Devlet aklı aynı, yöntemleri farklı

Dosya Haberleri —

Eren Keskin

Eren Keskin

İnsan Hakları Derneği Eşbaşkanı Avukat Eren Keskin, Türkiye’de yaşanan baskı iklimi ve hak ihlallerini gazetemize değerlendirdi.

  • 30 yıldır insan hakları içerisindeyim. Ama ben sokağın bu kadar topluma yasaklandığı başka bir süreç hatırlamıyorum. Yani 90’lar hak ihlallerinin çok yoğun olduğu süreçlerdi, insanlar gözaltında kaybediliyorlardı, katlediliyorlardı, köyler yakılıyordu. Ama biz yine de sokakta eylem yapıyorduk.
  • Şu anda cezaevlerinde çok büyük hak ihlalleri var. Bazı cezaevi müdürleri Esat Oktay Yıldıran tarzı bir yönetim sergiliyorlar. Çoğunlukla MHP kökenli oluyor bunlar. Hiçbir şekilde dinlemek istemiyorlar, mağdurların hastanelere sevklerini yapmıyorlar. Çok fazla dayatmacı yöntemler uygulanıyor. 
  • Devlet Kürt sorununda çözümsüzlüğü temel almış ve çözümsüzlük temelinde de herkesi susturuyor. Devlet aklı aynı, yöntemler değişik. 90’larda, en kirli savaş yöntemlerinin kullanıldığı süreçte dönemin aktörleri Mehmet Ağar, Korkut Eken gibi isimler bugün iktidarın yanındaysa ortada bir sorun var demektir.

ERDOĞAN ALAYUMAT/İSTANBUL

AKP ve MHP iktidarının güvenlikçi ve baskıcı politikalarından kaynaklı hakkını arayan emekçiler, kadın katliamlarına karşı çıkan kadınlar, savaş ve imha politikasına karşı sesini yükselten Kürtler, parasız bilimsel ve anadilde eğitim hakkını isteyen öğrenciler, kentsel dönüşüm kıskacına alınıp barınma hakkını savunan yurttaşlar, doğa talanına karşı sokağa çıkan ekolojistler ve en ufak bir itirazdan bulunan aydın ve sanatçılara dönük baskılar son dönemde had safhaya ulaştı. Türkiye’de yaşanan tüm bu baskı iklimiyle beraber cezaevlerinde başta yaşam hakkı olmak üzere her alanda insanlık dışı muamele rutin bir hal aldı. İnsan Hakları Derneği Eşbaşkanı Avukat Eren Keskin, cezaevlerinde yaşan hak ihlalleri, Kürt siyasetçilere dönük baskılar, Kürt kadın siyasetçi Aysel Tuğluk’un durumu ve yaşanan genel hak ihlallerini gazetemize değerlendirdi.

Türkiye'de pek çok alanda hak ihlalleri yaşanıyor. Hak talep eden emekçiler, öğrenciler, kadınlar, Kürtler bunu sokakta ifade ettiğinde kolluğun hedefi oluyor, şiddet görüyor. İtiraz etme ve bunu bir protesto şeklinde dile getirme evrensel bir hak. Türkiye’de bu hakkın iktidar tarafından kullandırılmaması ülkeyi nereye götürüyor?

Öncelikle şunu söyleyeyim, 30 yıldır insan hakları içerisindeyim. Ama ben sokağın bu kadar topluma yasaklandığı başka bir süreç hatırlamıyorum. Yani 90’lar hak ihlallerinin çok yoğun olduğu süreçlerdi, insanlar gözaltında kaybediliyorlardı, katlediliyorlardı, köyler yakılıyordu. Ama biz yine de sokakta eylem yapıyorduk. İfade ve örgütlenme özgürlüğü açısından bu kadar kötü bir noktada olduğumuz başka bir süreci hatırlamıyorum. 

Şu anda iktidar, MHP ile uzlaşmaya gittikten sonra muhalif tüm sesleri kısmak için bir süreç başlattı. İnsanlar daha ifade vermeye gittiklerinde tutuklanıyorlar, KHK’ler işten atıldılar. Yani tamamen insanları eve kapatmaya, susturmaya yönelik bir korku politikası yürütülüyor. Bir kere sokağa en çok çıkan insan hakları savunucuları, kadınlar, LGBTİ+lar, işçilerdir. Bunların kamuoyuna seslerini duyurmalarını engellemek adına da sokak gösterileri engelleniyor. Bana göre en çarpıcı olan, bütün dünyada meşruiyet kazanmış olan Cumartesi Anneleri… Cumartesi Anneleri eylemi 1995 yılında başladı, AKP döneminde devam etti, bir tek PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye getirildiği dönemde bir süre ara verildi, ondan sonra yine AKP döneminde devam edildi. Ancak yaklaşık 5 yıldır hiçbir şekilde Cumartesi Anneleri eylemlerine dahi izin verilmiyor. Bu tamamen korkutma yoluyla yönetmenin bir sonucu. Herkes evinde kalsın istiyorlar.

