Anatomimiz bizi nasıl ahlaklı hale getirdi?

Doğan Barış ABBASOĞLU Haberleri —

  • İnsanın sosyal bir varlık olarak ortaya çıkışının anatomik, nörokimyasal kökenleri son dönemlerde en çok tartışılan konulardan biri. Araştırmacılara göre insan evrimi, insan anatomisi insana ahlakı, toplumsallığı gösteriyor; iyilik, doğruluk, tölerans her bedende haz yaratıyor.

Felsefeciler, araştırmacılar ahlakı anlatırken biyolojiden, anatomimizden çok fazla bahsetmezler. Son dönemde yapılan bir dizi araştırma insan evriminin diğer canlılardan nasıl farklı bir yol alarak biyolojimizin ahlakın gelişmesine zemin sunduğunu ortaya açıklamaya çalışıyor.

Hayatta kalmak ve fayda her biyolojik canlının en temel önceliklerinden. Normalde bir canlı olarak insanın da bu temel güdüsünün ahlakın gelişmesinin önünde ciddi bir engel olması beklenir. Kanadalı felsefeci Patricia Churchland’a göre ise insan ve daha genel olarak memelilerin evrimindeki bir gelişme ahlakın gelişmesinin anahtarı konumunda.

Biyolojik evrim açıklanırken her zaman doğanın “fayda sağlayan, hayatta kalmayı geliştiren” genlerin baskın olduğu, ve türlerin bu şekilde soylarını sürdürdüğü vurgulanır. Özgecil genler biraz aktif olmaya çalıştıkları zaman doğa onları eler.

Memeli türlerinde ise durum biraz farklı. Yüksek sosyal kabiliyetlere sahip olan memelilerde başkaları için kendi sağladıkları faydalardan vazgeçmek yaygındır. Bu minvaldeki en önemli davranış ebeveynlerin kendi yavrularının bekası için gösterdiği davranışlardır. Ancak bu davranışlar sadece yavrular konusunda değil eş, yakınlar ve hatta arkadaşlar konusunda da gözlemlenebilir.

Örneğin şempanzeler bir yenilgi sonrası birbirlerini teselli ederler, fareler yemekleri kısıtlı olsa da beraber yaşadıkları fare ile paylaşır, kurtlar saldırıya uğradıkları zaman birbirlerini korumaya çalışırlar. Bazı büyük maymun türlerinde bir yavru, annesi öldüğünde, sürüdeki bir diğer dişi tarafından evlat edinilebilir, bazı memeliler ileriki yaşamlarında kendi kardeşlerini koruma davranışı gösterebilirler. İnsanlar ise bu ve bundan çok daha kapsamlı sosyal davranışlara sahiptir.

Bu konu evrim teorisinin babası Charles Darvin’in de dikkatini çekmiş ve 1871 tarihli “Türlerin Kökeni” kitabında da bu konuya değinmiş ancak ortaya sadece sorular koyabilmişti.

Bu kitabın yayınlanmasının üzerinden geçen 150 yıl içinde evrim ve nörobilimler konusundaki gelişmeler bu konuda daha kapsamlı cevaplar verilmesini sağlıyor.

Sıcakkanlılığın etkisi

Canlılar içinde “fedakarlık” olarak değerlendirebileceğimiz davranışlar azdır. En çok memeli grubunda görülen bu davranışlar ağırlıklı olarak kendi soyunun devamının sağlanması ve güvenlikle ilişkilidir. Diğer türlerde ise fayda dışındaki davranışlar çok az görülür. Örneğin bir yılan hiçbir sorumluluk duymadan 50 yavrusunu bırakıp gidebilir.

Memeliler ve kuşların önemli bir bölümü daha tutkulu varlıklardır. Frans de Waal gibi ethologlar empatik davranışlar, yavruları güvenliği gibi duyguların memeli beyninde bir haz duygusu yarattığını, bunun başarılamamasının ise üzüntü oluşturduğunu ifade ediyor. Araştırmacılar bunun kökeninin 200 milyon yıl önce evrimde yaşanan bir dönüm noktasına bağlı olduğunu düşünüyor.

