Akademisyenin bir günü...

Dosya Haberleri —

Akademi/ Çizim: Burcu MAYIS

Akademi/ Çizim: Burcu MAYIS

  • Akademideki kişisel işlerle bölüm işleri arasındaki ayrım her zaman net değildir. En çok asistanlar çeker bu belayı. Sonunda emek sömürüsü olur, en ufak bir itirazınızda sözleşmenizin yenilenmemesiyle tehdit edilebilirsiniz. Bunun yoğunluğunun kişinin kimliğine göre değiştiğini söylememe gerek yok sanırım. Kadınlar, Kürtler, muhalifler...

MİHEME PORGEBOL

Akademi denince insanların zihninde birbirinden farklı birçok imaj belirebiliyor. Bunlardan en belirgini ise akademisyenlerin kalburüstü bir hayat yaşadığı algısı. Bu algının nereden geldiği, nelerden kaynaklandığını bilmiyorum ancak dizi boyunca okuduğumuz mektuplardan da anlaşılacağı üzere gerçeklik öyle değil. Her ne kadar iktidarlarla iş tutan bir kesim akademisyenin gayet yüksek standartlarda hayatlar sürdüğünü biliyor olsak da üniversitelerde çalışan yaklaşık 200 bin akademisyenin toplamına baktığımızda çoğunluğun aslında çok da rahat bir hayat sürmediğini, önemli bir kısmının toplumun geri kalanıyla aynı kaygı ve sıkıntıları çektiğini söyleyebiliriz. Zaten Türkiye'de hayatın her alanında bu böyle değil mi? Hangi alanda çalışıp hangi kesimden olduğunuzun önemi yok yaşam standartlarınızın ortalamanın üstünde olması için; iktidarla iş tutmanız yeterlidir. Oysa muhalifseniz ortalama bir yaşam sürmeniz bile çok düşük bir ihtimal. Önceki mektuplarda bahsedilen sorunların tamamını yaşamanın yanında bir de ekonomik kaygılarla cebelleşirsiniz. 

Peki bir akademisyen bir gününü nasıl geçirir? Henüz kendini bir işçiyle kıyaslayan bir akademisyen tanımadım ancak ağır mesailer, mobbing, amir/üst tacizi akademilerde almış başını giderken akademisyenler için de günlük hayatın koşturmacası herkesteki gibi işliyor. Serinin bu mektubunda hatırı sayılır bir devlet üniversitesinde görece yüksek derecede bir unvanla görev yapan bir akademisyenin aktarımlarını okuyacağız.

Mehmet Fatih Tıraş...

Mektuba geçmeden önce gazetemizin okuyucularına bir isimden bahsetmek istiyorum. Mehmet Fatih Tıraş. Devletin Kürdistan'da yürüttüğü savaşa karşı akademisyenler tarafından yayımlanan Barış Bildirisi'ne imza attığı için Çukurova Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi'ndeki görevinden ihraç edildi. Mehmet Fatih Tıraş ihraç edildiğini öğrendiğinde ilk tepki olarak "Keşke dönemin bitmesini bekleselerdi. Çocuklar derslerinden olacak" diyebildi. Daha sonra hocasına yazdığı mektubu ortaya çıktı Mehmet Fatih Tıraş'ın; orada “Hakkımda alınan karar gelecekte beni çok zor duruma düşürecek” diyordu. Öyle de oldu. Tıraş'ın başvurduğu hiçbir üniversite hakkındaki ihraç kararı nedeniyle başvurusunu değerlendirmeye almadı. Dışarıdan özel dersler alması bile engellendi, işsizliğe mahkum edildi. Yaşadığı psikolojik baskı travmaya dönüştü ve Tıraş tüm bunlara dayanamayarak 25 Şubat 2017 tarihinde yaşamına son verdi. Tıraş'ın yaşadıkları, Türkiye'de akademisyenlerin hangi koşul ve baskılar altında yaşayıp bilgi üretmeye çalıştığının kanıtı olarak önümüzde duruyor. Anısına saygıyla...