Türkiye’de kadın cinayetleri günü birlik bir vaka gibi görünmeye başlandı. İHD verilerine göre cinayet ve cezasızlık bağlamında bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kadına yönelik şiddet ve erkekliğin kadına uyguladığı katletme politikası politik bir mesele. Biz bu nedenle kadına yönelik şiddete politiktir diyoruz. Eğer kadın giyimi nedeniyle devletin en tepesindeki kişiler tarafından eleştiriliyorsa, ya da bir kadının söylemleri devletin en en tepesindeki kişiler tarafından eleştiriliyorsa ya da İstanbul Sözleşmesi -ki bugüne kadar kadına yönelik şiddet alanında düzenlenmiş en yeterli sözleşmeydi, bir gecede kaldırılabiliyorsa, bu zaten bir anlayışın yayılması demektir. İstanbul Sözleşmesi kaldırıldıktan sonra bindiğim bir taksinin şoförü bana “Kadına yönelik şiddet artık özgür, değil mi?” dedi. İnsanlarda yarattığı algı bu çünkü. Artık kadına yönelik şiddet çok büyük bir ceza gerektirmiyor olarak anlaşılıyor. Bugün o sözleşmenin kaldırılması ya da devlet yetkililerinin, İçişleri Bakanı’nın bir operasyon nedeniyle “Yakalarsanız lime lime edin talimatını verdim” diye açık açık konuşabilmesi, şiddetin devlet diliyle meşrulaştırılması demektir. Kadın cinayetlerindeki artışın en büyük nedeni de budur. İstanbul Sözleşmesi’nin en önemli yanı şuydu: “Hiçbir örf, adet ve hiçbir ahlak anlayışı kadına yönelik şiddetin gerekçesi yapılamaz.” Ama burada bütün kadın cinayetlerinin gerekçesi ahlaktır. Erkek egemen bir ahlak anlayışları ve kadın cinayetlerinin temel nedeni bu ahlak anlayışı zaten. Ama İstanbul Sözleşmesi bu ahlak anlayışını sorgulamaya davet ediyordu devletleri.

Türkiye, İstanbul Sözleşmesi’nin imzacısı olunduğu dönemde sizinde sıkça eleştirdiğiniz bir konu sözleşmenin uygulanmaması idi. İstanbul Sözleşmesi imza atıldığı günden bu yana hiç uygulanmadı aslında. Sözleşme varken de kadınlar katlediliyordu, failleri ceza almıyorlardı. Bunu nasıl değerlendirmek gerekiyor?

İstanbul Sözleşmesi’nin şöyle bir gücü vardı: Bize bir duygusal güvence ve talep etme gücü sağlıyordu. Sözleşmenin varlığı en azından kadınlar açısından bir umut vaat ediyordu. Duruşmalarda “Siz İstanbul Sözleşmesi’ne aykırı davranıyorsunuz” diyebiliyorduk hakimlere. Ama şimdi bu bizim elimizden alındı. Bu duygusal güvence kadınların elinde alındı. 

Kürt kadın siyasetçilere dönük hukuksuzluk artık açık hale geldi. Çevik Bir örneği ve Aysel Tuğluk örneğini nasıl anlamalıyız?

Her şeyden önce şunu söyleyeyim, Çevik Bir bana göre insanlık suçu işlemiş kişilerden biridir. En başta bizim eski genel başkanımız Akın Birdal’ın vurulmasına yönelik süreci hazırlayan baş kişidir. O nedenle tabii ki ikisinin aynı konumda konuşulması bile beni rahatsız ediyor. Ama buna rağmen Çevik Bir bizim genel başkanımızın vurulmasına neden olan baş kişi olmasına rağmen eğer hastaysa biz insan hakları savunucuları olarak tahliyesini isteriz. Aradaki fark bu. Ama Aysel’e bir düşman olarak bakıyorlar. Düşman hukuku bile uygulanmıyor, düşman hukukunun bile yöntemi vardır. O nedenle, Kürt siyasi bir mahpussanız size uluslararası sözleşmeler ve iç hukukun sağladığı bir hak asla uygulanmıyor.

