'Jin jiyan azadî' hepimizin özlemi

Dosya Haberleri —

Fatmagül Berktay

Fatmagül Berktay

  • “Dersim’in kayıp kızları”ndan, Ermeni tehcirinde kaybolduğu sanılan ama yıllar sonra kökeninin başka olduğunu dile getiren kadınlardan haberdarız ama haberimiz yokmuş gibi davrananlarımız çok. Gene riyakarlık ve geçmişle hesaplaşmama refleksi. Oysa geçmişle hesaplaşmadığımız sürece yeni bir gelecek yaratma ihtimalimiz giderek zayıflıyor.
  • Erkek iktidarı, “imtiyazlarımızı kaybetmek ve kadınlara şiddet uygulamaktan vazgeçmek istemiyoruz!” diyor, kadınlar ise eşit ve özgür olmak istiyor. İranlı kadınların “jin, jiyan, azadî” diye haykırışları hepimizin özlemini dile getiriyor. Bence Kürt kadın hareketinin önemli bir bileşeni olduğu dünya kadın hareketi bugün muhalif cephenin motoru durumunda.
  • Bizimki gibi kültürlerde cinsel olan ile siyasal olanın birbiriyle sıkıca ilişkili olduğunu söylemiştim. Erkeğin gücü ve kimliği, kadını denetleme gücüyle eşdeğer olduğu için kadının ve bedeninin hem aile içinde hem de toplumsal olarak denetlenmesi özel bir önem taşıyor. Otoriter eril devlet ile ataerkil aile bu konuda el ele veriyor.
  • Eşit yurttaşlık ve özerk bireylik konumunu savunmak için önümüzdeki seçimler kritik bir dönüm noktası. Kamusal alanı tümüyle yok etmek isteyen bir rejime karşı birleşmek zorundayız, yoksa ortada ne kamusal alan ne de savunulacak haklar kalacak. Kadın, erkek, Kürt, Türk, Alevi, Sünni, haklarını muhafaza etmek isteyen herkes için bu geçerli.

GÜLCAN DERELİ

Bu yıl 8 Mart Dünya Kadınlar Günü'ne depremin ağır tablosu altında giriyoruz. Kadınlar bir yandan erkek-devletin doğrudan kadınları hedefleyen saldırılarıyla bir yandan da depremin ağır yarasıyla uğraşıyor. Mevcut rejimi en çok korkutan ve muhalefetin de öncülüğünü yapan kadınlar, bu çok yönlü sistematik saldırılara karşı ne yapmalı? Ataerkil rejim kendisini nasıl inşa ediyor? Dincilik, milliyetçilik, cinsiyetçilik bu inşada nasıl rol oynuyor? "Jin, jiyan, azadî"nin tüm dünya kadınlarının şiarına dönüşmesi ne anlatıyor? Bu ve daha pek çok soruyu, kadınlar üzerine birçok ufuk açıcı araştırmaya imza atan siyaset bilimci, akademisyen ve yazar Prof. Dr. Fatmagül Berktay ile konuştuk...

Zor bir dönemde 8 Mart'a gidiyoruz. Yıkıcı bir deprem yaşadık. Her şeyi çevreleyen bir cinsiyetçilik dünyasında yaşadığımızı düşündüğümüzde deprem vb. afetlere cinsiyetçilik penceresinden bakarsak ne söylersiniz? Bu tür afetlerde cinsiyetçiliği ortaya koyan araştırmalar olduğu gibi kendi deneyimlerimiz de mevcut. Buradan bakınca ne görüyorsunuz?