Endotermi, biyolojik evrimin en önemli halkalarından biri. Sıcakkanlı canlılar soğukkanlı canlıların aksine enerjiyi depo edip gece de beslenebiliyor. Soğukkanlı canlılar ise harekete geçmek için güneşin çıkmasını beklemek zorunda.

Her evrimsel gelişme gibi sıcakkanlılık da bir bedelle geldi. Sıcakkanlı canlılar soğukkanlı canlılara göre 10 kat daha fazla kaloriye ihtiyaç duymaktadır. Bu da daha fazla beslenmeleri, soğuktan daha etkili bir şekilde korunmaları gibi zorlukları beraberinde ortaya çıkarıyor. Zorluklar da her koşulda olduğu gibi daha zeki canlıların ortaya çıkmasını sağlıyor.

Zeka, memelilerin dünyasında olayların gidişatına göre esnek bir şekilde karar almayı ifade ediyor. Örneğin kurtlar avlandıkları sırada çok karmaşık taktikler kullanırlar. Birbirlerinin hareketlerine göre, her an gelişen yeni durumlara göre yeni kararlar alarak sonuca ulaşmaya çalışırlar. Memelilerin avlanma taktikleri soğukkanlı canlıların avlanma taktikleriyle kıyaslanmayacak kadar çeşitlidir.

Bir canlı öğrenme amacındaysa sosyal bir canlı olmak zorunda

Milyonlarca yıl devam eden bu evrim sonucunda memelilerin beyinlerindeki korteks bölgesi gelişmiştir. Kuşların beyinlerinde de kortekse benzer bir bölge bulunmaktadır. Bunun dışında hiçbir canlının beyninde korteks bölgesi bulunmaz.

Ahlak ile yüksek kalori ihtiyacıyla birlikte gelişen zeka ve korteks tabakası arasındaki ilişki nedir diye sorulabilir. Şunu hepimiz çok iyi biliyoruz, bir canlı eğer öğrenme amacındaysa sosyal bir canlı olmak zorundadır. Bu da bizi ahlakın eşiğine getiriyor.

Zekanın getirdiği en önemli handikap doğumdan itibaren belli süre yavruların tamamen savunmasız olmasıdır. Çünkü öğrenerek büyüyen ve bağlantılar oluşturan beyin doğumdan hemen sonra büyük oranda yeteneksizdir. Bu savunmasızlık ve yeteneksizlik insanların ve birçok memelinin sosyal canlılar olarak öne çıkmasına neden olmuştur. Kuş türlerinin yüzde 98’inde de baba kuşlar aktif olarak yavruların yetiştirilmesi ve beslenmesi sürecine katılırlar.

Basitçe biyolojik değişim, canlının anatomisinin ihtiyacı onun duygularının şekillenmesine de neden olur. Bir memeli anne, yavrusunu kendisinin bir parçası olarak görür. Bununla birlikte yavru da gelişim sürecinde anne ve baba ile farklı bir yakınlık kurar.

Anatomimiz bu güçlü bağları vücut oksitosin hormonuyla destekler. Oksitosin vücutta spermin salgılanması, yumurtanın rahme düşmesi, süt salgılanması, doğum sırasındaki kasılmaların sağlanması gibi işlemlerde etkendir. Beyinde ise oksitosin nörocannabinoidis moleküllerin salgılanmasına neden olur. Bu moleküller canlının kendini iyi hissetmesini, mutlu hissetmesini sağlar.

Ahlakın başlangıç noktası ve kır fareleri

Nörocannabinoidis özellikle annelik dönemlerinde emzirme sırasında salgılanır. Bu molekülün insanların birbirleriyle yemek paylaştığı sırada da salgılandığı biliniyor.

