Devletsiz hukuka giriş: Umut hakkı
Dosya Haberleri —

Strasbourg Umut Hakkı eylem / foto: Deniz BABİR
Anayasanın Eşiğinde-1
- “Barış ve Demokratik Toplum” sürecinin umut ilkesi ya da güncel siyasal ve hukuksal dile “umut hakkı” olarak geçen kavramın tartışılması ve başlangıcın bu şekilde tezahürü bir tesadüf değil.
- Barışın ve onun kuracağı demokratik hukukun umutla ilişkisi yalnızca bireyin geleceğe dair beklentisiyle sınırlı değildir; aynı zamanda bir topluluğun siyasal varoluşuna dair kurduğu tahayyülle de doğrudan bağlantılıdır.
- “Özgür insan” ve “sahici umut” ekseninde ilerleyen bu süreç, yalnızca Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt meselesinin çözümü için değil; aynı zamanda demokrasiye ve insan haklarına duyarlı, katılımcı bir hukukun ve anlayışın yeşermesi için de bir zemin sunmaktadır.
- Umut hakkı, yalnızca geleceğe dair soyut bir beklenti değil; aynı zamanda geçmişin yükünü taşıyan halkların, toplulukların ve bireylerin eşit yurttaşlık, adalet ve tanınma taleplerinin ifadesidir.
Onur CAN AYKUT
Bir tarafta savaş ve silah, öbür tarafta barış ve söz. Ve bu ikiliklerin arasından doğan ve yılların toplumsal mücadelesinin geldiği durak: Umut hakkı. Tez elden belirtilmeli ki; çarpıcı olması amacıyla seçilen bu başlık “Barışın Hukukuna Giriş” de olabilirdi. Ancak bu başlığın tercih edilmesi adalet mefhumunun devlet alanına terk etmemek gerektiğine dair duyulan derin inancın bir tezahürüdür. Bu çalışma dizisi boyunca temelde; içinde bulunduğumuz siyasal eşiğin biçimi ve içeriği, yine bu eşiğin anayasal hatları ve toplumun hukuksallaşmadan azat edilmesi genel olarak sıralanabilir.
Umut ilkesi
“Barış ve Demokratik Toplum” sürecinin umut ilkesi ya da güncel siyasal ve hukuksal dille “umut hakkı” olarak geçen kavramın tartışılması ve başlangıcın bu şekilde tezahürü bir tesadüf değil. Konumuz özelinde umut ilkesi başta olmak üzere bugün insan hakları hukuku olarak adlandırageldiğimiz, çoğu zaman birbiriyle gerilimli olan ilkelerden oluşan haklar manzumelerinin, şekillendiği dönemi Hitler, Mussolini ve benzeri totaliter rejimlerin sonrası olarak işaretlemek mümkün. Öncesinde insanların hakkı yoktu diyemeyiz, elbette. Yaşama hakkı yoktu denilemez örneğin. Ancak bugün anlamlandırdığımız şekliyle; kavramsal yapısı, ihlal edildiğinde mahkemelerce yaptırım uygulanabildiği ayrıca bu teorik ve pratik eylemlerin sistematik olarak sonuç verebileceği ve tabii ki husumetin devlete yöneltilebildiği dönemden bahsediyoruz. Bahsi geçen totaliter rejimler yakın dönem siyasal tarihi ve hukuk yapısını derinlemesine etkilemiş, sebep olduğu yıkımı tanımlarken tam da o dönemde yok edilmeye çalışılan ve sonrasında ihtiyaç haline gelen kavramlar kullanılmış. “Umut ilkesi” de bunlardan biri.
