Benim hikayem kolektif hafızanın bir parçası

Dosya Haberleri —

Besna Tosun

Besna Tosun

  • Meclis’teki konuşmam sadece kendi hikayem değil, kollektif bir hafızanın parçası. Bu da ağır ama güçlü bir sorumluk yüklüyor. Çünkü o cümleler; kayıplarını arayan yüzlerce insanın acısı ve direnciyle yüklü. Bu da bana toplumsal bir hafızayı diri tutmak ve adalet mücadelesini sürdürme sorumluluğu yüklüyor.
  • Hakikat komisyonu yalnızca kayıp yakınlarının değil, toplumun bütün kesimlerinin adalet ve yüzleşme ihtiyacına cevap verecek; gerçek bir demokratikleşmenin de ön koşulu olacaktır. Hakikatle yüzleşmeden geleceğe adil bir miras bırakmak mümkün değil.
  • Bütün kayıp yakınlarını temsilen oradaydım ve bu benim için büyük bir sorumluluktu onu yerine getirmeye çalıştım. Konuşurken dikkatle dinlediklerini gözlemledim. Oraya sadece kişisel hikayemi anlatmak, ya da içimi dökmek için değil, tüm kayıp yakınlarının yaşadıklarını ve mücadelelerini aktarmak, ailelerin temel taleplerini iletmek için gittim.
  • İnsanlar, sadece Kürt oldukları için köylerinden edildi, politik kimlikleri nedeniyle işkencelere maruz kaldı, katledildi. Bu nedenle kendi hikayem, Kürt halkının yaşadığı kayıplarla, maruz kaldığı devlet şiddeti ve hafıza ile doğrudan bağlantılı. Mecliste yaptığım konuşmada aslında sadece babamın ve ailemin yaşadıklarını değil, Kürt halkının sessiz bırakılmaya çalışılan hafızasına da sesleniş biçimiydi.

ERDOĞAN ALAYUMAT

"Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu"nda konuşan Besna Tosun, 1995’te gözleri önünde kaybedilen babası Fehmi Tosun’un hikayesini Meclis kürsüsüne taşıdı. “Bu sadece benim değil, yüzlerce kayıp ailesinin tanıklığıdır” diyen Tosun, devletin 30 yıllık cezasızlık politikasını eleştirerek Hakikat Komisyonu kurulmasını, faillerin yargılanmasını talep etti.

Kürt sorununa çözüm için başlatılan girişimler neticesinde TBMM’de oluşturulan “Millî Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu”nda sunum yapan Cumartesi İnsanları’ndan Besna Tosun, Meclis kürsüsüne babası Fehmi Tosun’un hikayesini taşıdı. 1995 yılında İstanbul’un Küçükçekmece ilçesinde, evlerinin önünde "Beyaz Toros"tan inen silahlı kişilerce gözleri önünde zorla kaçırılan babasının akıbetini ve ardından başlayan adalet mücadelesini anlattı.

Babanız Fehmi Tosun’un 1995’te gözlerinizin önünde zorla kaçırılması, sizin kişisel hafızanızda ve yaşamınızda nasıl bir iz bıraktı? Bugün Meclis’te bu tanıklığı dile getirirken, sadece kendi hikayenizi değil, bütün kayıp yakınlarının hafızasını da taşımak nasıl bir sorumluluk yüklüyor?

Babamın gözlerimizin önünde zorla kaçırılması çocukluğumun kırılma anı. Kişisel hafızamda sadece bir travma değil, adalet arayışının da başlangıcıdır. Hayatım boyunca bu tanıklıkla yaşadım. Bu tanıklık zamanla mücadele azmine dönüştü. Meclis’teki konuşmam sadece kendi hikayem değil, kollektif bir hafızanın parçası. Bu da ağır ama güçlü bir sorumluk yüklüyor. Çünkü o cümleler; kayıplarını arayan yüzlerce insanın acısı ve direnciyle yüklü. Bu da bana toplumsal bir hafızayı diri tutmak ve adalet mücadelesini sürdürme sorumluluğu yüklüyor.

Sunumunuzda ‘hakikatin ortaya çıkarılması’ ve ‘faillerin yargılanması’ vurgusu yaptınız. 30 yıl boyunca devletin hiçbir adım atmaması, cezasızlık pratiğinin devam etmesi sizde nasıl bir duygu yarattı? Sizce devletin bu sessizliği, toplumsal barış ve demokrasiye giden yolu nasıl tıkıyor?

Bu ülkede yüzlerce insan güvenlik güçleri tarafından gözaltına alındı ve kaybedildi. Ailelerin resmi makamlara yaptığı tüm başvurular sonuçsuz bırakıldı. Kayıp dosyalarının büyük bir çoğunluğu daha soruşturma aşamasında zaman aşımı gerekçesiyle kapatıldı. Davaya dönüşebilen az sayıdaki dosyada ise beraat kararları verilerek failler ödüllendirildi. Bu suçlar hükümetlerin değil, devletin işlediği suçlardır.

