Beyaz Toroslar gitti, siyah 'transporter'lar geldi

Dosya Haberleri —

Ömer Faruk Gergerlioğlu

Ömer Faruk Gergerlioğlu

  • Türkiye’de 90’ların beyaz Torosları yerine siyah Transporter’lar geldi. Araba modeli dışında değişen bir şey yok. İnsanlar bilinmeyen yerlere götürülüyor, işkence ile sorgulanıyor, daha sonra Emniyet’e bırakılıyor. Böyle bir gelenek var Türkiye’de. Bitti sanıyorduk ama son yıllarda yine ortaya çıktı.

 

FEYZULLAH TUNÇ

Halkların Demokratik Partisi (HDP) Kocaeli Milletvekili ve TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu Üyesi Ömer Faruk Gergerlioğlu, son yıllarda binlerce hak ihlalini soru önergeleri ve basın açıklamalarıyla gündeme getirdi; bunlara karşı hukuki ve siyasi mücadelenin önemli isimlerinden birine dönüştü. Gergerlioğlu ile bu alandaki çalışmalarını, cezaevlerindeki güncel durumu, devam eden açlık grevlerini ve İmralı’daki tecridi konuştuk. 

 

İnsan hakları ihlalleriyle ilgili mecliste ve meclis dışında yaptığınız çalışmalarla sürekli gündem oluyorsunuz. Öncelikle çalışmalarınızın içeriğini kısaca özetleyebilir misiniz?

Yıllardır insan hakları alanında çalışıyoruz ve ihlaller bitmiyor. Neden bitmiyor? Çünkü ihlallerin nedeni devlet ve iktidarlar. Demokrasiden, hukuktan uzak bir yapı ihlal üretiyor.

Şimdiye kadar üç bine yakın soru önergesi verdim. En çok soru önergesi veren üç milletvekilinden biriyim. Bunların yaklaşık bin 950 tanesi Adalet Bakanlığına verilen önergelerdi. Meclis’te Adalet Bakanlığına haksızlıklar ve adaletsizliklerle ilgili, yargı ve cezaevleriyle ilgili en fazla soru önergesi veren milletvekiliyim. 

Türkiye cezaevlerinde 300 bine yakın insan vardı. İnfaz indirim yasası çıktı ama bu yasa da yeterli olmadı. Şu anda 265 bin mahpus var ve adil yargılama ile ilgili ciddi sıkıntılar yaşıyoruz. Toplumsal doku da artık adaletten uzaklaştığı için, devlet sosyal adaleti sağlayamadığı için adli suçlarda da bir artış yaşanıyor.

Cezaevlerinde önemli hak ihlalleri var: Çıplak aramadan darp olaylarına, sohbet, kitap ve mektup haklarının kısıtlanmasından işkenceye varan uygulamalara, dayaklara, hakaretlere varana değin. Gözaltı merkezlerinde de durum aynı. İşin başka bir üzücü tarafı ise bunlarla ilgili Adalet Bakanlığına yaptığımız şikayetlerin sümenaltı edilmesi. Adalet Bakanlığına verdiğimiz iki bine yakın soru önergesi sonucunda tek bir ihlal kararı çıkmış değil. Kolektif bir biçimde hak ihlalleri gizlenmeye çalışılıyor. İçişleri Bakanlığı zaten kendisini bir iktidar organı olarak gören, hukuk dışı işler yapan bir bakanlık; soru önergelerimize cevap verme lütfunda bile bulunmuyorlar. “Ben istediğimi yaparım, kimse de bana hesap soramaz” havasındalar. Bu da açıkçası bir “polis devletinde” yaşadığımızı gösteriyor. Eğer demokrasi olsaydı, milletvekillerinin sorularına cevap vermeye çalışırlardı.

Cezaevlerinde şu anda Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en kötü dönemleri yaşanıyor. Cezaevleri kalabalık, sağlık hakkına erişim zor, fiili kötü muamelelere yoğun biçimde rastlanıyor, yemekler kötü, sıcak suya ve içme suyuna erişimde sıkıntılar var. Bu halde iktidar partisi yetkilileri ve MHP’liler idamı gündeme getiriyorlar; yani yaptıklarını yeterli bulmadıklarını, daha da fazlasını yapmak istediklerini belirtmeye çalışıyorlar.