Toplumsal bağlam
Barışın ve onun kuracağı demokratik hukukun umutla ilişkisi yalnızca bireyin geleceğe dair beklentisiyle sınırlı değildir; aynı zamanda bir topluluğun siyasal varoluşuna dair kurduğu tahayyülle de doğrudan bağlantılıdır. Bu nedenle umut ilkesi, yalnızca bireysel düzlemde değil, tarihsel-toplumsal bağlamda da değerlendirilmelidir. Avrupa’da yaşanan büyük yıkımlar nasıl bu ihtiyacı tetiklediyse, Türkiye’de de farklı biçimlerde yeniden üretilen siyasal baskı ortamları, özellikle Kürt meselesi bağlamında bu hakkın taşıdığı anlamı derinleştirmiştir. Hukukun yalnızca biçimsel bir çerçeve değil, aynı zamanda toplumsal mücadelelerin sonucu olarak belirdiği bu tarihsel kesitlerde, umut hakkı bir beklentiden ziyade bir direnme biçimi olarak da karşımıza çıkıyor. Tam da bu nedenle, umut ilkesi gibi soyut görünümlü ama tarihsel olarak oldukça somut deneyimlerden doğmuş kavramlara eğilirken, kavramların hem tarihsel koşullarını hem de hangi ihtiyaçlara karşılık geldiğini yeniden düşünmek gerekir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’nın doğusuyla batısıyla en çok ihtiyaç duyduğu umuttu. Tarihin gördüğü en büyük siyasal ve sosyal yıkımlardan birine sahne olmuş bir “medeniyet” kalakalmıştı. Bunun en somut göstergesi olarak soykırımlar hala tanıkları, arşivi hatta mekanlarıyla gözler önünde duruyor.
Yeni bir inşanın göstergesi
İnsan hakları hukukunun veya anayasal garantilerin evrenselmiş gibi sunulan yapısının aslında siyasal çöküşlerin ve yıkımların tetiklediği bir yeniden inşa refleksi olduğunun en büyük göstergesi olan bu tarihsel dönemeç bunun en keskin örneği. Türkiye’de ise "Barış ve Demokratik Toplum" sürecinde umut hakkı olarak dile gelen beklenti, sadece silahsızlanma ya da çatışmasızlık değil, aynı zamanda geçtiğimiz ve önceki OHAL statülerinin neden olduğu tiraninin yerini alacak bir demokrasi vaadine duyulan inançla da besleniyor. Ancak hukuk, eğer demokratik olacaksa; kapitalist modernitenin vaazının aksine sadece mahkemeye, meclise ve sair bürokratik mekanlara gidip alınabileceği kanaati bir vehimden öte bir anlam ifade etmediğini en çok bunu her gün yaşayarak gören Kürt halkı ve devletin tüm ötekileri iyi bilir. Ancak bu alanları tamamen yadsımamakla birlikte, esas olanın toplumsal ve siyasal sürecin bir ürünü olarak görmek ve haliyle esas olana yönelme daha doğru bir çaba olacaktır.
Demokrasi ve umut
Umut hakkı, yalnızca geleceğe dair soyut bir beklenti değil; aynı zamanda geçmişin yükünü taşıyan halkların, toplulukların ve bireylerin eşit yurttaşlık, adalet ve tanınma taleplerinin ifadesidir. Türkiye’de bu hak, özellikle Kürt halkı nezdinde yalnızca hukuki güvencelerin değil, siyasal varoluşun kendisinin sorgulanmasına yol açan bir meseledir. Bu nedenle umut hakkı, sadece bir gün özgürlük umudu taşıyan mahpusların ya da barış isteyenlerin talebi değildir; aynı zamanda devletin hukuku nasıl araçsallaştırdığına, hangi yaşam biçimlerini dışladığına ve hangi kimlikleri tanımadığına dair de bir teşhirdir. Hukukun gerçekten demokratik bir işlev üstlenebilmesi için, yalnızca adalet saraylarında değil; meydanlarda, mahallelerde, meclislerin dışında kalan o öteki alanlarda da filizlenmesi gerekir. Zira hukukun içeriği kadar kimler için ve nerede üretildiği de önemlidir. İşte tam da bu noktada, umut hakkı bir normdan çok bir mücadele pratiğine dönüşür. Barış sürecinde umut ilkesiyle kurulan o kısa süreli temas dahi, hukukun sadece devletin tekelinde bir söylem olmadığını, halkların da kendi hukukunu yaratabileceğini göstermiştir. Şimdi, bu kırılgan temasın hatırlanması ve yeniden inşası için, hukuku yalnızca bir sistem değil; toplumsal bir talep, siyasal bir üretim ve tarihsel bir direniş alanı olarak görmek zorundayız.
