'Çözüm' maskeli bir operasyondu
Dosya Haberleri —

Çetin Arkaş
Silivri Cezaevi’nde rehin tutulan Çetin Arkaş, tecrit politikalarından seçim sürecine kadar birçok konuyu gazetemize değerlendirdi.
- İmralı’ya gidiş sürecimiz biliniyor. Güya bir “Çözüm Süreci” vardı ve bizlerde sekretarya olarak görevlendirilmiştik. Mesela, sohbet yerine giderken yanımıza kâğıt kalem almamıza bile müsaade edilmiyordu. Hücreler ayrıydı ve hatta günde sadece 1 saat bir araya gelebiliyorduk. Yaşananın daha çok “çözüm” maskeli bir operasyon olduğu bugün çok daha net bir şekilde anlaşılmış oluyor.
- Tecrit sistemindeki amacı iyi anlarsak aynı şeyin dışarıda da uygulandığını görmek zor olmayacak. Yeter ki hapisteki tecrit hallerinin muadillerinin neler olduğunu iyi fark edebilelim. Ekonomik kıskaca alınmış insanlar, sadece fiziksel yaşamlarını sürdürebilme gayesi ile habire koşturuyor. Toplumun çok değişik kesimlerinden “boğuluyoruz, nefes alamıyoruz” sözlerini duymayan yoktur herhalde.
- Erdoğan’ın her nasıl yorumlanırsa yorumlansın, sonuçta yeniden iktidar olması dünyanın sonu değil. Olağan karşılanması için söylemiyorum, aksine bugüne kadar yaptıklarından yola çıkılarak neler yapabileceği iyi görülmeli, tedbirlerde o ciddiyetle alınmalıdır. Ancak kitleleri umutsuzluğa, moralsizliğe, bir şeylerin değişmeyeceğine sevk edebilecek tutum ve söylemlerden kaçınılmalıdır.
ERDOĞAN ALAYUMAT/İSTANBUL
Başta İmralı Yüksek Güvenlikli Ada Hapishanesi olmak üzere Türkiye cezaevlerinde yaşanan hak ihlalleri artarak sürüyor. İmralı’da başlayan tecrit uygulaması bugün tüm cezaevlerine sirayet etmiş durumda. Tecrit politikasından kaynaklı cezaevinde bulunan mahpusların neredeyse dış dünya ile iletişimleri kopma noktasına getirilirken, mahpuslar bu baskılara karşı adeta tarihi bir direniş sergiliyor. Bu mahpuslardan biri de, 30 yılı aşkın süredir cezaevinde kalan Çetin Arkaş. 52 yaşındaki Arkaş, üniversite öğrenimi için doğduğu Amed’den 1990’lı yıllarda İstanbul’a geliyor. Kürt Özgürlük Hareketi'nin yükselişe geçtiği ve buna karşı devlet baskısının her alanda arttığı bir süreçte Arkaş, üniversitede gençlik hareketi içinde özgürlük mücadelesi saflarına katılıyor. Siyasal çalışmalarını sürdürdüğü sırada 1992 yılında Isparta’da gözaltına alınan Arkaş, önce Adana Pozantı’ya ardından yürüttüğü siyasal çalışmalardan kaynaklı İstanbul’da hakkında yakalama kararı olduğu için İstanbul’a sevk ediliyor ve burada tutuklanıyor. Devlet Güvenlik Mahkemesinde (DGM) yargılanan Arkaş, “Devletin birliğini bozmak” suçlaması ile müebbet hapis cezasına çarptırılıyor. Arkaş, sırasıyla, Bayrampaşa (Sağmalcılar), Bartın, Bursa, Çankırı, Sincan 2 Nolu F Tipi, Bolu F Tipi, Nazilli, Silivri 9 Nolu Cezaevlerinde kaldı. ‘Diyalog süreci’nin devam ettiği sırada Arkaş, Mehmet Sait Yıldırım, Ömer Hayri Konar, Nasrullah Kuran ve Veysi Aktaş ile birlikte 15 Mart 2015 tarihi itibarıyla İmralı'ya sevk edildi. Arkaş, İmralı’da 9 ay 10 gün kaldıktan sonra 26 Aralık 2015 tarihinde Nasrullah Kuran ile birlikte avukat ve ailelerine haber verilmeden Silivri Cezaevi’ne sürgün edildi. İletişim haklarına dönük hukuksuz yasaklar nedeniyle avukatlarıyla ancak 11 Ocak 2016’da görüşebilen Arkaş’ın mektuplaşma hakkı da iki yılı aşkın süre gasp edildi. Silivri Marmara Kapalı Cezaevinde tutulan Arkaş, sorularımızı yanıtladı.
