‘Din budur zannediyorlar’

Dosya Haberleri —

OMER FARUK GERGERLIOGLU

OMER FARUK GERGERLIOGLU

  • Ömer Faruk Gergerlioğlu: “Din nasıl öğrenilmiş dindarlar arasında? Türkçülük ve dindarlığın çorbası yapılarak öğrenilmiş. Din budur zannediyorlar. Vatan, millet, bayrak dedin mi, bunlar sanki dini kavramlar sanıyorlar.”

OSMAN OĞUZ

 

Milletvekilliğinin hakkında verilen hapis cezasının onanması ardından 17 Mart’taki TBMM Genel Kurulu’nda düşürülmesinden bu yana “Adalet Nöbeti” tutan Ömer Faruk Gergerlioğlu, İslamcı siyasi gelenekten gelip HDP içinde yer alan bir isim.

Milli Görüş geleneği ile hareket eden bir babanın çocuğu olan Gergerlioğlu ile nasıl politikleştiğini, İslamcı geleneğin tartışmalarında nasıl konum aldığını, Kürt sorununun siyasi serüveninde tuttuğu yeri ve bugünkü direnişini konuştuk.

 

İnternette Isparta’da doğduğunuz yazıyor… Ispartalı mısınız?

Aslen Urfalıyım, annem babam Urfalı. Babam rahmetli veteriner hekimdi ve siyasi görüşleri nedeniyle sık sık sürgün yiyen bir memurdu, o yüzden çok dolaşıyorduk. Ben de ailem Isparta’nın Şarkikaraağaç ilçesindeyken dünyaya gelmişim. 3 kız, 4 erkek, toplam 7 kardeşiz.

 

Babanızın nasıl bir siyasi duruşu vardı?

Dindar bir kişiydi. Namazlarına dikkat eden, gençliğinde Ankara’da Necip Fazıl Kısakürek’in Büyük Doğu ekolüne dahil olan, hayatını İslam üzerine inşa etmeye çalışan bir insandı. Aynı zamanda da devletin antidemokratik uygulamalarına karşı çıkıyordu. İslami görüşleri nedeniyle sistem tarafından sevilmiyordu. Kıldığı namazdan dolayı devlet dairelerinde dışlanırdı ya da çocuklarını İmam Hatip’e gönderdi diye dışlanırdı.

 

Sizin politikleşmeniz de önce babanız üzerinden mi oldu?

Tabii. Babam Büyük Doğu ekolünden gelip Milli Nizam Partisi’ne ve daha sonra Milli Selamet Partisi’ne dahil oldu. Abimler de bu akımlardan etkilenmişti. Ailemiz politik bir aileydi. Ben de siyaset, seçimler, parti, Erbakan gibi kelimelerle tartışmaların yapıldığı, İslami gazete ve dergilerin girdiği bir ortamda büyüdüm. Okuma yazmayı da seviyordum. Daha 7 yaşında eve giren gazeteleri okurdum. Okuma yazmayı neredeyse Milli Gazete’den öğrenmişimdir.

 

Peki hayatınızda “Benim siyasetle kurduğum aktif ilişkinin başlangıcı şu tarihtir” diyebileceğiniz bir tarih var mı?

Dediğim gibi kitaplara meraklıydım, daha küçük yaşta babamın kütüphanesini araştırırdım. İlkokul yıllarında, daha 7-8 yaşlarında namaz kılmaya da başlamıştım. Antalya’daydık o zamanlar. Ailemizin bize verdiği siyasi iklimden etkilenip devletin bir tornacı gibi kafamızı dizayn etmesine reaksiyon gösteriyorduk. Dördüncü, beşinci sınıfta ilkokul tarih kitaplarında öğretilenlere itiraz ettiğimi hatırlıyorum.

Sonra babam beni İmam Hatip’e gönderdi. Şimdi onlar öz evlata dönüştü ama o zamanlar İmam Hatipler Kemalist sistemin üvey evlat olarak gördüğü yerlerdi. Kemalist sistem aslında İmam Hatipleri kendisine uygun imamlar yetiştirmek için açmıştı ama zamanla buralarda sistemi beğenmeyen imamlar yetişmeye başladı. Sistem de bundan rahatsız olduğu için daha fazla İmam Hatip açmıyordu.