İmkanlar ve çözümler
Bir yandan da başlık bu minvalde anlam kazanmış oluyor. Direnişle örülen, siyasal talep ve imkanların açtığı “umut hakkı” meselesi hala güncelliğini koruyan ve önemli bir soruya cevap vermiş oluyor aslında. O soru da şu; “devletsiz bir hukuk mümkün mü?” Soruyu biraz daha açarsak “şiddet tekelini belirli bir mekanizmaya atfetmeden de adalet uygulanır mı?” şeklinde de ifade edebiliriz. Yapay bir güce sığınmak ve ondan adalet beklemekten yeğdir, kanaatimce yeterli bir cevaptır ancak daha doyurucu bir cevap vermek gerekirse; insanlık tarihi buna verilmiş cevaplarla doludur. Bir bütün neolitik çağ buna örnektir. Hz. Muhammed’in karşı çıktığı putlardan da örnek verilebilir. İster istemez şu soru akla geliyor bunlar değil, ama nedir? Bu soru da yeterince anlamlı değildir. Dikte edilebilecek, tüm sorunları çözecek bir ilaç yok. Doğru bakış bu ilacın olmadığını fark etmekten geçmektedir. Tam olarak bahsetmeye çalışılan toplumsal bir talep, siyasal bir üretim bu yolun kendisidir. Dolayısyla devlet ve bir bütün iktidar söz konusu olduğunda ateşin sönümlenmesi ummaktansa, ateşten uzak durmak en doğrusudur.
Özgür insan umudu
“Özgür insan” ve “sahici umut” ekseninde ilerleyen bu süreç, yalnızca Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt meselesinin çözümü için değil; aynı zamanda demokrasiye ve insan haklarına duyarlı, katılımcı bir hukukun ve anlayışın yeşermesi için de bir zemin sunmaktadır. Bu zemin, Türkiye sınırlarını aşarak, otoriter rejimlerin hakim olduğu Ortadoğu coğrafyasında da yankı bulabilecek potansiyele sahiptir. Zira umut hakkı, yalnızca bir hukuk normu değil; halkların kendi geleceklerini kurma hakkı olarak da siyasal hayata girmiştir. Bu hak, yalnızca yasal metinlere değil, kolektif deneyimlere, ortak acılara ve mücadelelerle yoğrulmuş bir siyasal belleğe yaslanır. Bugün Ortadoğu’da çatışmalarla, zorunlu göçlerle ve siyasal baskılarla yaşamaya zorlanan milyonlar için, sahici bir barış ve adalet tahayyülünün temelinde, önemli bir yer, bu hakka sahip çıkmaktan geçer. Türkiye’de filizlenecek her demokratik kazanım, bölge halklarına da umut taşıyacak; demokratik bir hukukun yeniden inşası yalnızca mahkemeleri değil, sınırların ötesinde bir adalet duygusunu da dönüştürecektir. Bu nedenle umut hakkı, sadece bir ulusun değil, bir bölgenin ortak geleceğine tutunma çabası olarak da okunmalıdır. Tam da bu sebeple en çok, umudun yok edilmeye çalışıldığı coğrafyalarda, onu yeniden kurmak bir sadece bir sorumluluk değil, bir direniş meselesidir.
YARIN: Egemenliği yeniden anlamlandırmak