Burada tabii bir başka önemli sorunda Adli Tıp Kurumu (ATK) sorunu. Adli Tıp bir devlet kurumu. Siz şimdi bir muhalif olarak devletten bir şey talep ediyorsunuz, “benim hastalığımı belgele” diyorsunuz, bunu bağımsız bir kurulun yapması gerekiyor. Fakat bizim hukukumuzda gerek işkencenin belgelenmesinde gerek cezaevindeki hastaların durumlarının raporlanmasında tek yetkili kurum devletin kendisi. Maalesef sadece ATK raporları delil kabul ediliyor hal böyle olunca ATK de sadece siyasi iradenin istediği raporları veriyor.

ATK’de Aysel Tuğluk’a yapılan muamele de ayrıca bir skandal konusu değil mi?

Evet, mesela Aysel ile ilgili zaten önce bir Kocaeli Devlet Hastanesi’nin raporu var, onlar “cezaevinde kalamaz” diye rapor verdiler. Çünkü onlar Aysel’i uzun süre gördüler, götürüldü, getirildi. ATK bir kere görerek veriyor raporlarını. Çünkü bütün dosyalar ATK’ye geliyor, çok yoğun bir kurum. Onun dışında ATK “cezaevinde kalabilir” raporu veriyor, arından avukatı Reyhan Yalçındağ Anayasa Mahkemesi’ne(AYM) başvuruyor. AYM’nin verdiği karar tam içler acısı. AYM raporu adeta şunu söylüyor: “Tekrar sürekli götürün hastaneye, daha da kötüleştin, daha kötüleşirse belki tahliye ederiz” gibi bir anlam çıkıyor. Hakikaten anlaşılır bir şey değil. Sadece Aysel Tuğluk da değil cezaevinde her hafta birkaç mahpus ölüyor neredeyse. Ölüm sınırına gelmiş çok sayıda hasta var ve yoğun bakımdaki hastaya “cezaevinde kalabilir” raporu veriyor ATK. Yani inanılmaz bir şey gerçekten!

Türkiye cezaevlerinde değişik adlarla F-T ve benzerleri tutuklu ve hükümlülerin yaşam hakkını ihlale eder bir tecrit durumuna dönüştü. Türkiye’nin AKP/MHP iktidarı dönemi ile başlayan hapishane rejimini nasıl tanımlayabiliriz?

Şu anda cezaevlerinde çok büyük hak ihlalleri var. Bazı cezaevi müdürleri Esat Oktay Yıldıran tarzı bir yönetim sergiliyorlar. Çoğunlukla MHP kökenli oluyor bunlar. Hiçbir şekilde dinlemek istemiyorlar, mağdurların hastanelere sevklerini yapmıyorlar. Çok fazla dayatmacı yöntemler uygulanıyor. “Hazır ol” biçiminde ayakta sayım -ki siyasiler bunu kabul etmiyorlar, bu da şiddet ve disiplin cezası nedeni oluyor. Kürtçe konuşma yasakları uyguluyorlar, kitaplar, gazeteler verilmiyor. Onun dışında, özellikle kadın mahpuslar açısından çok önemli bir durum söz konusu, o da kamera sistemi… Yani yaşadıkları tüm mekanlar kamerayla kontrol ediliyor. Özellikle kadın mahpuslar açısından bu taciz anlamına geliyor. Çünkü banyoya ve tuvalete giderken dahi “biz izlendiğimizi hissediyoruz” diye defalarca anlatıyor kadın mahpuslar.

Hasta ve infazı yakılan tutukluların serbest bırakılması için aileler birçok ilde Adalet Nöbeti'nde ancak bir gelişme yok. Cezaevlerinde tutsakların cenazeleri çıkmaya devam ediyor. İHD’nin de verilerine dayanarak durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Sağlıklarında hukuk uygulanmıyor mahpuslara ve ölürken de cenazelerine de saygısızlık yapılıyor. Çünkü insan artık öldükten sonra, ölü bir bedene karşı saygısızlık yapılmayacağına dair uluslararası sözleşmeler var ve Türkiye bunların tarafı. Cenazeler engelleniyor, ailelere verilmesi zaman alıyor. O kadar büyük hak ihlalleri var ki bu haksızlıkları dile getiren ailelerin basın açıklamaları engelleniyor. Oysaki gerek Türkiye’nin iç hukukunda gerekse uluslararası hukukta basın açıklaması yapmanın örgünde hiçbir engel yok. Buna rağmen hiçbir şekilde bu tür haksız uygulamaların gündeme getirilmesi istenmiyor.