Her yeni hükümet, “bizim dönemimizde olmadı” diyerek sorumluluk almaktan kaçındı. Oysa biz her fırsatta hatırlattık: “Gözaltında kaybetme insanlığa karşı işlenmiş bir suçtur. Sizin döneminizde olsun ya da olmasın, bu suçu görmezden geliyor, üstünü örtüyor ya da cezasız bırakıyorsanız, siz de bu suçun ortağısınız. Dolayısıyla bu suç fiilen bugün işlenmiyor olabilir, ama devam eden ve süreklilik taşıyan bir suçtur.” Ne yazık ki failler, bugünün iktidarı tarafından da cezasızlıkla korunuyor.

Kayıpların bulunması ve adaletin sağlanması için 30 yıl boyunca devletin hiçbir adım atmaması hukukun üstünlüğüne olan inancımızı yaraladı. Devletin bu cezasızlık politikaları toplumsal barışın önünde en büyük engellerden biridir. Hakikatler ortaya çıkarılmadan, geçmişle yüzleşmeden adalet olmaz; adalet olmadan da barış ve demokrasi mümkün değil.

 

 

Galatasaray Meydanı, kayıp yakınları için sadece bir mekan değil, aynı zamanda hafızanın ve direnişin simgesi. Sizce bu meydanın yasaklanması, devletin geçmişle yüzleşmeye karşı tavrını nasıl gösteriyor? Eğer yasak kalkarsa, toplumsal onarım ve güven açısından nasıl bir işlev üstlenebilir?

Galatasaray Meydanı, sadece Cumartesi Anneleri’nin buluşma yeri değil, hafızanın ve direnişin en güçlü simgesidir. Çünkü o meydan, 1995’ten bugüne kayıplarımızı arama mücadelesinin tanığıdır. Sesimizin duyulduğu, görünmez kılınmaya çalışılan gözaltında kaybetmeler gerçeğini görünür kıldığımız bir alandır. Aynı zamanda çoğu annenin mezarsız evladının mezar yeri olarak gördüğü bir meydandır. Cumartesi Anneleri’nin ısrarı da buradan kaynaklanıyor.

Biz orada bulunarak, devletin kayıpları inkar eden politikasına karşı toplumsal hafızayı canlı tutuyoruz. Meydanın yasaklanması, devletin geçmişle yüzleşmekten ne kadar uzak olduğunu gösteriyor. Yasak, hakikat ve adalet talebini bastırma çabasının bir ifadesi. Oysa bu yasak kalktığında, Galatasaray yeniden kamusal bir onarımın, güvenin ve demokratik bir yüzleşmenin adresi olabilir.

Meclis’te özellikle ‘Hakikat Komisyonu’ kurulmasını talep ettiniz. Sizce böyle bir komisyon hangi koşullarda gerçekten işlevsel olabilir? Bugünkü siyasi atmosferde bu talebinizin karşılık bulma ihtimalini nasıl görüyorsunuz?

Gerçekten işlevsel bir hakikat komisyonu ancak bağımsız, tarafsız ve sivil toplum kuruluşlarına katılımına açık bir şekilde kurulursa anlamlı olabilir. Komisyon'un, devletin arşivlerine sınırsız erişim hakkına sahip olması, tanıkların ve öznelerin güven içinde ifade verebilmesi ve sonuçlarının bağlayıcı nitelikte olması gerekir. Aksi halde kurulacak bir komisyon, hakikati ortaya çıkarmak yerine inkarı ve cezasızlığı yeniden üretir.

Gerçeklerin ortaya çıkarılması için siyasi irade şart. Siyasi irade olmadan komisyonlar sadece kağıt üzerinde kalır. Bugünkü siyasi atmosferde bu mümkün mü, bilemiyorum. Ama biz bu talebi dile getirmekten vazgeçmiyoruz. Çünkü hakikat komisyonu yalnızca kayıp yakınlarının değil, toplumun bütün kesimlerinin adalet ve yüzleşme ihtiyacına cevap verecek; gerçek bir demokratikleşmenin de ön koşulu olacaktır. Hakikatle yüzleşmeden geleceğe adil bir miras bırakmak mümkün değil.

Sunumunuzda Türkiye’nin Roma Statüsü’nü imzalaması gerektiğini vurguladınız. Sizce Türkiye’nin uluslararası hukuka uyumsuzluğu, kayıp yakınlarının adalet arayışını nasıl etkiliyor? Eğer Türkiye bu yükümlülükleri kabul etseydi, sizin ve diğer Cumartesi Anneleri’nin mücadelesi hangi noktada olurdu?

