecin gündemlerinden birisi. Türkiye Kürt meselesinde 1990’ların başından itibaren Kürt hareketi ile şu ya da bu biçimde bir müzakere içinde ve bu artık geri dönülemez bir aşamaya gelmiş durumda. Bazen bir adım ileri iki adım geri. Bazen iki adım ileri bir adım geri. Türkiye kendisiyle birlikte sorunları çözmeyi bir ödev olarak önüne koymadığı sürece tüm çözümler yavaş yavaş ve kendi sorunlarını yaratarak ilerleyecektir. Ama şurası artık pek açıktır: Kürtler “bilinmeyen dil”in bilinmeyen sahibi halinden Ortadoğu denkleminin muhtemel ittifak unsurlarından birisine dönüşmüştür. Türkiye’nin 1946’dan bu yana değişen egemenlik yapıları üzerine düşünürken Kürtlerin mutlak varlığına halen yer arandığını en başından kabul etmek gerekiyor.
Devletin egemenlik karakterinde de bir dönüşüm var. Ciddi bir çürümenin yanında -belki de küresel denklemin gereği olarak- devletin baskısının gittikçe artan bir yapıya dönüştüğünü gözlemlemek zor değil. Kimse kendini güvende hissetmiyor.
Sadece Türkiye açısından değil, bütün dünyada bilgi ve güvenlik standartlarında ciddi bir düşüş var. Egemenliğin yasal ve kurumsal zeminlerinde bir dönüşümün yaşandığı çıplak gözle de görülebilir halde. Bu açıdan belki de tarihçilerin “hukukçular çağı” dediği 12. yy öncesine doğru ilerliyor olabiliriz. Egemenlik sözcüğünün Latincedeki karşılığı dominiumdur. Dominium, Roma'da babanın çocukları, kadınları ve bir bütün olarak kendi hanesi üzerindeki her türlü yetkisini ifade ederdi. Baba dövebilir, sövebilir, öldürebilir. Yani çocukları onun malıdır. Onlar üzerinde her türlü tasarruf yetkisine sahiptir. Fakat 12. yüzyılda dominium kavramı tarihsel bir anlam değişiklik geçirir. Dominium, babanın hane üzerindeki egemenliğinden belli bir toprak parçası üzerindeki siyasal egemenliğe dönüşür. 12. yüzyılla birlikte modern egemenliğin ilk işaretleri çıkar. Yasal ve kurumsal egemenlik, yani belli kurallarla bağlanmış egemenlik anlayışının başlangıcı sayılabilir bu. Belli bir toprak parçasında, belli bir halk üzerindeki egemenlik inşa edilir ve bu egemenlik yapısı yavaş yavaş modern kurumsallaşma sınırları, yasal sınırlar ve anayasal sınırlarla beraber terbiye edilmeye başlanır. Şimdi egemenlik yeniden eski anlamına, yani babalık kültüne dönüyor. Trump'ta bunu görürüz, Erdoğan'da bunu görürüz, Orban'da bunu görürüz. Birçok otoriter devlet ve liderlikte bunu görürüz. Devlet artık bir hane olarak kavranıyor. Dolayısıyla o hane içerisindekiler de aile üyeleri olarak görülüyor. O aile üyelerini istediği gibi dövüp sövebileceği, öldürebileceği bir şeye dönüştürüyor. Kurumsal ve yasal sınırlardan çıkıp her türlü korumadan azade yeni bir egemenlik türü başladı. Bugün bilgi ve güvenlik standartlarının kişiye, yere, zamana göre değişmesi aslında egemenlik yapılarının değişmesiyle alakalıdır. Yeni bir egemenlik alanıyla, yeni bir dominiumla karşı karşıyayız. Bu egemenlik nosyonu doğrudan Roma’daki ilk anlamına tekabül ediyor. Bu, dünyanın her yerinde var. Dolayısıyla bugünkü müzakereyi yasal ve kurumsal gelenekler üzerinden kalıcı kılacak uygun bir ortamda da değiliz. Siyasal güçlerin ufuklarının yanında egemenlik yapılarının dönüşümü de buna izin vermiyor. Althusser’in vurguladığı üzere kuvvetler ayrılığı dediğimiz şey, “iktidarın paylaşımındaki güçler dengesi”dir. Güçler dengesi yoksa yasalar ve kurumlardan demokrasi ve hukuk bekleyemeyiz. 2014'te de bir yasa yapmıştık ama o yasanın hiçbir tarafı korumadığını defalarca gördük. Zaten modernliğin yasa ve kurum vaatleri son iki-üç yüz yıldır sürekli olarak çiğneniyor. O modernliğin yasasında kadınların olmadığını gördük. Farklı etnik kültürel yapıların olmadığını gördük. Namus kavramı yoluyla kadın cinayetlerinin o modern hukukta meşrulaştırıldığını gördük. Farklı etnik kültürel gruplara eşitsizlik uygulandığını gördük. Sınıf temelli hiyerarşileri gördük. Yaş hiyerarşisini gördük. 18 yaşına kadar bir çocuk kendine ait kararları veremiyor. Yaş hiyerarşisi de modernliğin inşa ettiği hiyerarşilerden biri.