Kır fareleri tüm hayatlarını tek eşle geçirirler. 2016 yılında yapılan bir araştırmada eş olan fareler birbirlerinden ayrılmış ve eşlerin biri kasıtlı olarak korkutulmuştu. Bu sırada korkutulan eşin beynindeki stres hormonları takip edildi. Daha sonra yeniden fareler bir araya getirildi. Eşini korkmuş halde gören farenin beynindeki stres hormonu seviyesinin bir anda eşi ile aynı seviyeye geldiği görüldü. Birbirlerini teskin eden farelerin beyinlerindeki stres hormonu seviyesi neredeyse eş zamanlı olarak normal seviyelere döndü.

Eşleşen stres hormonları seviyesi ve daha sonra eşlerin birbirini teskin etme seviyesi ahlak olarak kabul ettiğimiz noktanın başlangıcı. Bu noktadan itibaren sosyal alandaki bireylerin işbirliği yapma istekleri, uzlaşmaları, beraber çalışma ve beraber çözüm bulma yaklaşımları gelişmeye başlıyor. Bugün de insan sosyalleşmesinin temelinde anatomimizin bu faaliyeti yatıyor.

Örneğin insanlar kendi arkadaşlarının yanında kendilerini çok rahat, yabancı bir ortamda ise daha rahatsız hissederler. Kendi arkadaşlarımız arasındaki kötü bir davranışı ya da rahatsız eden bir tutumu daha basitçe tolere edebiliriz ancak yabancı bir ortamda ise bu toleransı gösterme özelliğimiz daha zayıf.

Buradan itibaren gelişmeye başlayan sosyal özelliklerimiz tam da bu nedenle bize kimlik, ait olma güdüsü ekler. Bu toplum içinde kabul gören davranışlar beyinde haz etkisi yaratır, tersi ise strese iter. Bu sosyal duygular da aile ve toplumumuzun değerlerine göre bir davranış sistemi geliştirmemizi sağlar. Bu sistem hem birey için hem de toplum için fayda oluşturur.

Modern zamanlara uyumsuzluk

Homo Sapienslerin ortaya çıkışını 300 bin yıl önceye dayandırırsak insanlar tarihlerinin yüzde 99’undan fazla bir bölümünde küçük topluluklar haline yaşadılar. Yaşamlarında yazılı kanunlar yerine gelenekler, ahlak tarafından idare edildi. Bu gelenekler de tarih öncesi çağlarda düşünülenin aksine oldukça yumuşaktı. Gelenek ve ahlaktan kaynaklı ağır müeyyidelere tabii cezalar iktidarcılıkla, özellikle de erkek egemen toplumun gelişmesiyle ortaya çıkmaya başladı.

Ünlü antropolog Franz Boas’ın tanımına göre ilk insanların yaşamları 19’uncu yüzyılda İnuit kabilelerinin yaşamına benziyordu. Burada normlar yazılı değildi ama toplumun bireyleri tarafından iyi anlaşılırdı. Oldukça zor koşullarda yaşayan kabile toplumsallığa derin bir şekilde ihtiyaç duyduğu için toplumda şiddet, kavga son derece nadir görülen ve ayıplanan bir durumdu. Liderlik, gıda paylaşımı, evlilik ve diğer kabilelerle ilişkiler gibi konular da yine müeyyidesi zayıf kurallarla idare edilirdi. Toplumsallığa ihtiyaç duyan kabilede kavgalar şarkılı atışmalarla ya da ritüel şeklinde birbirine zarar vermeden dans gibi uygulanan kavga figürleriyle çözülürdü. Nefes nefese kalıp güçten düşen taraf düelloyu kaybederdi.

Toplumların büyümesiyle birlikte ahlak ve gelenek iktidara göre şekillenmeye, hukuk etrafında ağır müeyyidelerle örgütlenmeye ve mülkiyet ilişkileriyle de toplum içindeki birbirine karşı sorumluluk duygusundan temelini alan ahlak anlayışının terk edilmesine neden oldu.

Ama neyse ki içimizde, insan olmanın doğasında doğruyu yanlıştan ayırt eden, ahlaklı yaşamaya bizi iten, güzeli savunan bir tarafımız var.

* New Scientist dergisinde yayınlanan “Bizi kötülükten kurtarın: Din değil biyoloji insanları nasıl ahlaklı yaptı?” makalesinden derlenmiştir.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.