Türkiye’de böyle bir durum varken susmak, geri adım atmak mümkün değil. İnsan haklarını savunmak ve bu durum karşısında elimizden gelen tüm yollarla mücadele etmek gerekiyor. Ben hem tüm milletvekilliği yetkileri ve hakları ile hem de sosyal medyayı çok etkili biçimde kullanarak bu dönemde mücadele ediyorum. Ayrımsız bir insan hakları mücadelesi sergiliyoruz ve zalimlerin maskesini düşürmeye çalışıyoruz.

 

Size bu çalışmalarınız nedeniyle iktidar medyası tarafından saldırılar da gerçekleştirildi. Mesela bir dönem, “FETÖ’cü” olduğunuz propagandası yapılıyordu. Bunlara nasıl bakıyorsunuz?

Evet, öğrenebildiğimiz, bize ulaşan tüm skandalları ortaya serince bize “FETÖ’cü” ya da “terörist” diye saldırmaya çalıştılar. Ne söyleyeceklerini bilemedikleri için iktidarın kullandığı en kolay yolu seçerek kendilerini aklamaya çalışıyorlar. Biz suçun kapsamı ne olursa olsun mağdur edilen herkesle ilgilenmeye çalıştığımız için bu yaftalamalarla saldırmaya çalıştılar. Biz insan hakları savunucularıyız. Bizim için insanların kimliğinin bir anlamı yok; bir suç işlemiş mi, işlememiş mi, bu da ayrı bir konu; hak ihlalleri varsa, bunlara karşı ayrımsız bir duruş sergiledik. Bir insana işkence edilmişse, onun hangi gruptan olduğuna bakmadık. Soruşturmalara, iftiralara, hakaretlere, yalanlara, hedef göstermelere, tehditlere ve İçişleri Bakanının alenen hakaret ve küfürlerle şahsıma saldırmasına rağmen ben yaptığım işten eminim. Doğru bir iş yapıyorum, haklıyım, haklı olduğum için de güçlü olduğumu hissediyorum. Sıkı bir duruş sergiliyorum ve partim de tam anlamıyla yanımda, bana destek veriyor. İyi bir mücadele verdiğimizi düşünüyorum. Bu mücadele ile insan hakları ihlallerinin maskesini inşallah hep birlikte düşüreceğiz.

  • Cezaevlerinde şu anda Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en kötü dönemleri yaşanıyor. Önemli hak ihlalleri var: Çıplak aramadan darp olaylarına, sohbet, kitap ve mektup haklarının kısıtlanmasından işkenceye varan uygulamalara, dayaklara, hakaretlere varana değin. Mahpus yakınları da bu uygulamalara maruz kalıyor.

Tek tek son dönemde öne çıkan ihlallere gelirsek… Cezaevlerindeki çıplak arama uygulamaları son günlerde sıklıkla gündeme geldi. Neden böyle bir uygulamaya başvuruluyor?

Çıplak arama ne yazık ki cezaevlerinde yaygın bir uygulama olmaya devam ediyor. Bu bir boyun eğdirme yöntemi olarak kullanılıyor. Ortadoğu toplumlarında haya duygusu yüksek olduğu için böyle insanları soyarak, çıplak bırakarak onları teslim almayı, onurlarıyla oynamayı kolay buluyorlar sanırım. Bu aslında sadece bugün yapılan bir şey değil, onlarca yıldır var. Aslında çıplak aramanın makul bir şüphe olduğu durumda Savcılık kararıyla uygulanması gerekiyor ama Türkiye’de maalesef böyle işlemiyor; çıplak arama, rutin bir uygulamaya dönüştürülüyor. Kadın, erkek, genç, çocuk, yaşlı da denilmeden herkes çırılçıplak soyularak aranıyor. Bunu da özellikle insanları utandırarak yapıyorlar. Regl olan kadınların pedine kadar açılıyor, çocukların bezleri açılıyor. 4-5 yaşındaki çocuklarının pantolonlarının içi karıştırılıyor.

Bunlar utanç verici uygulamalar ve yapılanların birçoğu söylenmiyor da. İnsanlar söyleyemiyor, çünkü utanıyorlar. Son dönemde biz bunları kamuoyuyla yoğun biçimde paylaşmaya çalıştık ve insanlar da peşi sıra yaşadıklarını ifşa etmeye başladılar. İktidar partisi önceleri İnsan Hakları İnceleme Komisyonu üyeleriyle konuşurken bu yaşananları kabul ediyordu; son zamanlarda artan tepkilerden dolayı kabul etmemeye başladılar. İktidar yüzleşmekle değil gerçekleri örtbas etmekle ilgileniyor. 