Tüm bunlara karşılık şu aşamada yeni yeni bir kuruculuk, yeni anayasallık dönemindeyiz. Post-Lozan’ın ne getireceğini ciddi tartışmak lazım. Eğer toplum ve devlet, yani egemenlik alanları güvenilir bilgi standardı üretemiyorsa, güvenilir belge üretemiyorsa, noterlik çökmüşse arkasından bankacılık çöker. Ve ekonomi dışı sömürünün yeni yolları açılmaya başlar…
Son zamanlardaki sahte diploma, sahte doktor, sahte akademisyen gibi skandalları da bu bağlamda düşünmek mümkün…
Medicileri düşün. 16.-17. yüzyılda Floransa'da Medicilerin verdiği bir kağıt parçasının Kudüs'te veya Amsterdam'da ne kadar değerli olduğunu biliyoruz. Fakat şu an benim bu ülkeden aldığım doktora diplomam Amsterdam'a gittiğimde denetlenmek zorunda. 16. yüzyılda Medicilerin verdiği belge Amsterdam'da işe yarıyordu ama şimdi devlet güvenilir bilgi ve belge üretemediği için benim Mülkiye’den 2005 yılında aldığım diplomam Amsterdam'da yeniden denetlenmek zorunda. En azından Amsterdam’da birlikte doktora yaptığım arkadaşlarım var ki üniversite arkadaşının olması bugünlerde büyük şans artık.
Hocam bir de meselenin bir başka boyutu olarak, sosyal psikoloji bağlamında süreci sormak istiyorum. Bugüne dek düşmanlaştırılmış iki farklı toplum var. Örneğin öcüleştirilen bir Kürtlük var. Yeni bir kurucu dönemdeysek toplumsal rızanın da olması gerekiyor. Öcülerle yürütülen sürecin rızası nasıl oluşturulacak? Ya da öcülük nasıl aşılacak?
Burada kuşkusuz hemen duraklayıp sınırlarımı aşmamam gerektiğini hatırlamalıyım. Sosyal psikoloji alanına dalmak beni fazlasıyla aşar. Ama bir şey vurgulamak isterim ki bu tür müzakere süreçleri açısından oldukça önemli bir boyuttur bu: Bu tür müzakerelerin esas faalinin sadece devlet organları ve kadroları olarak görülmesi ciddi bir sorun. Linç, pogrom, katliam ve soykırımların önemli faillerinden birisi doğrudan sıradan insanlardır. Kürtlerin öcüleştirilmesi, bir korku ve giderek bir kaygı nesnesi haline getirilmesinin ana taşıyıcıları toplum denilen açık alandan resmi alanlara doğru uzanan bir iktidar tecrübesinden yükseliyor.