 

Sevgili Yeni Özgür Politika okuyucuları,

Bir devlet üniversitesinde öğretim üyesi olarak çalışıyorum. 16 yıldır akademinin içindeyim. Haftada 26 saat derse giriyorum, bir yandan da alanım ile ilgili çalışmalarımı sürdürüyorum. Devlet, verdiğim derslerin on saatini ödediği maaşa sayıyor, üstüne ise ek ders ücreti veriyor. Bir öğretim dönemi boyunca ek ders ücretlerinden kazandığım para 4 bin, 5 bin lira arasında değişiyor. Bu da aylık 800-900 liraya denk geliyor. Bunlardan bahsetmemin nedeni günlük yaşamımın büyük ölçüde bu tür hesaplamalara bağlı olması. 

Eşim ve çocuğumla büyükşehirlerden birinde yüz on metrekarelik bir kiralık dairede yaşıyoruz. Eşim işsiz. Mesleğiyle ilgili projelerden gelen işleri alıyor bazen, serbest zamanlı çalışıyor yani. Atanamayanlardan o da… İşteki yükümden dolayı çocuğumuzun gün içindeki bakımıyla o ilgileniyor. Çocuğumuzun kreşe gittiği yarım günde ne yapıyor yapacaksa. Yaşamımızı insani bir noktada sürdürebilmek için çalışmamız gerekiyor. 

Haftanın üç günü oldukça yoğun bir ders programım var. Sabah dokuzda mesaim başlıyor, bazı günler ise ikinci öğretim derslerinden dolayı gece ona kadar devam ediyor. Bazı sabahlar eşim ve çocuğumun peşine takılıyorum, beni işe bırakıyorlar. Bazı sabahlar da toplu taşımayla gidiyorum işe. Evim üniversiteye biraz uzak. Dönüşte de çoğunlukla toplu taşımayı kullanıyorum. Giderken biraz daha rahat ama dönüşte etten bir blok hâlinde ilerliyoruz kentte. 

Umutsuzluktan okula devam etmiyorlar

İş yerim üniversitenin en eski binalarından birinde, dökülüyor. Buna karşılık en kalabalık bölümlerden biriyiz. Sınıflar kırk kişilik, ders nüfusu ise neredeyse bunun iki katını buluyor. Pandemiden önce bu yer yetersizliği bizi çok zorluyordu ancak pandemiden sonra çok fire vermeye başladık. Öğrencilerimizin üçte biri maddi imkânsızlıklardan ve geleceğe dair umutsuzluktan dolayı okula devam etmiyor. Gelenlerin de çoğu “bitirelim de gidelim” mantığında. Onları mesleğe bağlayabilecek herhangi bir neden yok ve çok azı yaşamlarında bunun için gerekli olan motivasyona sahip.

Derslere sömestr aralarında ya da yaz tatilinin sonlarına doğru hazırlanıyorum. Çoğu yıllardır verdiğim dersler olduğu için gerektiği takdirde mevcut malzememde güncellemeler yapmam yeterli oluyor. Her zaman bu kadar şanslı olmuyorum tabii. Bazen çeşitli nedenlerden dolayı pek bir ilgimin olmadığı derslere de girdiğim oluyor. O zaman pek çok şeyi baştan öğrenmek zorunda kalıyorum ve tahmin edilebileceği üzere huzursuz zamanlar yaşıyorum.

Projelerle parayı çevirebilmelisiniz!