Uzun yıllardır cezaevinde kalan biri olarak 1990’lı yıllardan günümüze kadar cezaevlerinde yaşanan tecrit halini anlatır mısınız?
Tecrit, fiziksel yalıtma, izole etme halidir. Elbette bir işkencedir ve insanlık suçudur. Çünkü insan toplumsal bir varlıktır. Yani kendisi dışındaki insanlarla var olma, paylaşma hali onu toplumsal bir varlık kılar. Siz bunu onun elinden alırsanız onun insan olma tarafına saldırmış olursunuz. Çok ağır bir uygulamadır. Küçücük bir hücrede yıllar yılı bir başınıza tutulduğunuzu düşünün. Konuşmayı unutursunuz. İnsani ilişkilerinizde önce bir gerileme, sonra yabancılaşma gelişir. Bu tecrit haline eşlik eden, psikolojik işkenceleri, cezaları, tecrit içinde tecrit hallerini saymıyorum bile. Her şeyden yalıtılıyorsunuz. İstediğini veriyor, istemediğini vermiyor. Amacın tamamı fiziksel yalnızlaştırma, duygusal ve düşünsel daraltma değil. Seni tümüyle yeniden şekillendirmek istiyor. Önce hamur haline getirecek, sonra istediğini verecek. Buzdağını önce küçük küçük eritecek, ardından büyük kütleler halinde yerle yeksan oluşuna tanıklık edecek. Cezaevlerinde her şey buna göre dizayn ediliyor.
İlk İmralı Adası’nda uygulanan bu tecrit politikaları nasıl oldu da tüm zindanlara yayıldı?
Tutsaklar yan yana olsa birbirleriyle dertleşirler, paylaşırlar, birbirlerine güç verirler. Biri tökezlese diğeri omuz verir, biri göremezse diğeri yardımcı olur, tek tek parmak değil sıkı bir yumruk olurlar. Tecrit işte tamda buna saldırıdır. Belirttiğiniz gibi tecridin ilk hali İmralı’da yürürlüğe kondu. Tam 24 yıldır da kesintisiz ve en ağır biçimiyle devam ettiriliyor. İmralı tecrit sistemi 16 Şubat 1999 itibariyle yürürlüğe kondu. Cezaevlerinde “hayata dönüş” adı verilen ve onlarca insanın hayatına mal olan operasyon 19 Aralık 2000 yılında gerçekleştirildi. Tecrit, bundan sonra F Tipleri marifetiyle yaygınlaştırıldı. Adım adım tüm cezaevlerine yayıldı. Sadece mekânsal bir daraltma söz konusu olmadı, komple bir yönelim gerçekleştirildi. Sadece “bunlar suçludur, acı çektireyim” saiki ile davranılmıyor, bu yönelimin özü “teslim almadır, iyileştirmedir.” Sorgulayan, itiraz eden, başka bir yaşam mümkündür diyenler, iyileştirilmesi gereken insanlar olarak görülüyor. Tıpkı orta çağda “cadılara” yapılanlar gibi. Okuyacağın, izleyeceğin, düşünsel olarak besleneceğin ne varsa onlardan yalıtıyorlar. Psikolojik ve düşünsel savaş diyebiliriz buna.