Kadınların olağan koşullarda da her türlü zorlukla karşı karşıya olduğunu biliyoruz. Bunların en başında şiddete maruz kalmak geliyor. Fiiliyatta şiddet görmeyenler de her daim şiddet görme tehdidi altında. Bu tehdit sınıf, ırk, etnisite vb tanımaz, bütün kadınlar üzerindeki Demokles kılıcıdır. Yoksunluğun ve yoksulluğun acısını da en çok yaşayanlar, çocuklarını korumak, bakıp besleyebilmek için her türlü fedakarlığı yapanlar da gene onlar. Ama savaş, doğal afet gibi kriz durumlarında bu zorluklar fazlasıyla keskin bir hal alıyor. En çok etkilenenler her zaman kadınlar ve korumak için canlarını dişlerine taktıkları çocuklar, maalesef. Bugün en acı biçimde karşımıza bir kere daha çıkan gerçek, bu. Kadınlar yoksulluğun, yoksunluğun acısını katmerli biçimde yaşıyorlar. Kimse onların özel ihtiyaçları olduğunu, sağlık hizmetlerine daha önce bile doğru dürüst ulaşamazken şimdi hiç ulaşamadıklarını; hijyen, tuvalet, temizlik gibi ihtiyaçlarının erkeklerden farklı olduğunu ve bunları güvenli biçimde karşılamaya muhtaç olduklarını hatırlamıyor, görmüyor. Aslında “kimse” darken devleti ve yönetimden sorumlu olanları kastediyorum elbette, yoksa kadın sivil toplum örgütleri, inisiyatifleri ve tek tek kadınlar elbette farkındalar ve yardım etmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Ama yeterli olabilir mi? Hijyenik pedin lüks madde sayıldığı bir ülkede yaşıyoruz ve sözüm ona “ahlak” adına bu tür şeyleri konuşmak bile ayıp sayılıyor. Riyakarlık burada da kol geziyor.

Tıpkı Dersim'in kayıp kızları gibi depremin kayıp kızları ve çocukları da gündeme geldi. Diyanet'ten ailesini kaybetmiş kız çocuklarını evlat edinen kişinin onunla evlenebileceği görüşü ortaya atıldı. Çocukların cemaatlere teslim edildiği iddiaları söz konusu. Yakın zamanda Hiranur Vakfı'nda kız çocuğu ile evlilik adı altında yapılan istismar gündem oldu. Kız çocukları bağlamında cinsiyetçilik ve mülk görme zihniyetinin bu kadar kendini neredeyse müstehcen olarak ortaya koymasını nasıl okumalı?

Deprem sonrası en yakıcı konulardan biri de “kayıp çocuklar” meselesi. Deprem olmadığı zaman da çocukların nelere maruz kaldığını gayet iyi biliyoruz. Daha afetin üzerinden 3 gün geçmemişken “evlatlık ile evlenmek caizdir” fetvasını duymak, 6 yaşında evlendirilen kız çocuklarının bulunduğu bir toplumda şaşırtıcı olmadı ama şaşırtıcı olmaması ne kadar acı. “Dersim’in kayıp kızları”ndan, Ermeni tehcirinde kaybolduğu sanılan ama yıllar sonra kökeninin başka olduğunu hatırlayan, dile getiren evlatlık verilmiş, “evlendirilmiş” kadınlardan haberdarız ama haberimiz yokmuş gibi davrananlarımız çok. Gene riyakarlık ve geçmişle hesaplaşmama refleksi. Oysa geçmişle hesaplaşmadığımız sürece yeni bir gelecek yaratma ihtimalimiz giderek zayıflıyor.

Deprem öncesi dünyanın önemli gündem maddelerinden biri İran idi. İran'da Kürt kadını Jina Masha Emini'nin başını örtmediği gerekçesiyle katledilmesi sonrası isyan patlak verdi ve "jin, jiyan azadî" sloganı ana şiarları oldu. Bu slogan giderek dünya çapında kadınların ana sloganlarından oldu. Kürt kadın hareketinin paradigmasını ifade eden bu sloganın bu kadar yankı uyandırmasını nasıl yorumluyorsunuz?

Kadınları ve çocukları bağımsız birer insan varlığı değil de alınıp satılabilen, her şekilde kullanılabilen mal olarak gören zihniyetle mücadele etmekten, sürekli uyanık olmaktan başka çare yok diye düşünüyorum. Kadın örgütleri bu konuda çok önemli bir iş yapıyorlar; iyi ki onlar var da herşey eskisi gibi rahatça örtbas edilemiyor. Kadın hareketine, feminizme düşmanlık da buradan kaynaklanıyor zaten. Çünkü hem bizim toplumumuzda hem de Macaristan, Polonya, İran vb birbirinden kültürel ve dinsel olarak çok farklı toplumların en gerici kesimleri arasında erkek iktidarının sürdürülmesi ve kadınların ezilmesi konusundaki ortaklık karşısında kadınların ortak direnişi gerçekten tayin edici ve erkek egemenliği bundan tehdit algılıyor. Erkek iktidarı, “imtiyazlarımızı kaybetmek ve kadınlara şiddet uygulamaktan vazgeçmek istemiyoruz!” diyor, kadınlar ise eşit ve özgür olmak istiyor. İranlı kadınların “jin, jiyan, azadî” diye haykırışları hepimizin özlemini dile getiriyor, aslında.  