 

Kelepçeli muayene gibi hak ihlalleriyle ilgili de yoğun olarak haberler yansıyor. Bu konuyla ilgili sizin nasıl gözlemleriniz var?

Kelepçeli muayene meselesi, hem bir insan hakları savunucusu hem de bir doktor olarak benim çok önemsediğim bir konu. Cezaevlerinden gelen hastaların muayene edildiği bir hastanede bir süre doktor olarak da çalıştım. Bana gelen mahpuslar kim olursa olsun, suçlarına bakmaksızın, kelepçelerini her zaman açtırdım. Karşımızda bir insan vardı ve biz de ona herkes gibi davranmak durumundaydık. Hangi suçla cezaevine girdiği beni ilgilendirmiyordu, çünkü Hipokrat yemini etmiş bir doktor olarak karşımdaki insanın sağlığıyla ilgilenmek zorundaydım. Her doktorun da böyle bir tavrının olması gerektiğini düşünüyorum. Keza böyle durumlarda kelepçeyi açma talebinin doktordan gelmesi gerekiyor. Doktor bunu istemezse kelepçe açılmıyor.

Bu uygulama elbette doğru değil. Maalesef birçok doktor kelepçeyi açma talebinde bulunmuyor. Birçok mahpus, bu kelepçeli muayenelerden dolayı muayene olmak dahi istemiyor ve bu da önemli bir hak ihlalini beraberinde getiriyor: Sağlık hakkı ihlali.

Mahkumlar hastaneye götürülürken görülen bir başka uygulama da çift kelepçe. Yani mahkum cezaevinde o kadar aramayı geçip ring aracına bindirilirken de çift kelepçe takılmak isteniyor. Bunu kabul etmeyen mahkumlar da sağlık hakkından mahrum ediliyor. Bu konuştuklarımız 21. yüzyılda yaşanıyor.

 

Cezaevlerindeki ihlallerin bir başka boyutu da hasta ziyaretlerinde yaşananlar… Bu alandaki gözlemlerinizden de biraz bahsedebilir misiniz?

Dediğim gibi cezaevleri kapasitelerinin çok üstünde insanla dolu şu anda. Bu mahpusların yanına giriş ve çıkışlarda yaşanan yetersizlikler, uzun bekleme süreleri, tacize varan muameleler, hakaretler gibi olaylara maalesef çok sık rastlıyoruz. Çıplak arama ne yazık ki mahpus yakınlarına da uygulanıyor. Kabul etmezseniz görüş yapamıyorsunuz. Tartışırsanız bu kez üç ay ya da altı ay görüş cezası alıyorsunuz. Birçok insan bu tartışmalara girmek istemiyorlar ve dayatmaları kabul etmek zorunda kalıyorlar. Son derece onur kırıcı olan çıplak arama uygulamasında görevli kadın da olsa, insanların mahrem yerlerinin başka birileri tarafından görülmesi, üst-alt iç çamaşırlarının ellenmesi, yetmezmiş gibi iç çamaşırların zorla çıkartılması, adetli kadınların iç çamaşırlarını çıkararak pedlerini göstermeye zorlanması gibi son derece insanlık dışı şeyler yapılıyor.

 

  • Şimdiye kadar üç bine yakın soru önergesi verdim. En çok soru önergesi veren üç milletvekilinden biriyim. Bunların yaklaşık bin 950 tanesi Adalet Bakanlığına verilen önergelerdi. Şu anda susmak, geri adım atmak mümkün değil. İnsan haklarını savunmak, mücadele etmek gerekiyor. Maskelerini inşallah hep birlikte düşüreceğiz.”

 

Son dönemde “gözaltında kaybetme” meselesini de daha yoğun biçimde konuşmaya başladık. Ne kadar ciddi bir gündem bu?

Türkiye’de gözaltı süreleri OHAL döneminde 30 güne kadar çıkarıldı; daha sonra 14 ve 12 güne indirildi. Yasal olarak yapılan gözaltı işlemlerinin yanı sıra bir de kişilerin yasadışı olarak resmi görevliler tarafından bir şekilde gözaltına alınması söz konusu. Bu kişiler bilinmeyen yerlere götürülüyor, uzun süre tutuluyor, işkence ile sorgulanıyor ve daha sonra Emniyet Müdürlüklerine bırakılıyorlar. Böyle bir gelenek var Türkiye’de. Bunlar Türkiye’de 90’lı yıllarda yapılırdı, bitti sanıyorduk ama son yıllarda yine ortaya çıktılar. İnsanlar siyah ‘transporter’lar ile kayıt dışı biçimde gözaltına alınıyor. 3-4 kişi tarafından zorla derdest edilip araca atılıyorlar. Son dört buçuk yılda 30’a yakın kişi böyle kaçırıldı. Bunlardan 4’ü halen bulunmuş değil; kiminin hayatından ümitler kesilmiş gibi görünüyor. 