Bu arada, ben şunu da eleştirmek istiyorum. Kendilerine ‘muhalefet’ adını verenler, örneğin altılı masa diye bir ekip var değil mi? Devlet bütün bu uygulamaları yaparken bu uygulamaları gündemlerine almıyor. Sorun burada. Örneğin Kemal Kılıçdaroğlu, hasta mahpusları ziyaret etse büyük bir olay olur. Aysel Tuğluk eski bir milletvekili aynı zamanda, örneğin bir CHP'li vekil Aysel Tuğluk’u ziyaret etsin, niye etmiyorlar? Ergenekon sanıklarına gösterdikleri ilgiyi Kürt siyasi mahpuslara göstermiyorlar. Yani bahsettiğimiz insanların çoğu milletvekili, siz birlikte mücadele ettiniz ve hala bu kesimden oy talep ediyorsunuz. Ama hiçbir zaman cezaevindeki mahpusların durumu gündemlerine girmedi. Sadece kendi seçtikleri mahpuslarla ilgileniyorlar. Kürt mahpuslarla, Kürt siyasetçilerle hiçbiriyle yeterince ilgilenilmiyor. Hiçbirini ziyaret etmiyorlar, cezaevlerin önünde basın açıklamaları yapabilirler. 

Tutsak anneleri aylardır cezaevlerinde ölümler olmasın diye adalet nöbetindeler ancak her sokağa çıktıklarında çok ciddi polis saldırısına maruz kalıyor. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şiddet içermeyen her türlü basın açıklaması önceden izin almadan yapılabilir. Bu yasaklamaların hiçbir hukuki zemini yok. Tamamen keyfi engellemeler. AYM’nin kararı var basın açıklamalarının yasaklanamayacağına dair. Biz örneğin Cumartesi Anneleri eyleminde gözaltına alınırken bunu hatırlattık. Dedik ki “AYM kararını siz hiçe sayıyorsunuz.” Bize dedi ki “Mülki amirin emri.” Yani mülki amirin emrinin en yüksek mahkemenin kararından daha etkili olduğu yer burası. Uygulama önemli, hukuk değil. Bizim temel sorunumuz bu. Türkiye bir hukuk devleti değil.

Hapishanelerde yaşanan bu ölümleri siz hukuki açıdan nasıl tanımlıyorsunuz? Dışarıdan bakanlar için eski söylem ile “asmayalım da besleyelim mi” ye geri mi dönüldü?

Şu anda cezaevleri 12 Eylül’ü aratmayacak durumda. Bize göre cezaevindeki her ölümden cezaevi idaresi sorumludur. Örneğin, en vahimi Garibe Gezer’in 10 Aralık İnsan Hakları Günü’nde yaşamını yitirmesidir. Hala bununla ilgili yaptığımız suç duyurusu sonuçlanmadı. Eminim ki yine cezasızlık söz konusu olacak. Bu anlamda hukuksuz uygulamlara imza atan cezaevi idareleri cezasızlık politikasından cesaret alıyor. Hukukta sorumluluğu var cezaevi idaresinin, ama pratikte bu hiçbir zaman gerçekleşmiyor.

Türkiye’de yasal olarak idam cezası yok. Ancak pratik de cezaevlerindeki bu tutum fiili bir idam uygulaması olduğuna dair çeşitli yorumlar yapılıyor. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu ölümler fiili idam mıdır?

İHD'nin çok temel söylemlerinden biridir, idam cinayettir. İdam cezası insan hakları savunucuları tarafından hiçbir zaman kabul edilmez. Her zaman karşı çıkılır, tabii ki artık yasal olarak idam cezası kaldırıldı. Ama zaten ‘ölünceye kadar’ hapis cezası, hücre cezası, bunların hepsi aslında ölümle eşdeğer. Siz bir insanın umut etme hakkını dahi elinden alıyorsunuz. Bir de eğer hasta mahpus ise, psikolojik sorunu olan mahpus ise… Yani herkes biraz empati yapsa gerçekleri anlayabilir. Yani iki, üç metrekare, bir yerde bütün ömrünüzü geçirdiğiniz düşünün, kendinizi yerine koyun, havalandırma hakkının bile son derece sınırlı olduğu bir ortamda, hele ki hastalıkları varsa, psikolojik sorunları varsa, bu aslında bence idam cezası gibi bir şey.

Bir insan müebbet, ağırlaştırılmış müebbet alsa bile, cezasının "ölene kadar infazı"na dair Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ne diyor?