Sınıflardaki teknik donanımdan söz etmek gerekirse kısaca her şeyin çok kötü olduğunu söyleyebilirim. Projeksiyonu kullanmak için bile çile çekebiliyorum. Kampüsteki yeni binalarda bu sorun çoğunlukla çözülmüş ancak bu olanaklara ulaşmak için bölümler hiyerarşisinde yüksek sıralarda olmalı ve yüksek bütçeli projelerle parayı çevirebilmelisiniz. Fiziksel ortam yüz yüze eğitim kalitesinin en belirleyici yanı. Üniversite sadece bir bina değil evet ama tebaası arasındaki uzlaşmayla oluşmuş bir aidiyet çatısı olmalıdır. Bu kurumu bin yıldır işler kılan şey bu psikolojik ve fiziksel bağ. Tesisler bu uzlaşıya verilen önemin bir göstergesi. 

Her an fişlenebilirsin

Derslerdeki anlatılarımızı hiçbir zaman dilediğim şekilde kurgulayamıyorum çünkü uzmanlık alanımdan kaynaklı olarak anlatı zeminimizdeki mayınımız çok fazla. Her an CİMER’e ya da üniversite yönetimine bir şikâyet gidebilir. Din düşmanı, vatan haini ya da terörist olarak tanımlanabilirsiniz. Bir de sizden pek hazzetmeyen biri varsa yukarıda ipinizin çekilmesi, tüm düzeninizle oynanması, maddi ve manevi tahribat için küçük bir çarpıtma çoğu zaman yeterlidir. Bu tavrın derslerle sınırlı kalmadığı da sanırım tahmin edilebilir. 2016’da önce Barış İmzacıları ve ardından FETÖ soruşturmaları ile başlayan tasfiye süreci üniversitelerin üstünde sallanan koca bir parmak yarattı, bazen oradakileri tehdit ediyor bazen de “şşş” diyor.

Taşeronun insafına kalmış

Benim kuşağımdan olan akademisyenlerin ne olursa olsun bir ortak dil oluşturabildiğini söyleyebilirim. Politik çatışmalarımız olsa da sanırım bir sınıf bilinci de gelişmiş. Çoğu zaman tatmin edici olmayan bir asgaride buluşabiliyoruz, bu da en azından devam etmeyi sağlıyor. Yine de bazen “büyüklerde” gördüğümüz saçmalıkların nasıl başladığı hakkında fikir veren şeylerle de karşılaşıyorum. Bu biraz korkutucu olabiliyor.

Yemeğimi çoğu zaman evden getiriyorum. Eğer dışarıda yiyeceksem yemekhaneye gitmekle dışarıda iki kap yemek arasında gidip geliyorum çünkü fiyatları neredeyse aynı. Ayrıca yemekhanede çıkan yemeklerin kalitesinden bahsetmek bile istemiyorum. Taşeron firmanın insafına kalmış bir gastronomi. Çay- kahve bölümdeki personelden her ay toplanan belli bir miktar parayla oluşturulan fondan alınıyor. Bölümün olduğu katta küçük bir mutfak var. Çay belirli saatlerde demleniyor, biz de gidip alıyoruz mutfaktan. Dersim yoksa bazen birileriyle laflıyorum, çoğu zaman çalışmalarıma bakıyorum çünkü başka zaman yok. 

Sözleşmeli çalıştırılıyorlar

Eve gittiğimde çocuğumla ilgilenmem gerekiyor ve ancak gece saat ondan sonra bir şeyler yapabilecek duruma geliyorum. O sırada da biraz rahatlamak, eşimle vakit geçirmek ve çalışmak arasında tercih yapmak zorunda kalıyorum. Günler her zaman ders-yemek-çalışma çizgisinde pürüzsüz geçmiyor. Üniversiteler mobbingin en fazla görüldüğü yerlerden biri. Özlük haklarımız 657 ile 2547 arasında kaldığı için savunmasızız. Memurluk haklarından yararlansa da bir akademisyen doçent unvanını alana kadar sözleşmeli olarak çalıştırılıyor. Doçent unvanını almanız kurumun size doçentlik kadrosu vermek zorunda olduğu anlamına gelmiyor. Yani YÖK nezdinde doçent olsanız dahi üniversite kadronuzu çıkarmadığı için unvanınız doçent, kadronuz doktor olarak uzun yıllar çalışmaya devam edebilirsiniz.