Bahsettiğiniz bu “Psikolojik ve düşünsel savaşa” karşı sizin savunma mekanizmanız nedir?
Tek tutulabilirsin ama bu yalnız olduğun anlamına gelmez. İşte burada düşünce ve irade savaşı devreye giriyor. Kendi beslenme ve moral kaynaklarını kendin oluşturuyorsun. Özgürlük mekânsal değil, düşünsel ve ruhsal bir olaydır. Bedeni hapsedilmiş olabilir. Spartaküs gibi çarmıha gerilmiş olabilir ama o şartlarda bile özgür kalabilmek mümkündür. Sen vazgeçmedikçe kimse onu senin elinden alamaz. İnsandan özgürlüğü çıkarırsak, geriye ne kalır, sorgulamaya değerdir. Çıkışta, çare de elbette vardır. Özgürlük onu hissedenin ruhundadır. Önce birileri onu fark eder, sonra da erdem ile yayılmasına vesile olur. İsterse üzerine on kilit vurulsun. Beden tutsak alınabilir ama özgürlük, kendi türkülerini söylemeye devam eder.
Peki cezaevlerinde bu kadar ağır bir şekilde hissedilen tecrit durumunun topluma yansımaları nasıldır? İçerden dışarıyı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tecrit sistemindeki amacı iyi anlarsak aynı şeyin dışarıda da uygulandığını görmek zor olmayacak. Yeter ki hapisteki tecrit hallerinin muadillerinin neler olduğunu iyi fark edebilelim. Ekonomik kıskaca alınmış insanlar, sadece fiziksel yaşamlarını sürdürebilme gayesi ile habire koşturuyor. Düşünsenize sorgulamasına, itiraz etmesine ne zamanı ne de takati kalmasın isteniyor. Buna rağmen bir araya gelme iradesi gösterenler için caydırıcı tedbirler devreye sokuluyor. İfade özgürlüğü, gösteri ve örgütlenme özgürlüğü ne düzeydedir biliniyor. Medyanın hali ortada. Müthiş bir manipülasyon var. Diğer zihniyet inşa etme kurumları ve faaliyetleri tam gaz çalışıyor. Fişlemeler, KHK zulmü devam ediyor. “Terör soruşturması” geçirenlerin sayısı milyonları aşmış durumda. Tüm bunların yaratmış olduğu korku iklimi var. Son yıllarda toplumun çok değişik kesimlerinden “boğuluyoruz, nefes alamıyoruz” sözlerini duymayan yoktur her halde. Medyaya da yansıyor. Küçücük tecrit hücrelerinde de yaratılmaya çalışılan bu duygudur.
‘Diyalog süreci’nde 9 ay 10 gün İmralı’da kaldınız. Dünyanın en sıkı korunan cezaevlerinden biri olma özelliğini taşıyan İmralı’da 9 ay kalmak nasıl bir deneyimdi?
İmralı’ya gidiş sürecimiz biliniyor. Güya bir “Çözüm Süreci” vardı ve bizlerde sekretarya olarak görevlendirilmiştik. Adaya gidiş, cezaevine alınış sürecinde nahoş bir durumla karşılaşmadık. Aksine, özenli olmaya çalıştıklarını söyleyebilirim. Özü itibariyle, söylenildiği üzere Çözüm Süreci ruhuna denk düşmeyen kusurları, erkenden fark ettik. Mesela, sohbet yerine giderken yanımıza kâğıt kalem almamıza bile müsaade edilmiyordu. “Bu nasıl sekreteryalıktır” sorulur haliyle! Hücreler ayrıydı ve hatta içinde günde sadece bir saat bir araya gelebiliyorduk. Onun haricinde geçen sürede herkes kendi hücresinde kalan 23 saati yalnız geçiriyordu. Sürecin gidişatına dair endişelerimiz vardı, samimiyet belirtisi niteliğinde çok rahat bir şekilde yapılması gereken şeyler vardı. Nerdeyse hiçbiri yapılmadı. O nedenle “demokratik çözüm süreci” tanımlamasını çok gerçekçi bulmadığımı belirtmek isterim. Yaşananın daha çok “çözüm” maskeli bir operasyon olduğu bugün çok daha net bir şekilde anlaşılmış oluyor.