AİHM’in umut etme hakkının ortadan kaldırılmasına dair kararları var. Ama şimdi biz öyle bir coğrafyada yaşıyoruz ki AİHM’nin hiçbir kararı zaten uygulanmıyor. Son örneği Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala kararlarıdır. Şu anda kendi imza attığı sözleşmeleri bile uygulamayan, kendi imzasına uygun davranmayan bir hukuk sistemi içindeyiz. Onun için hukuki değildir demek bile bize tuhaf geliyor. Biz avukatlar olarak özellikle kendimizi hukuk sisteminin tamamen dışına itilmiş olarak görüyoruz. Devlet Güvenlik Mahkemeleri dönemlerinde bile rahatlıkla hakim ve savcıların odalarına girer, konuşurduk, dosya hakkında bir şey sorardık. Şimdi kapılar kilitli bize, biz artık hakimlerin ve savcıların odalarına giremiyoruz. Ben böyle bir süreç gerçekten hiç yaşamadım. DGM’leri arar olduk. 

Hapishanede yaşanan ölümlerin faillerinin hesap vermesi noktasında aileler nasıl bir hukuki mücadele yürütebilir, bu noktada sizlerin ne gibi çalışmaları var?

Aileler zaten ellerinden geleni yapıyor. İnsan hakları kurumlarına, hukuk kurumlarına başvurularını yapıyorlar. Burada bence esas görev siyasete düşüyor. Yine ben kendilerini muhalif olarak tanımlayanlara döneceğim. Çünkü siyaseti belirleyen onlar. Biz talep eden taraftayız, insan hakları adına talep ediyoruz, anneler, babalar öyle… Ama bunu kural haline getirecek olan, bunun yazılı hukukunu oluşturacak olan, bunu devlete kabul ettirecek olan esas güç siyasi partiler. Siyasi partiler bu konuda son derece isteksiz ve seçici davrandıkları için bir çok şey gündeme gelemiyor. Bunu HDP yapıyor ama HDP zaten baskı altında bir parti. Bunu kendilerine muhalif diyen diğer kesimlerin gündeme getirmesi gerekiyor.

Ülkede yaşanan tüm hak ihlalleri birbirinden bağımsız değil. Basın ve ifade özgürlüğüne dönük baskıları Kürt gazeteciler yönelik özel uygulamaları nasıl değerlendirebiliriz?

Bir kere ifade özgürlüğünün bu kadar baskı altında olduğu bir süreci hatırlamıyorum. Tabii ki devlet aklı bana göre hiç değişmedi. Bugün bazı kesimler sadece AKP üzerinden tartışıyor bunu, ama öyle değil. Biz her dönem bu baskıları gördük. Kimi zaman öldürmeler, kaybetmelerle oldu. Bazı dönemlerde ifade özgürlüğü konusunda biraz daha rahatladık. Ancak şimdi ifade ve örgütlenme özgürlüğü büyük baskı altında. Devlet Kürt sorununda çözümsüzlüğü temel almış ve çözümsüzlük temelinde de herkesi susturuyor. Bugün birçok gazeteci baskı altında, ama 16 Kürt gazeteci sadece gazetecilik yaptıkları için tutuklandılar. Peki bu kimin gündeminde? İnsan hakları savunucuları, bir kısım hukukçular, bir kısım sosyalist partiler, HDP… Bu kadar. Yine aynı yere geliyorum: Neden 16 Kürt gazeteci altılı masanın gündeminde değil? Eğer Cumhuriyet, Halk TV, ya da Tele 1’den bir gazeteci tutuklansa, ki onlar da tutuklanmasın tabii, ama siz onlara ilgi gösterip buradaki gazetecilere sessiz kalıyorsanız siz de yapılan bu haksızlıklarda pay sahibisiniz demektir.

AKP’nin 20 yıllık iktidarında insan hakları anlamında geldiğimiz nokta nedir?

AKP zaten belli bir dönem iktidar değildi. Ama iktidar olduğu, kendisini iktidar olarak hissettiği zamanlardan itibaren de derin devletle uzlaşmaya gittiği dönemdir. Şu anda insan hakları alanında 90’lardan ya da 12 Eylül’den bir fark görmüyorum ben. Devlet aklı aynı, yöntemler değişik. Bugün o kadar kolay cinayetler işlenemiyor, insanlar gözaltında o kadar kolay kaybedilmiyor ama şimdi aynı devlet aklı insanları yazdığı bir yazı, söylediği bir söz nedeniyle cezaevine koyuyor, yıllarca cezaevinde kalıyorsunuz. Mesela 90’larda, en kirli savaş yöntemlerinin kullanıldığı süreçte dönemin aktörleri Mehmet Ağar, Korkut Eken gibi isimler bugün iktidarın yanındaysa ortada bir sorun var demektir.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.