BM’nin “Bütün Kişilerin Zorla Kaybedilmeden Korunmasına Dair Uluslararası Sözleşme”si, ve Roma Statüsü gibi sözleşmeler devletlere gözaltında kaybetmelerin önlenmesi ve geçmişte yaşanan kaybetmelere dair hakikat ve adalete erişimin sağlanması sorumluluğu getiriyor. Sözleşme imzaya açıldığından beri Türkiye, Birleşmiş Milletler’in diğer temel insan hakları sözleşmelerini imzalamış olmasına rağmen, kayıplar sözleşmesini imzalamaktan ısrarla kaçınıyor.

Bu sözleşmeleri imzalamaması ve uluslararası mekanizmaların dışında kalması, kayıp yakınlarının adalet yollarını daraltıyor. Eğer Türkiye bu yükümlülükleri kabul etseydi, imzalasa ve uygulasaydı bugün biz faillerin yargılandığı, kayıplarımızın akıbetinin araştırıldığı bir süreçte olabilirdik.

 

 

30 yıldır sürdürdüğünüz bir adalet mücadelesinin ardından Meclis’te konuşmak… O salona girerken nasıl bir ruh hali içindeydiniz? Komisyon üyelerinin yüzlerinde, tavırlarında ne gözlemlediniz? Orada gerçekten bir dinlenme hissi yaşadınız mı?

Orada konuşmak benim için çok kolay olmadı, zaman zaman konuşmamı devam ettirmekte de zorlandım ama bütün kayıp yakınlarını temsilen oradaydım ve bu benim için büyük bir sorumluluktu onu yerine getirmeye çalıştım. Konuşurken dikkatle dinlediklerini gözlemledim. Açıkçası o an samimiyetle dinlediklerini de düşündüm ama bu dinlemenin gerçekten samimi olup olmadığını atılacak somut adımlar gösterecek. Ben oraya sadece kişisel hikayemi anlatmak, ya da içimi dökmek için değil, tüm kayıp yakınlarının yaşadıklarını ve mücadelelerini aktarmak, ailelerin temel taleplerini iletmek için gittim.

Sunumunuz sırasında bir anlamda kendi yaşam hikayenizi, babanızın kaybını ve devletin inkarını Meclis kürsüsüne taşımış oldunuz. Bu sizin için aynı zamanda bir yüzleşme anı mıydı? Kendi acınızı anlatırken Türkiye’nin geçmişiyle yüzleşmesini de sağlamak istediğinizi söyleyebilir miyiz?

Bir yüzleşme anıydı diyemem, babamın kaybı üzerinden devletin sorumluluğunu görünür kılma, tanıklığımı toplumsal hafızanın bir parçası haline getirme çabasıydı. Kendi acımı anlatırken, aslında kayıplarını arayan bütün ailelerin sessiz kalmaya zorlandığı hikayelerini de dile getirdim. Bu tanıklık, Türkiye’nin geçmişiyle yüzleşmesi için bir çağrıdır; geçmişin inkar edilmesini kabul etmeyeceğimizi göstermek, adaletin önündeki engelleri görünür kılmak anlamına gelir.

Gerçek bir yüzleşmenin olabilmesi için öncelikle devletin kayıpları inkar etmeyi bırakması, suçların failini korumaktan vazgeçmesi gerekir. Hakikat arayışının bağımsız ve şeffaf bir biçimde yürütülmesi, kayıp ailelerinin haklarının güvence altına alınması ve toplumsal hafızanın görünür kılınması da bu sürecin temel koşullarıdır. Ancak bu adımlar atıldığında hem bireysel hem de toplumsal düzeyde gerçek bir yüzleşme ve onarım mümkün olabilir

Babanızın kaybı, ardından başlayan mücadeleniz ve bugün hala devam eden arayışınız aslında Kürt sorununun tarihsel seyriyle de paralel ilerledi. Kendi yaşam öykünüz ile bu toplumsal sorun arasındaki bağı nasıl görüyorsunuz? Meclis’te yaptığınız konuşma bir anlamda Kürt halkının da kayıp hafızasına seslenmek miydi?

1990’ları, birçok Kürt’ün maruz kaldığı hak ihlaline bizler de maruz kaldık. Köyümüz yakıldı, göçe zorlandık, yakınlarımız katledildi ve evimiz yakıldığı için geldiğimiz İstanbul’da babam evimizin önünden, bizlerin ve bütün mahalle sakinlerinin gözleri önünde kaçırıldı ve kaybedildi. Yaşadığım bu hak ihlalleri, kişisel değil, aynı zamanda Kürt sorununun tarihsel ve yapısal bir parçasıdır.

İnsanlar, sadece Kürt oldukları için köylerinden edildi, politik kimlikleri nedeniyle işkencelere maruz kaldı, katledildi. Bu nedenle kendi hikayem, Kürt halkının yaşadığı kayıplarla, maruz kaldığı devlet şiddeti ve hafıza ile doğrudan bağlantılı. Mecliste yaptığım konuşmada aslında sadece babamın ve ailemin yaşadıklarını değil, sizin de dediğiniz gibi; Kürt halkının sessiz bırakılmaya çalışılan hafızasına da sesleniş biçimiydi.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.