İmralı’da kaldığınız zaman dilimini biraz anlatır mısınız? Örneğin tüm dünyadan yalıtılmış bir yerde bir gününüz nasıl geçiyordu?
Biz müebbetlik olduğumuz için havalandırma kapısı gün doğumunda açılır gün batımında kapanırdı. Ağırlaştırılmış müebbetlik olan arkadaşların ise toplam 4 saat havalandırma hakları vardı. Gazeteler haftada bir toplu geliyordu. Eğer bir engel çıkmamış ve gemi gelmişse tabi gazeteleri hızlıca tarardık, bazı notlar alır, önemli hususları sohbette paylaşırdık. Haberleri ve tartışma programlarını izlemeye çalışırdık. Dışardakilerle tek iletişimimiz mektuplardı. Oda sınırlı veriliyordu. Yazdıklarımızda engellenenler oluyordu. Hücrelerde sınırlı sayıda kitap bulundurabiliyorduk. Zamanın önemli bir bölümünü okuyarak geçiriyorduk. Herkesin gözü kulağı adadaydı fakat orada neler olup bittiğinden kimsenin haberi yoktu. Herkesin hakkında konuştuğu, çok şey söylediği ama yanıt hakkına müsaade edilmeyen bir mekânın tecrit altındaki insanlarıydık. Asıl özne biliniyor zaten. En zoru da buydu. Asıl özne hala çarmıhta. Kulakları duysun, gözleri görsün ama konuşmasın, tek kelime etmesin isteniyor. Diğer hususlar önemsizdir demek istemiyorum ama İmralı gerçekliğinde tali unsurlar niteliğindedir.
Biraz da ülkede yaşanan güncel siyasal gelişmeleri sormak istiyorum. 14-28 Mayıs tarihleri arasında iki seçim gerçekleşti. Yaşanan seçimlerde Erdoğan ve Partisi galip geldi. Seçimlerde HDP’nin ana omurgasını oluşturduğu Emek ve Özgürlük İttifakı’nın ve CHP gibi ana akım muhalefetin tarzını nasıl yorumluyorsunuz?
Yaşanan bir seçimiydi, kazanan Erdoğan mı oldu, üzerinde epey tartışılacak mevzular gibi gözüküyor. Normalde Erdoğan’ın böyle bir seçimi kazanması pek mümkün görünmüyordu ama muhalefetin kaybedileceğine dair ciddi endişeler vardı. Türkiye siyasetinin ikili bir seçeneğe sürüklenmesine göz yumuldu, ya da alternatif bir üçüncü yolun yaratılmasına, ciddi bir seçenek haline getirilmesine kapasite yetmedi diyelim. Aslında kapasite fazlasıyla vardı fakat örgütlendirilemedi, biraz da kolay olan tercih edildi diyelim. Sonuçta sistemin ürettiği iki seçenekten biri tercih edilmek zorunda kalındı. Sayın Öcalan’ın “üçüncü yol ısrarı ve “angeje olmayın” uyarısı, tamda bu açıdan önem kazanıyor. Bu başarılamadı. İzleyebildiğimiz kadarıyla seçimin görülen ya da görülemeyen mahfillerinde esas belirleyici konu Kürt meselesiydi. İttifaklar bunun üzerine kuruldu ve bozuldu, herkes buna göre konumlanmaya zorlandı. Son 8 yıldır sürdürülen bir konsept var. Bunda ısrar edileceği anlaşılıyor. İlk iki yıldır sonuç alabileceklerini düşünmüşlerdi ama başarılamadı. Bu eksen üzerinde bir araya gelenler ayaklarını gaz pedallarından çekmek istemiyorlar. Bunun sonucunun kendileri açısından ağır olacağını ön görüyorlar.