Kadınlar, Kürtler, muhalifler...

Asistanken yılda bir, doktor öğretim üyesiyken üç yılda bir yenilenen sözleşmeniz amirlerinizin olumsuz görüşleriyle yenilenmeyebilir. Bunun için çok rahatlıkla genel sebepler gösterilebilir. Ayrıca akademideki kişisel işlerle bölüm işleri arasındaki ayrım her zaman net değildir. En çok asistanlar çeker bu belayı. Sonunda çoğu zaman emek sömürüsüne dönüşen bir işleyiş oluşur ve en ufak bir itirazınızda sözleşmenizin yenilenmemesiyle tehdit edilebilirsiniz. Bu bazen açık bir şekilde yapılır bazen imalarla. Bunun yoğunluğunun kişinin kimliğine göre değiştiğini söylememe gerek yok sanırım. Kadınlar, Kürtler, muhalifler...

Kurum bu haldeyken yalnızca yapmış olmak için yıl içinde pek çok performans değerlendirme raporu talep ediliyor. Bu raporlar üniversitenin olanaklarını geliştirmek için toplanan veriler olarak kullanılmıyor, bunların bize dönüşü genellikle yayın baskısı oluyor. Yöneticiler tek bir perspektiften bakarak uzmanlık alanlarındaki yayın sayısını yeterli ya da yetersiz buluyorlar. Bunu da kadrolar için koz olarak kullanıyorlar. Şu an Türkiye’deki yüzlerce akademik dergide yüzlerce vasıfsız makale çıkıyorsa, bunun liyakatsizlikten sonraki en önemli nedeni bu yayın baskısıdır. 

Vasatın bolluğu

Elbette bir yıl içindeki yayın sayısına bağlı olarak verilen teşvik de vasatın bolluğunda etkili. Teşvik almak için araştırmacının aşması gereken baraj o kadar yüksek ki pek çok kişi eline geleni yazmaktan çekinmiyor, hiç dergi bulamasa yılda altı sayı çıkan dergilerde parayla makale bastırıyor. Ben yavaş çalışanlardanım. Bir makaleyi yazmam neredeyse altı ayımı alıyor. Yılda en fazla iki ya da üç makale, en fazla iki bildiri hazırlayabiliyorum. Bunlarla teşvik almak pek mümkün olmuyor. Maaşım ve az biraz verilen ders ücretimle baş başayım anlayacağınız. Fon da yok…

Önceleri iş çıkışında, bazen yalnız bazen eş dost, bir şeyler içmeye gider, günün yorgunluğunu, kurumun tozunu üstümden atmaya çalışırdım. Bu artık pek mümkün değil malum… Açıkçası son bir yıldır evden işe işten eve bir yaşantım oluştu. Binadan otobüs durağına kadar yürüdüğüm sakin yolu seviyorum. Bazen bir sigara içiyorum, bazen yalnızca müzik dinliyorum. Bazen, özellikle mesaiye kaldıysam, sessizliği tercih ediyorum. Benim gibi mesaiye kalmışlarla seyrek düzen bir yolculuk yaparak kent merkezine ulaşıyorum. Aydınlık caddelerden yürüyüp uykusuz gözlerimi kısıp eve geliyorum ve günüm tükeniyor.

****

Hayat akademiden çok daha fazlası

  • Burada imkanların daha iyi olduğu bir hayat var, Türkiye’de ise materyal koşullar özellikle seküler genç bireyler için son 10 senedir sürekli aşağıya doğru gidiyor. Yüksek lisans veya doktora yapmak ülkeden çıkış için güzel bir fırsat kapısı, ama akademik kariyer saplantısı kesinlikle üstümüzden atmamız gereken bir yük. 