Ben bu dönemde, orta üçüncü sınıftan itibaren daha net siyasal tercihler yaptığımı ve lisede de öğrenci hareketlerine katıldığımı hatırlarım. Öğrenci gruplarının yaptığı toplantılara, kitap okuma gruplarına katılıyordum. Genç yaşta, 13-14 yaşından itibaren boyumu aşan politik kitaplar okuyordum. En çok okuduklarım da Seyit Kutup, Ali Şeriati, Mevdudî, Necip Fazıl ve Sezai Karakoç kitaplarıydı. Sonrasında Ali Bulaç gibi modern Türk İslamcı yazarların kitaplarını da yoğun biçimde okumaya başladım.

 

  • “Bu geleneksel İslam anlayışıyla olmuyor. 5 vakit namaz kıl, orucunu tut, sonra da ‘Bu kafirler…’ de, ‘Batıcılar da ne kadar kötü’ de, bununla bir yere varılmıyor. Bir dirilişe ihtiyaç vardı ve ben bunu aramaya başladım. Çevremdeki Kürt meselesi, demokratikleşme meseleleri gibi sorunlarla da ilgilenmeye başladım.”

 

Bunlar önemli tabii ama daha çok siyasetle kurduğunuz ilişkinin ideolojik arkaplanı. Peki motivasyonunuz neydi? Siyasal eforunuz ile neye ulaşmayı umuyordunuz? Bu konulara hangi amaçla kafa yoruyordunuz?

Bu konuda da lise sonlara doğru netleşmeye başladım. Dediğim gibi ailem Milli Görüş geleneğine yakın bir aileydi. Babamın İslami hassasiyetleri çok yüksekti, görüşlerinden dolayı çok gadre uğramıştı, samimi ve ilkeliydi. Ben ama belli okumalardan sonra ailemin İslami görüşlerinden biraz daha farklılaştım.

 

Sizi onların anlayışında rahatsız eden neydi?

Bu geleneksel İslam anlayışıyla olmuyor. Efendim 5 vakit namaz kıl, orucunu tut, sonra da “Bu kafirler…” de, “Batıcılar da ne kadar kötü” de, bununla bir yere varılmıyor. O zaman da İslam dünyasının hali perişandı, dini ve etnik çatışmalar vardı. Bir dirilişe ihtiyaç vardı ve ben bunu aramaya başladım. Çevremdeki sorunlarla da ilgilenmeye başladım. Kürt meselesi, demokratikleşme sorunları… İslam’ın gelenekçi bir şekilde değil de daha radikal, daha sahih ve daha ilk tebliğine yönelik bir anlayışını keşfetmeye yönelik bir arayıştı bu. Lise yıllarımda İslam’ın ilk mesajının devrimci bir anlayış olduğunu görmeye başlamıştım. Lise 2’de mesela George Orwell’in 1984 kitabını okudum ve dünyanın sürekli değiştiğini düşündüm, faşizme dair düşündüm. Artık gelenekçi bir İslami anlayış beni tatmin etmiyordu. Bu arada farklı akımları, mesela solu da inceliyordum. İslam’ın geleneksel anlayışına yönelik artık keskin eleştirilerim vardı ve ailemle de ayrışmıştım. Ailem biraz daha milliyetçi ve muhafazakar bir dindarlık içindeydi. Babam, 40’lı, 50’li yılların milliyetçi ve muhafazakar İslamcı anlayışından kendini kurtaramıyordu.

 

“40’lı, 50’li yılların İslamcı anlayışı” diye tabir ettiğiniz o anlayışın memleketin sorunları bağlamında sizce temel handikabı neydi?

Babamın kütüphanesindeki kitapları okurken babamgilin İslamcılığının hep bir reddiye üzerine kurulu olduğunu gördüm. “Kahrolsun Batıcılık!” deniliyordu; “zaten bu Batıcılar ve Batı bizi çökertti. İngilizler ve Siyonistler oturup durmadan gizli gizli planlar yapıyorlar, İslam dünyasının ayağını kaydırıp tuzaklara düşürüyorlar” deniliyordu. “Bu dini şanlı Osmanlı tarihinden öğrenmeliyiz. O padişahlar ki hepsi evliya gibi adamlardı, muhteşem işler yapmışlardı, büyük bir insanlık dersi vermişlerdi” gibi sözler… Çoğu İslamcı, böyle hikayeleştirilmiş, mucizeleştirilmiş anlatıların peşine düşmüştü. İslam dünyasındaki durumu Batı’ya bağlıyor, Batı’nın kahrolmasıyla kendilerinin dirileceğini sanıyorlardı. Ben bunları sorgulamaya başladım. Ben hayatımı ona buna kahrolsun diyerek geçirmedim açıkçası. Bu yaşa kadar da bulunduğum her gruba özeleştiri yaptım. İlk özeleştirisini yaptığım anlayış da babamın, ailemin anlayışıydı. Diğer altı kardeşim babamın düşüncesini taşır, orada giderken ben “Durun” diyordum, “Onu bunu suçlayarak, günah keçisi ilan ederek bir yere varamazsınız” diyordum.