Kendi yarattığı öcüyü kaybedince ne yapacağını bilemeyecek hale gelecekmiş gibi bir siyaset ve toplumsal reaksiyon gözlemliyorum. Bunu iki taraf için de söyleyebiliriz; sanki öcüsüyle müzakere yürütmek, her iki toplumu da ilginç bir psikolojiye sokuyor gibi…
Yenilik çoğu zaman korkutucudur. Bir daha bugüne dek yaşadığı gibi yaşayamayacağı korkusu toplumlarda kaçınılmaz olarak geçmişe ve bugüne sarılmayı getirir. Aynı kalamayacağı endişesi bir öfkeyi de beraberinde getiriyor. Çok yerinde bir soru. Düş kurabileceğimiz ve yaratıcı güçlerimizi hatırlayabileceğimiz bir dönemde değiliz. Geleceği inşa etme kapasitesinden yoksun bir toplum, sürecin bilgisinden yoksun bir toplumla karşı karşıyayız. Dolayısıyla bu kaygı Kürtlerde haklı bir kaygıya dönüşüyor ve hatta Kürtlerin kendi dersleri Kürtlerin aleyhine kullanılmaya çalışılıyor: Bir kez daha AKP-MHP ile müzakereye girmek Kürtlüğün kendi aklına dair, Kürtlüğün kendi aklının sahihliğine dair giderek yaygın söylemsel bir meseleye dönmüş durumda. Kürtler bugüne kadar Türk toplumunun bilincinde kendine ve yaralarına, acılarına, kaygılarına açılacak bir kapı bulamadılar. Böyle bir geleneğin içinden Kürtlerin umut biriktirebilmesi veya kalıcı bir umut üzerinden devam edebilmesi mümkün değil. Ama kaçınılmaz olarak süreci sınamak zorundalar. Sınayarak ilerlemek zorundalar, çünkü karşılarındaki sadece devlet değil. Aynı zamanda yaralarını anlattıklarında onlara yüreğini açacak, diyaloga davet edecek bir toplumsal sağduyu da yok, varsa da güçlü değil. Kürtlerdeki şüpheyi ciddi ve kalıcı hale getiren şey, toplumsal sağduyudaki aleyhe çalışan ahlaki ilişkiler sistemi ve dengesiz iletişim alanının ta kendisidir. Bu diyalog değil aslında. Türk’ün konuştuğu, Kürt'ün dinlemek zorunda olduğu bir sağırlık alanından geliyoruz. O sağırlık alanı bir iktidara işaret eder. Türklerde, Kürtlere yönelik “daha ne istiyorsunuz kardeşim? Ne istediniz de verilmedi ki zaten. Kürt de cumhurbaşkanı oluyor, o da oluyor, bu da oluyor. Daha ne istiyorsunuz?” serzenişinin arkasında, gerçekte sürekli olarak okşanmış, beslenmiş, büyütülmüş, normalleştirilmiş bir ahlaki problem var. Bu ahlaki problemin iktidara dönüştürüldüğü bir gelenek ve diyalog sistemi var. Bununla beraber Kürtler artık bütün bu tazyiklerin karşısında, ayakta durabilen, kendini ifade edebilen, saldırılara karşı koyabilen, aynı ile mukabele eden, etmeye başlayan bir özne olarak tam karşılarında duruyor ve belli ki duracak…
Az önce anlattığınız gibi, devlet-altı bir toplumsallık örgütleyebilmişler. Bir varlık problemini aştılar aslında…
Evet, evet. Demin de söylediğim gibi medya ve iletişim alanından futbol takımlarına kadar her alanda derin kökler salarak toplumsal temsile taşıdılar. Türk milliyetçiliği ile karşılaşmaları da farklılaştı. “Kürtlerin bir devleti var mıydı kardeşim? Kürtlerin bir tarihi yapıtlarını gösterin, mimari bir yapısını gösterin. Bir camiyi gösterin” deniyor olması bile, o geleneksel sağduyunun artık “Kürt yoktur. Bunlar Ermenidir” söyleminden Kürt tarihi tartışmasına doğru çekildiğini gösteriyor ve bu çok önemli bir şey. Bu durum eğer devlet tarafından aksi yönde beslenmezse, toplumsal alanda umut verici gelişmeler olacağını düşünüyorum ben. Yani tarihin kendilerine ait olduğu, dolayısıyla burayı yönetip vatan kılmanın sadece kendilerine has bir yetki ve otorite olduğunu düşünme eğilimi, ancak bir başka güçle sınırlandığınız andan itibaren ehlileştirilebilir. Şu an Türkçülüğün imkanları giderek güçlenmeye ve toplumsallaşmaya başlamışsa, bunun temel sebebi konuşma düzeninin değişiyor olması, protokolün değişiyor olmasıdır. Bu değişimin yarattığı bir iktidar-özne krizinin, artık kendisinin aynı güç konumunda konuşamayacağı kaygısının yükselmiş olmasından kaynaklanıyor.
Bu çok yönlü bir mesele bana kalırsa. Hem siyasi bedenle toplumsallığın çatışması var, hem aslında iki farklı siyasi beden olarak tarif edilebilecek iki farklı toplumun temsiliyetlerinin karşılıklı güven problemi var, iki farklı toplumun kısmen zorunlu bir müzakere süreci var.
Bence artık Türkler açısından şu sözü yaygın biçimde ilan etmenin zamanı geldi: Benim Türklüğüm neden Kürt’e dayatılan bir siyasal bağlanma biçimi olsun ki?
Esasında müzakerenin kendisinden ziyade müzakereden çıkan şeylerin inşasıdır mühim olan.