Bence Kürt kadın hareketinin önemli bir bileşenini oluşturduğu kadın hareketi bugün muhalif cephenin motoru durumunda; üstelik sadece Türkiye’de değil, dünyanın başka birçok yerinde de. İran bunun en son yakın örneği. Ama Şili, Arjantin,Uruguay gibi Latin Amerika ülkelerinde de benzer gelişmeleri görüyoruz. Kadın hareketleri ve feminist yazarlar otoriter rejimleri ataerkil baskının uzantısı olarak değerlendiriyorlar, haklı olarak. Çünkü devletin militarizmi ve kurumsallaşmış şiddeti ataerkil temellere dayanıyor. Bizim de yakından tanık olduğumuz gibi, erkeğin gücü ve kimliği kadını denetleme gücüyle eş değer tutuluyor ve kadın-erkek arasındaki zorunlu itaat ilişkisi toplumdaki otorite ilişkisini simgeliyor.

Erkek egemen kültür, kadının ve bedeninin sürekli denetim altında tutulabilmesi için, onun “namusu” nun bekçiliğini erkeklere veriyor. Aslında bekçiliği yapılan, erkek iktidarından başka bir şey değil. Buna karşı tek çare kadınları hak sahibi özneler olarak güçlendirmek ve cinsiyet eşitsizliğini meşrulaştıran, sürdüren her türlü uygulama ve söylemle mücadele etmek. Yani kadınların mücadelesiyle gerçekleşen kazanımları savunmak ve ilerletmek.

Kadın haklarına dönük halihazırda sistemli bir saldırı söz konusu. İstanbul Sözleşmesi'nden çıkılması, nafaka hakkına göz dikilmesi vb. çok yaygın bir pratik var. Buradan murat edilen ne? Gönüllü kölelik mi?

İstanbul Sözleşmesi etrafında yaşanan tartışmalar bu bağlamda çok şeyi gözler önüne serdi. Sözleşmenin en önemli yanı,  kadınlara ve çocuklara yönelik şiddete karşı devletin müdahalesini öngörmesi. Yani kadın hareketinin bütün dünyada talebi olan ve ev içini “aile reisi erkeğin” (patriyarkın) kimsenin karışamadığı özel oyun alanı olarak kabul edilmesini ortadan kaldırıyor. Ayrıca, Sözleşme “cinsel yönelim” tanımlaması yapıyor ve sadece kadınlara değil, “tüm şiddet mağdurları”na koruma sağlıyor. İşte bu iki nokta, zurnanın zırt dediği yer. Cinsel yönelim kavramı etrafında çokça Lut kavmi anıştırmaları yapılır ama kimse Tevrat’taki bu feci öykünün esas yanına, yani Lut’un kendi öz kızlarını kapısına dayanan gözü dönmüş erkek ahaliye sunmaya hazır oluşuna dikkat çekmez. Üstelik Lut’u “kızlarının baştan çıkardığı” iddiasının da ensesti meşrulaştıran gerekçe olduğu görmezden gelinir. Ama bu tesadüf değil. Çünkü cennet olduğu sıkça tekrarlanan aile ve ev, çoğu kez, kadınların ve çocukların cehennemidir. İçinde babanın/kocanın, yani aile reisinin tartışmasız hüküm sürdüğü veya sürmek istediği  yerdir. Zaman içinde yasalar değişse de bu zihniyet büyük ölçüde değişmediği için patriyark, kadınlar ve çocuklar üzerinde mutlak hakimiyet sahibiymiş gibi davranmaya rahatça devam ediyor. Çocuk istismarının ve ensest vakalarının yaygınlığı da bununla ilişkili, evlatlıkla evlenmeyi caiz gören fetvalar da… Özellikle Doğu Akdeniz ve Orta Doğu toplumlarında etkisini hala sürdüren kurallara göre aile reisi erkek,  kadınlar ve çocuklar (eskiden bir de elbette köleler) üzerinde ölüm ve yaşam hakkına sahiptir; bu hak sahipliği içine, onlardan cinsel yararlanma hakkı da girer. Üstelik İslamiyet bunu yasaklamış olduğu halde bu alandaki “sahiplik” kuralı devam ediyor. Çünkü bu yörede kadim kadın düşmanı gelenekler karşısında kazanan, dinin yumuşatıcı söylemleri değil çoğu kez gelenek oluyor.