 

Peki bu eleştirdiğiniz İslamcılığın güncel politik tutumu nasıldı?

Bir kere bu İslamcılık akımı, sağcı bir akımdı. Mesela Kürt meselesinde hep ya “Bu mesele yoktur” diyorlardı ya da “Vardır ama Mustafa Kemal Türkçülük yapmıştır, bundan dolayı da Kürtçülük ortaya çıkmıştır, biz bu işi kardeşlikle, Ümmet-i Muhammed’le çözeriz” diyorlardı. Ben de uzun bir müddet böyle düşündüm. Sonradan gördüm ki Kürt meselesi dini bir mesele değil ki dinle çözelim. Bu, etnik bir mesele. Etnik olarak farklı bir yere evirmek için Kürtlere müdahale edilmiş ve o yüzden Kürt meselesi çıkmış.

 

Sizin ailenizin Kürtlükle doğrudan bir ilişkisi var mı bu arada?

Annem babamlar Kürt değildi, ailede Türkçe konuşulurdu. Urfa, biliyorsunuz, melez bir yerdir; Kürtler, Türkler ve Araplar birbirine karışıktır. Benim kökümde de mutlaka Kürtlük de, Araplık da vardır ama ağırlıklı olarak Türk kültürüyle büyüdüm. Ne nenem, ne dedem, ne de onların anne babaları Türkçeden başka dil bilirdi. Urfa’nın merkezinde bir yerli Türkmen nüfusu vardır, biz de onlardanız.

Ama ailemle ilgili bir mesele daha var: Babam her zaman Ümmet-i Muhammed’e inanan ve kesinlikle ırkçılık yapmayan bir insandı. Biz de bu perspektiften bakardık. Bizim evimizde bir gün bile Kürt’e karşı bir tepki olmamıştır ama hep, “Bu mesele kardeşlikle, Ümmet-i Muhammed’le çözülecek” denilmiştir.

 

Ama Kürt meselesi galiba sizin kişisel hayatınızda yaşadığınız siyasi gerilimlerin hep odak noktalarından biri oldu…

Evet. Babam daha geleneksel, milliyetçi-muhafazakar kökleri olduğu için bizi bu konuda çok fazla aydınlatmadı. Ben aslında orada da kalabilirdim. Mesela büyük abilerim halen babamın ekolündedir. Kendilerini değiştirmediler, geliştirmediler, 60 yıl boyunca hep aynı dünyada yaşadılar ama ben sürekli değiştim, geliştim, yeni kitaplar okudum ve kendimi sorguladım. Kürt meselesinde geldiğim yeri kendi kendime buldum.

 

Hayatınızın hangi dönemine denk geliyor bu?

Lise son zamanlarına denk geliyor. O yıllarda babamın kitapları içinde Ahmet Naim’in bir kitabını bulmuştum. “İslam’da Irkçılık Yoktur” başlıklı bir kitaptı. Küçük bir risale. Ahmet Naim, Buharî mütercimidir ve Mehmet Akif döneminin İslamcılarındandır. Bu risale ilgimi çekti. Bende de zaten ırkçılığa karşı bir tepki oluşmuştu. “Hakikaten bu dinde en olmaması gereken şey, bir kavmin diğer bir kavmi ezmesidir” diye düşünüyordum. Bu kitap, beni bilinçlendiren kitap oldu, birçok kişiye de tavsiye ettim.

 

Üniversitede de devam etti mi aynı arayışlar?

Evet, aynı sene Tıp Fakültesi’ne gittim, orada da bu meseleleri konuşmaya başladık ama yine de çok bir netlik oluşmuyordu. O dönemde takip ettiğim İslami dergiler, geleneksel İslamcı dergilere göre bu konuda daha iyi bir yerde duruyorlardı ama yine de onlar da bu meselenin derin sızısını çok da hissetmiyorlardı. Biraz daha slogancı bir haldeydiler. “Dini bir yönetim gelecek, bütün bu sorunlar bitecek” diyorlardı. Sonradan gördüm ki, bu akımlar ırkçılık konusunda net bir yerde durmadıkları için İslamcıların çoğu içlerinde korkunç bir ırkçılık saklamış. Bugün bakıyorsunuz, o günün radikal İslamcı gençleri Türk ırkçısına dönüşmüş.