Muhalefetin tamamı için kaybetmek amacıyla seçime girdiler demek haksızlık olur. Ama o cenahta vukuu bulan bazı hususlar fazlasıyla irdelenmeye değerdir. Acemilik olarak değerlendirmeye dilimizin varmadığı bazı hamleler, karar ve söylemler adeta muhalefetin aleyhine, iktidarın lehine olabilecek çokça işler yapıldı. Seçim sürecinde millet ittifakı da bir nevi tahtaya kaldırılmış çocuklar gibi milliyetçilik sınavına sokularak kıvama getirilmeye çalışıldı.
Peki bundan sonra ne öngörüyorsunuz? Seçim öncesi “Erdoğan tekrar kazanırsa ülkede yapılacak son seçim olacak” gibi yorumlar çok fazla dillendirildi. Siz bu söylemlere katılıyor musunuz?
Erdoğan’ın her nasıl yorumlanırsa yorumlansın, sonuçta yeniden iktidar olması dünyanın sonu değil. Olağan karşılanması için söylemiyorum, aksine bugüne kadar yaptıklarından yola çıkılarak neler yapabileceği iyi görülmeli, tedbirlerde o ciddiyetle alınmalıdır. Ancak kitleleri umutsuzluğa, moralsizliğe, bir şeylerin değişmeyeceğine sevk edebilecek tutum ve söylemlerden kaçınılmalıdır.
Seçimlerden sonra Kürt siyasal hareketi ve bileşenleri eleştiri özeleştiri sürecine girdi. Sizce nasıl bir süreç işletilmeli? Bu anlamda önerileriniz var mı?
Eleştiri ve özeleştiri dışında salt suçlayan, hesap soran, hep üst perdeden konuşan tutum ve davranışlara kimse yeltenmemeli. Şu veya bu düzeyde etki eden, etki üreten konumda olan herkesin önce öz muhasebe yapması gerekir. Samimiyetin gerçek göstergesi de özeleştirisi yapılan her neyse onun tekrarlanmaması, bir yenilenmenin gerçekleştirilmesidir. Özeleştiri onarmadır, güçlenmedir. Erdoğan’ı neyin durduracağı belli. Erdoğan pragmatisttir. Zorlar, istediğini yapmaya çalışır, ama güç getiremezse, aksine ısrarın kendisine kaybettirdiğini görürse yeni bir pozisyon alır. Yolsuzluk, ahlaki aşınma, adaletsizlik, liyakatsizlik, demokrasi dışılık bir yanda zenginleşme üretirken geniş yığınları yoksullukla baş başa bırakıyor. Sadaka ve sosyal yardımların artmasından övünç duyuluyor. Ama neden buna ihtiyaç duyanların sayısı artıyor sorusu sorulmuyor. Tüm bu yaşananlara rağmen iktidara karşı ciddi bir karşı çıkış görünmüyor. Tepkiler fazlasıyla örgütsüz.
DTK ve HDK aslında bir nevi güçlü öz yönetim kurumlarıydı. Halkı her düzeyde örgütlemeleri gerekiyordu. Çok değişik alanlarda halkın içinde var olan, pişen, tecrübe aktaran, tecrübe kazanan halk önderlerinin de ortaya çıkacağı kurumlar niteliğindeydi. Hem öz örgütlülük hem okul vazifesi görmeliydiler. Ama maalesef istenilen düzeyde bir performans ortaya çıkabilmiş değil. Öne çıkan daha çok HDP oldu. Siyasal ve toplumsal alan çalışmaları sınırları belli bir alana hapsolmuş gibi bir izlenime sahibiz. Yanılıyor da olabiliriz. Oysa her yerde güçlü öz örgütlülükler yaratabilmeli ve dinamik hale getirebilmeliydi.