İktidar doğası gereği cinsiyetçi, hiyerarşik, tekçi... Ancak bunların inşa edilme biçimlerinde farklılıklar var. Türkiye'de mevcut iktidarın cinsiyetçiliği inşa pratiği bize ne söylüyor?

Bence bugün çok net ve keskin bir dönemeçteyiz; İstanbul Sözleşmesi düşmanlığının kapsamlı bir paket olduğu artık iyice ortaya çıkmış durumda. Deprem ise her alanda var olan sorunları iyice keskinleştirdi; toplumsal cinsiyet eşitliğinin ne kadar hayati olduğunu herkese gösterdi. Kadınların ve çocukların durumunun ne kadar daha kırılgan olduğunu ancak iyice vicdansızsanız görmezden gelirsiniz. Sonuçta, mesele salt bir İstanbul Sözleşmesi’ne geri dönmekten ibaret değil. Otoriter ve cinsiyetçi kültürel ve siyasal yapının içiçe olduğunu, demokrasi ve özgürlük açısından oluşturduğu tehdidi, geleceğimizi nasıl kararttığını hepimizin ama en başta siyasiler olmak üzere erkeklerin görmesi ve bu konuyu “kadınlara tanınan haklar” olarak değil, kendi özgürlüklerini ve geleceklerini de güvenceye alacak bir teminat olarak kavraması gerekiyor. Ne var ki erkekler, özellikle de demokrat ve özgürlükçü olduklarını düşünenler  bunun ne kadar farkında, şüpheliyim. Muhalefetin her cenahının iktidarın eril niteliğini ve bunun otoriter şiddetin hem kaynağını oluşturduğunu hem de daha da pekiştirdiğini görmesi lazım.

Son yirmi yılda iktidar hem kitlelerin itaatini, hem de kadınların denetlenmesini sağlamak için dini giderek daha fazla kullandı, kullanıyor. Aslında hem seküler hem de dinci muhafazakar rejimler kadın bedenini denetlemek ve kadını simge olarak kullanmak isterler. Kadınların simge olarak kullanılması yeni bir şey olmadığı gibi, yalnızca Türkiye Cumhuriyeti’ne özgü de değildir. Kadınlar, hangi çerçevede olursa olsun, genellikle kendilerini gerçekten tanımlamayan anlamların temsil edilmesinde araç olarak kullanılagelmişlerdir. Kadınların geleneksel olarak dinsel, ailesel ya da ulusçu değerlerin taşıyıcısı olarak gösterilmeleri, bazen onlara yüksek bir statü ve saygınlık da kazandırabilir; nitekim bugün aileyi ve anneliği yücelten söylemler bu açıdan kadınlara çekici gelebilir, geliyor. Ne var ki bu, onların ataerkinin belirlediği rol, imge ve kurallara hapsedilmesini önlemez. Tersine kadınların kamusal alandan dışlanmışlığını pekiştirir. Oysa kadınların ikincilliğinin hem kaynağı hem de sonucu kamusal alandan dışlanmışlıktır; onların yönetmeye değil, yönetilmeye ehil oldukları var sayılır. Oysa gerçek özgürlük, kamusal alanda var olmak ve eylemde bulunmakla elde edilir. Kadınların,  kendilerine dayatılmış kimlik tanımlarından kurtulup alternatif tanımlar yaratabilmeleri ve bu yeni tanımları görünür kılabilmeleri, yani kamusallaştırmaları çok önemli. Feminist mücadele işte bunu yapmaya çalışıyor ve şeytanlaştırılmaya çalışılmasının nedeni de tam burada yatıyor.

Cinsiyetçilik, milliyetçilik, dincilik... Bunlar arasında nasıl bir bağlantı var?

Bizimki gibi kültürlerde cinsel olan ile siyasal olanın birbiriyle sıkıca ilişkili olduğunu söylemiştim; tekrarlamak isterim. Erkeğin gücü ve kimliği, kadını denetleme gücüyle eşdeğer olduğu için kadının ve bedeninin hem aile içinde hem de toplumsal olarak denetlenmesi özel bir önem taşıyor. Otoriter eril devlet ile ataerkil aile bu konuda el ele veriyor ve İslami kültürden de meşrulaştırma amacıyla yararlanıyor. Kadın ile erkek arasındaki geleneksel ataerkil ilişki, bir yöneten-yönetilen, hükmeden/emir veren -emre itaat eden ilişkisidir. Dolayısıyla erkek şiddetinin en çok başvurduğu gerekçenin “bana itaat etmedi” olması, hiç de tesadüf değildir. Otoriter toplumlarda yönetilenlerin, kendilerine tanınan sınırların dışına çıkmamaları ve iktidara itaat etmeleri istenir. Bu itaatin sağlanabilmesi için kültürde ve dinde zaten var olan kadın-erkek hiyerarşisini, ailede kadının (ikincil) yeri ve işlevini kullanmaktan daha kullanışlı bir ideolojik model olabilir mi?