Kürt muhaliflerden de kaçırılma girişiminde bulunulan, bir iki gün sorgulandıktan sonra bir yerlere atılan kişiler oldu. Uzun süreli kaçırılmalar ise KHK’li kişilerde oldu. 6 ay, 9 ay, 1 yıl, hatta 2 yıl bir yerlerde tutulan bazı insanlar, daha sonra Emniyet Müdürlüklerinde ortaya çıktı. Bu durumlar çok garipti ama kimse bu konuları pek araştırmak istemedi, hep görmezden gelindi, hani ıslık çalarak oradan geçtiler. Biz insan hakları savunucuları araştırdık, araştırmaya devam ediyoruz.

Hem İçişleri Bakanlığına hem de Adalet Bakanlığına bu konuda defalarca soru önergeleri verdik ama kimse bu konuyu araştırmak istemiyordu. Bu kişilerin devlet görevlileri tarafından kaçırıldığını düşündüklerinden olsa gerek, bu konuyu rafa kaldırıyorlardı ve üstüne gitmiyorlardı. AİHM, Birleşmiş Milletler gibi uluslararası mekanizmaların sorularına da Adalet Bakanlığı tatminkar cevaplar veremiyordu. Bir müddet sonra bu kişiler Emniyet Müdürlüklerinde ortaya çıkmaya başladı. Mahkemede ailelerin diledikleri avukatı tutmasına izin verilmedi, sadece devletin görevlendirdiği avukatlara izin verildi. Bu insanların bazıları daha sonra işkence gördüklerini anlattılar, bazıları ise “Biz kaçırılmadık, bir yerlerde duruyorduk” gibi sözler söylediler. Bu kaçırılan kişilerin tamamı Ankara 34. Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanıyor. Nedense hepsinin yargılandığı yer MİT davalarına bakmakla görevli bir mahkeme. Böyle garip bir uygulama ve kimse de sorgulamıyor, sorgulamak istemiyor. Ama hukuk hepimiz içindir. Muhalifimize de yapılsa bize de yapılsa hukuk dışı işlere karşı durmak zorundayız.

 

Kaçırılmaları konuşurken: Evlatlarını arayan Cumartesi Annelerinin eylemleri de halen sürüyor…

Evet, pandemi döneminde yasaklara rağmen internet üzerinden yakınlarını aramaya devam ediyorlar. Maalesef Türkiye’de 90’ların beyaz Torosları yerine siyah Transporter’lar geldi. Yani Türkiye’de araba modeli dışında değişen bir şey yok. Eski tas, eski hamam. Hukuksuzluklar diz boyu ve devlet bir açıklama yapma ihtiyacı bile hissetmiyor.

 

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a karşı da halen katı bir tecrit uygulanıyor. Bu tecridi siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Evet, tecrit tüm Türkiye cezaevlerinde olduğu gibi İmralı’da da devam ediyor. Türkiye’nin barış umudu, görüşmelerin başlamasındadır, çözüm sürecinin başlamasındadır. Kürt meselesi de, diğer insan hakları sorunlarında olduğu gibi, devlet eliyle ortaya çıkmış bir meseledir ve bu yüzden de bir kangren haline gelmiştir. Kimse çatışmaları istemez, kimse çocuğunu silah kullansın diye doğurmaz, hiçbir anne çocuğu ölsün istemez. Türkiye’de adalet sadece kitaplarda kalınca, bu adaletsizliklere en çok uğrayanlar da Kürtler olunca mesele silahlı çatışmalara dönüşmüştür.

İmralı’da da şu anda yoğun bir tecrit uygulanıyor. Tecrit ile bir yere varabileceklerini sanıyorlar fakat bu tecrit ile varılabilecek bir yer yoktur. Kürt meselesi konuşulmak zorundadır. Çözüm sürecinde yaklaşık iki buçuk yıllık bir parantez açılması ardından bugün yeniden eski hukuksuz sürece geri dönülmüştür. O iki buçuk yıllık sürede insanlar ölmediğini, çözüm yolunda Türkiye’nin adımlar attığını gördük; bu sürecin ülkenin gelişimi ve toplumsal birlikteliğe nasıl olumlu etkilerde bulunduğunu hep birlikte izledik.