Evet, doğru. Yani inşayı yapabilecek güçlerin hala o güç olarak kalabiliyor olması gerek. Bunun için de birinci ödev Kürt hareketi içerisindeki askeri yapıların meşru toplumsal ve siyasal yapılara dönüşümünün imkanlarını hazırlamaktır. Çok amiyane bir şey söylüyorum kuşkusuz. Bir savaşı bitiren şey silahın bırakılması değildir. Silahın yakılması semboliktir ama daha sembolik olan o silahı yakanların, gelip Diyarbakır'da bir caz kafe açıp işletebilmesi, parlamentoda bir milletvekili olarak konuşabilmesi veya birinin gelip herhangi bir sahnede stand-up gösterisi yapabilmesidir. Daha doğru ifadeyle; kişinin toplumsal ve siyasal alanın içerisine yerleştirilmesidir. Siz eğer bunu sağlamazsanız silah bırakanı cezalandırmış olursunuz. Bu Komisyonun görevi silahı bırakanı cezalandırmak değil, silahı bırakana iyi yaptığını göstermek, doğru yaptığını göstermek ve onun yaptığı şeyi tamamlamanın bu Komisyonun görevi olduğunun farkına varmaktır. Casene mağarasında yakılan ateşin Komisyonda söndürülmesi gerekir. Silahı yakanın açtığı yoldan girip silah bırakmanın doğru olduğunu ve bunun takip edilmesi gerektiğini ortaya koymak gerek. Eğer silah bırakma eylemini takip eden bir müzakere ve Komisyon çalışması olmazsa bu mesele askeri dilin tasfiyesi amacından sapmaya başlar. Komisyonun görevi askeri dilin tasfiyesinin toplumsal, siyasal, anayasal ve kültürel düzeydeki şartlarını oluşturmak olmalı.
İlk adım ne olmalı sizce, yapılacak ilk şey ne?
İlk adım zaten var olan yasaların ve uluslararası kriterlerin uygulanması. Örneğin, Selahattin Demirtaş hakkında zaten karar var. Oturup konuşmaya, düşünmeye, yargı kararlarını takip etmeye de gerek yok.
İç hukukun uygulanması yeter bunun için.
Tam olarak öyle. Aralarında dosyalarını okuduğum, tanıdığım binlerce Kürt genci tamamen gayrimeşru yargılamalarla yıllarca cezaevinde yattılar. Dosyaya bakarsanız bir karşılığı yok, boş. Senin durumun da benzer. Daha bir yıl önce görüşüp sözleştiğim bir gazeteci, arada 8 ay mahpus yatıyor, arkasından çıkıp normal işine devam ediyor. Yani bir Kürt gazeteciye böyle bir hayat bahşeden bir toplumsal ve siyasal kültürün, bir anayasal alanın yapıcı ve verimli olabilmesi mümkün değil. Komisyonun görevi kaygı ve korkuları ortadan kaldırmak; askeri yapıları toplumsal hayatın içine taşımanın yollarını bulmaktır. Mutlaka siyasi bir af ilan edilmelidir. Sürecin anayasal karşılıkları kaçınılmaz bir şekilde olmak zorundadır. Önce silahlı alanın kendilerini tasfiye etmelerinin doğru bir siyasi karar olduğuna dair hukuku ortaya çıkarmak lazım. Bunun yaygınlaştırılması lazım. Ama başta da dediğim gibi Türkiye'nin müzakerenin bu ilk aşamasında yasallaşmadan çok karar iradesine ihtiyacı var. Son 9 yıldır Türkiye yasalarla değil, kararlarla yönetildi. Bunun yasal ve anayasal bir karşılığı yok. Son 9 yıldır hukuki bilgi standardı olmayan, kurumsal standardı olmayan, kurumsal davranış gelenekleri olmayan, standart ve ilkeler yaratamayan ve bunu geliştiremeyen bir sürecin içindeyiz. 2016 yılının 15 Temmuz’undan bu yana durum böyle.
Ya sonraki adımlar?
Öncelikle belirtmeliyiz ki Komisyon’un tek başına bu süreci geliştirebilmesi mümkün değil. Mutlaka yüzleşme ve hakikat komisyonları gibi suç ve ceza meselelerinden yeni yasal ve kurumsal hazırlıkların yürütüleceği kamuya açık alt komisyonlara ayrılması, böylece birbirlerini besleyen farklı çalışma alanları yaratılması yerinde olur. Aksi halde bu Komisyon teknik olarak kendisini zayıflattığı gibi gündemler açısından da boğmuş olur.
Komisyon açısından bir öncelik sonralık yapılacak ise ilk aşama silah bırakma kararının doğruluğuna işaret edecek gelişmeler ise, ikincisi bu müzakerelerin artık bir “geçiş süreci” olarak yeniden ele alınmasıdır. Bu da oldukça kapsamlı bir yasallaşma ve kurumsallaşma hazırlıklarını gerektiriyor ki asıl ödevimiz bunlardır…