Devlet ve hükümetlerin dışına çıkarsak demokrasi ile cinsiyetçilik arasında nasıl bir bağ var? Toplumsal bağlar arasında, gündelik yaşamda cinsiyetçilik nasıl kendini var ediyor?

Nitekim iktidarın, kadınların rolü ve işlevi konusundaki gittikçe muhafazakârlaşan, hatta gericileşen söylemi ve uygulamaları, otoriterlik ile ataerkillik arasındaki bu sıkı ilişki ve işbirliğine tanıklık ediyor. Türkiye toplumunda seküler yasaların yanı sıra ve belki onlardan daha güçlü, dinsel gelenekten ve kültürden kaynaklanan ‘içselleştirilmiş yasalar’ her zaman vardı. Bugün yeni olan, bu ‘alttaki’ yasaların varlığı değil, bunların daha fazla görünürlük ve kamusal meşruiyet kazanması. ‘Fıtrat’, eşitlik kavramının yerine adalet kavramının geçirilmeye çalışılması, “mahalle namusu”, kutsal annelik, aile değerleri vb. kavramlar daima tartışma ve ideolojik mücadele konusu olmuştur; ancak bugün olduğu gibi egemen söylem, haklar tartışmasından günah/sevap eksenine kaydığı ve devletin resmi ağızlarından dile getirildiği zaman durum farklı bir boyut kazanır. Bu noktada, dinsel metinlerin ve söylemlerin daima devlet dolayımıyla yapılandırıldığına ve yorumlandığına dikkat çekmek isterim. Yani dinsel metinler ve dinsel söylem ile toplumsal cinsiyet arasındaki bağ dolaysız değil, devlet dolayımlıdır. Bu nedenle yapmamız gereken analiz teolojik değil, politiktir. Başka bir deyişle, dinsel yorum tartışmalarına girişmeye değil, politik olguları değerlendirmeye ve ona göre tavır almaya odaklanmalıyız.

21. yüzyıldayız. Umut edebilir miyiz? Umut nasıl heba olmaz, umuda ne yol açar, kadınlar bu umuda giden yolda neler yapabilir?

Son olarak,  kadın hareketi içinde de yer yer görülebilen özcülük, veya “kadıncılık” denebilecek yaklaşıma değinmek istiyorum. 19. yüzyıldan bu yana kadın hareketi içinde özcülükten kaynaklanan ve kadınlık ile erkeklik kalıpları arasındaki hiyerarşik ilişkiyi tersine çevirmeye, bu kez kadınları ve onların özelliklerini üstün kılmaya çalışan anlayışlar olduğunu biliyoruz. Bu anlayış kadınların analık özelliğini yüceltir ve buradan onların daha barışçı, merhametli, yardımsever, fedakar vb. olduğu sonucunu çıkarır. Doğrudur, bu tür özellikler bin yıllar boyunca kadınlara atfedildiği, onları özel alanın sınırları içinde tutmanın bir yolu olarak kullanıldığı için kadınlar da bu özellikleri genelde içselleştirmişlerdir. Bu elbette iyi bir şeydir; ama bu özelliklerin doğuştan gelen nitelikler olmadığını, kadınların da bütün insanlar gibi şiddet uygulayabildiklerini, kötü, rekabetçi ve merhametsizce davranabildiklerini biliyoruz. Dolayısıyla önemli olan, aslında var olmayan bir “doğal üstünlüğü” değil, haklara sahip olma hakkını, yani kamusal alanda eşit yurttaşlık ve özerk bireylik konumunu savunmak ve söz konusu soylu özelliklerin kadın-erkek tüm insanlara mal olmasını talep etmek. Tam da bu nedenle önümüzdeki seçimler kritik bir dönüm noktası. Kamusal alanı tümüyle yok etmek isteyen bir rejime karşı birleşmek zorundayız, yoksa ortada ne kamusal alan ne de orada savunulacak haklar kalacak. Kadın, erkek, Kürt, Türk, Alevi, Sünni, haklarını muhafaza etmek isteyen herkes için bunun geçerli olduğunu düşünüyorum.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.