Kürt meselesi, mutlak surette İmralı’da tecridin bitirilmesi ile çözülmek durumundadır. Bu dayatmalar, yakınlarıyla görüştürmeme, avukatları ile görüştürmeme, bunlar kabul edilebilecek şeyler değil. Bir adada yalnız bırakılmış, hakları gasp edilmiş, yakınlarıyla ve avukatlarıyla görüşemeyen mahpusların nezdinde dev bir Kürt sorunu vardır ve bu sorun yüz yıllık Türkiye tarihinden buralara kadar gelmiştir. Bir an evvel bu yanlıştan vazgeçilmeli, bu topraklarda yüzlerce yıl beraber yaşamış insanların eşit, demokratik bir anlayışla birlikte yaşaması sağlanmalıdır. Kürtlerin kimlik hakları sağlanmalıdır. Kürtçe anadilde eğitim hakkı sağlanmalıdır. Kürdistanlı yurttaşlarımızın her türlü eşit vatandaşlık talebi kabul edilmelidir. Bu devlet, Kürt halkı ile empati yapmayı becermek zorundadır ve ayrıca yaptığı hatalardan dolayı özür dilemelidir. Bu tür saçma tecrit uygulamalarından vazgeçilmek zorundadır. Devlet, yapılması gerekene dönmeli ve yıllardır kendi eliyle yarattığı Kürt sorununu çözmelidir.

 

Tecride karşı cezaevlerinde başlatılan açlık grevleri de sürüyor. Bu konuyla da ilgileniyor musunuz? 

Evet, daha önceki açlık grevlerindeki gibi bu eylem de toplumun önemli bir kesimini ilgilendiriyor. İnsanlar İmralı’daki ve Türkiye cezaevlerindeki tecridin bitmesi, Kürt sorununun çözüme kavuşması için ellerindeki tek araçla sürece müdahale etmeye çalışıyor. Bunun için aç kalmayı ve bunun sonuçlarını göze alıyorlar. Tutsaklar, bu eylemle kamuoyuna bir şeyler söylemek istiyorlar. Bunların duyurulması lazım, cezaevlerindeki insanların sesi olmamız lazım. Biz insan hakları savunucuları olarak bu süreci dikkatle takip ediyoruz.

İnsanlar keyifleri için açlık grevine girmiyorlar. Açlık, hiçbir nefis için kolay değildir. Türkiye’de çok büyük sorunlar ve bu sorunlara duyarsız bir iktidar var. Birileri bu sorunların tartışılmasını sağlamak için, bu sorunların düzeltilmesi için bedel ödemeyi göze alıyor. İnsanlar kendi canlarını ortaya koyarak bir direniş sergiliyor.

Tüm kamuoyunun açlık grevlerini dikkatle izlemesi lazım; toplumun ve devletin dikkat kesilmesi ve her şeyden önce İmralı’daki tecridin bir an önce bitirilmesi lazım. Açlık grevi ve Kürt meselesi, toplumun sinir uçlarıdır. Son yapılan açlık grevlerinde en az 10 kişi yaşamını yitirdi; protestolar, hayatı etkileyen çok önemli olaylar yaşandı. Bu açlık grevi de böyle ilerlerse bunlar yaşanabilir, ölümler olabilir. İnsanların talepleri yerine getirilmezse farklı birçok sorun yaşanabilir. Devlet yetkililerinin bu konuda daha duyarlı yaklaşması gerekiyor. Açlık grevi yapanlar, eylemlerini basamak basamak görüyorlar; şu anda taleplerini gördüğümüz kadarıyla idareye iletmeye çalışıyorlar. İktidarın artık üç maymunu oynamaya çalışmasının yeri yoktur. Bununla bir yere varamıyor. 

Tecrit kabul edilebilir bir şey değil. Bunu halklar da, milyonlarca kişi de kabul etmiyor. Mutlak surette çözümün aranması gerekiyor. İktidar ise çözümden uzaklaşmaya çalışıyor, bu işi elinden geldiğince geciktirmeye çalışıyor. Aklı sıra ucuz yöntemlerle çözümler bulmaya çalışıyor ama bunların hiçbir geçerliliği yok. Bu topraklarda hakları eşit ve adil bir şekilde paylaştırmaktan başka bir çözüm bulamayız.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.