Türkiye akademisine bilgi emekçilerinin gözünden baktığımız "Akademiden Mektuplar" dizisi boyunca üniversitelerdeki bilgi üretim süreçlerine, akademik özgürlüğe, skandallara ve akademisyenlerin genel sorunlarına eğildik. Dizinin son mektubunda ise tüm bunlara dayanamayıp gidenlere odaklanacağız. 20 yıllık AKP iktidarıyla birlikte iyice iktidara bağlı birer departmana dönüşen akademilere girebilmenin zorluklarına tanıklık ettik. Tarihin başından beri ezilen, sömürülen, ötelenen kadının akademide de neler yaşadığını tekrar hatırladık. Şimdi de gidenleri okuyacağız ama unutulmamalı ki tüm bu mektuplarda anlatılanların ötesi var o "cezaevleri"nde. 

Yeni Özgür Politika okurlarına,

Ben geçtiğimiz sene Türkiye’deki süreli kadrosunu ve sonlarına yaklaşmış olan doktorasını bırakıp yurtdışında (Avrupa’da) sürece sıfırdan başlamış bir doktora adayıyım. Bu mektubu da sizlerle aslında bu kararın sonrasında neler öğrendim bunları paylaşmak adına yazıyorum. Burada paylaşacağım fikir ve tecrübelerin hepsi bireyseldir. Aynı okulda okuyup yan odamda çalışıp benimle aynı ülkede yan kasabaya gelmiş olan akademisyen arkadaşların bile çok farklı şeyler yaşayabileceğinin farkındayım, o nedenle sizden de okurken burada ortaya sürdüğüm argümanları bu filtre dahilinde ele almanızı rica edeceğim.

Kaynak bolluğu var

Öncelikle belirtmeliyim ki, günün birinde ülkeye döner miyim dönmez miyim sorusuna net bir yanıtım yok. Eskiden yurtdışına gidilip ülkeye daha iyi koşullarda dönülecek bir yöntem olarak görüyordum. Sonrasında bir noktada yurtdışı gözümde daha iyi bilim yapılabilecek bir yer olarak canlanmaya başladı. En son geldiğim noktada ise artık ikisi de değil, ama ikisini de kapsıyor. İlk olarak, eğer yurtdışında kaliteli bir kuruma gidecekseniz Türkiye’nin en iyi üniversitelerinin dahi sağlayamadığı imkanları bulabileceğiniz konusu doğru. Buralarda (özellikle pandemi dönemi sonrası) ciddi bir kaynak bolluğu var. Elbette buna bağlı olarak rekabet ve beklentiler de yüksek. Pandemi öncesinde de yüksekti. Bana çok kaliteli bir kurumda olup “acaba Türkiye’de kadro var mı” diye soran iyi bir doktora sonrası araştırmacı hiç aklımdan çıkmıyor. Sene 2017’ydi, “bizim ülkede daha geçen sene darbe denemesi oldu biliyorsun değil mi” demiştim, “olsun, buralarda hiç kadro yok” demişti.

Fonu, haritası, yolu yordamı...

Bunun yanında, belki şaşırtıcı gelebilir ama Türkiye’de akademide çok ciddi bir akademik özgürlük var, buralarda ise akademik bilgi üretim süreci kontrol ve yönetim altında. Buraya gelmeden bunu görebilmek çok zor, ama Türkiye’de kimse ne yaptığınızı umursamadığı için aslında yaptığınız araştırmalar üzerindeki tahakküm çok düşük. Burada ise yapabileceğiniz tüm çalışmalar zaten öncesinden fonu, haritası, yolu yordamı, hatta çıktıları bile belirlenmiş çalışmalar. Sistem bir konuyu çalışmanızı istemiyorsa çalışamazsınız. Türkiye’de ise cezasına katlanmayı kabullendiğiniz herhangi bir konuyu çalışabilirsiniz.

Toplumda derin sorunlar var

Bunun yanında Türkiye’ye özgü sandığımız problemlerin neredeyse hiçbirinin Türkiye’ye özgü olmadığını buraya geldiğimde sürekli şaşırıp hayal kırıklığına uğrayarak yaşadım. Burada da akademik kliklerin dışındaysanız geleceğiniz pek yok. Burada da öğrenciler üzerinden yürüyen ciddi bir sömürü düzeni var. Burada da toplumda çok ciddi ve derin sorunlar var. O nedenle yurtdışına gitmeyi düşünenlere tavsiyem, yurtdışında çok iyi olduğunu düşündüğünüz ülkelerin bile size gül bahçesi vaat etmediklerini ne kadar kabullenirseniz buralara geldiğinizde o kadar az hayal kırıklığına uğrarsınız. Türkiye gibi bir ülkeden çıkıp Batı’da iyi bir kuruma ve ülkeye gelmek size en demokratik olduğunu varsaydığınız kurumların ne kadar baskıcı, en açık görüşlü olduğunu düşündüğünüz grupların ne kadar tutucu olabildiklerini, en dürüst olması gerektiğini varsaydınız kişilerin ne kadar ikiyüzlü olduklarını tecrübeleme şansı sunuyor diyebiliriz.

Türkiye’ye kıyasla çok daha geniş

Peki tüm bunlara rağmen yurtdışına çıkmalı mısınız? Eğer böyle arzunuz varsa bence kesinlikle. Yaptığınız işin/bilimin umursanıyor olması, insanların sizden akademik olarak bir beklentileri olması, bilimsel bilginin garip bir grup insanın kampüste kendi kafalarına göre yaptıkları ilginç deneylerden ibaret olmadığının farkında olan bir toplumda yaşamak, bunlar başlı başına pek çok zorluğu göğüslemeye değer. Ayrıca akademisyenlik mesleğini icra etmeyi düşünüyorsanız Türkiye gerçekten bu alanda da çok gelişmemiş bir ekosisteme sahip. Yurtdışında ise akademinin gerek özel sektör, gerek STK’lar, gerek kamu kurumlarıyla işbirlikleri ve entegrasyonu çok daha güçlü. Yani hem size çalışmanız için ayırdıkları kaynaklar hem de önünüze açılan olasılık uzayı Türkiye’ye kıyasla çok daha geniş. Elbette bu dediklerim görece iyi bir kuruma geldiğiniz varsayımına dayalı, ama özellikle Avrupa için konuşursak zaten niteliksiz kurum sayısı Türkiye’ye kıyasla düşük olduğu için olasılıksal olarak Türkiye’deki eşleneğinden iyi bir kuruma gelme ihtimaliniz yüksek.

Hayat daha fazlası

Toparlarsam, yurtdışına gelmeden önce kafamda oluşan imajla burasının uyuşmamasından ötürü başlarda buraya dair kendi içimde ciddi bir hayal kırıklığı ve öfke ortaya çıkmıştı. Zamanla aslında o imajın kafamda Türkiye’deki toksik atmosferin etkisiyle muhalif yankı odalarında kurulduğunu ve Batı’daki kurumların bununla bir alakası olmadığını fark ettim. Bu nedenle yurtdışına çıkmayı düşünenlere tavsiyem, bizlerin Türkiye’deki baskı ve huzursuzlukla başa çıkabilmek adına kendi kendimize uydurduğumuz “orada, her şeyin çok güzel olduğu bir akademi var uzakta” yalanına inanmayı bırakın. Burada imkanların daha iyi olduğu bir hayat var, Türkiye’de ise materyal koşullar özellikle seküler genç bireyler için son 10 senedir sürekli aşağıya doğru gidiyor. Yüksek lisans veya doktora yapmak ülkeden çıkış için güzel bir fırsat kapısı, ama akademik kariyer saplantısı kesinlikle üstümüzden atmamız gereken bir yük. Hayat hem Türkiye’den hem de akademiden çok daha fazlası!

Saygılarımla.

* * * 

NOT: Akademiden Mektuplar serimizin her bölümü için çizimleri Burcu Mayıs, ayrı ayrı özel olarak hazırlamıştır.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.