 

Üniversitede Kürt gençleriyle aranız nasıldı?

1984’te silahlı çatışmalar başladığında ben üniversitedeydim. Kürt arkadaşlarla aram iyiydi, oturur konuşurduk, sıkıntılarını anlamaya çalışırdım. Aramızda bir sempati vardı. Kürtlere karşı içimde hep mazlum ve gadre uğramış bir kesimden oldukları için sempati vardı. Belki ama fikren ve İslami açıdan aramızda farklar da vardı, mesela onları mescitte pek göremezdik ama Kürt meselesinde yaşadıklarını gördüğüm için hep sempati duyardım.

1990’da okulu bitirdim, askere gittim, daha sonra ilk mecburi hizmetime Iğdır’da başladım. Oraya gittiğimde kafam Kürt meselesinde az çok netleşmişti ve düzenin anlayışına, İslami camiaların anlayışlarına itiraz ediyordum.

 

Nasıl bir yerde yaptınız mecburi hizmeti?

Çok ücra, mahrumiyet bölgesi denilebilecek bir yerdi. Kuyudan su çekiyorsun, elektrik yok, araba yok. Oradaki sağlık ocağında o güne kadar kimse durmamış. Ben biraz idealistlik de yaptım, orada durdum. Orada durmam, hayatımda çok önemli bir yer iştigal etti. Köy, bir Kürt köyüydü, az miktarda da Azeri vardı. Konuya olan merakımdan da dolayı PKK’den dolayı uzun yıllar hapis yatmış insanlarla da oturdum, konuştum. Hatta Diyarbakır Zindanında da yatmış bir arkadaşla uzun uzun Kürt meselesini konuşurduk. Onlar beni, “Bir Türk doktor, dindar bir doktor ama insani yönleri güçlü biri” diye tanıyorlardı; ben de onları “Kürt Özgürlük Hareketine sempatisi olan arkadaşlar” diye tanıyordum. İnsani ilişkilerimiz çok iyiydi, ben de onları sevdim. Ben onlara iftara gidiyordum, onlar sağlık ocağına çay içmeye gelirdi. 30 yıl geçti, halen görüşürüz. Ben orada tabii Kürtlerin çok mert, harbi, samimi, candan yönlerini gördüm. Kürt halkının misafirperver, cömert, merhametli, vicdanlı yönlerini de görüp sevdim.

 

Sizi insan hakları savunuculuğu ve Mazlum-Der ile buluşturan da bu deneyim mi oldu?

Tabii bunun ardından Kürt meselesine daha da samimi yaklaştım. 90’ların başında Mazlum-Der kurulmuştu ve Kürt meselesini dindarlar da artık konuşmaya başlamıştı. Mazlum-Der’i yakından takip etmeye başladım. Bu arada da Bursa Göğüs Hastanesi’ne tayinim çıktı ve iki yıl kadar Bursa Emniyet Müdürlüğü’nün kurum doktorluğunu yaptım. Orada da ilginç anılarım oldu.

Zaman zaman sorgu sırasında intihara yeltenen Kürt gençleri gelirdi. Bir keresinde biri geldi, ayran şişesini kırmış, boğazını kesmeye çalışmış. Gencecik bir çocuk, biraz kesmiş boğazını ama kendini öldürememiş.

Sol gençler de gelirdi. Bir keresinde solcu gençleri getirdiler, üniversite eylemi yapmışlar, “parasız eğitim” gibi klasik şeyler… Polis bunları toplamış, otobüsten indirmek istiyor, onlar inmek istemiyor. Polis, çok kötü döverek indirdi onları. Ben pencereden olan biteni seyrediyordum ve hayatımda ilk defa o gün midem kalktı. Hani derler ya, kötü bir şey olunca insanın midesi kalkar, bunun nasıl olduğunu o güne kadar hep merak ederdim. Hayatımda bunu ilk kez o gün yaşadım. Bu deneyimlerle bir şeyleri daha net görüyorsun. Herkes acılar yaşıyordu. Benim kendi hayatımda yaşadıklarım, babamın yaşadıkları vardı ama bir de Kürtlerin, solcuların, Alevilerin yaşadıkları vardı. Buraları da daha fazla tanımaya başladım.

 

Çevrenizdeki insanların bu konulara yaklaşımı nasıldı?

Ben beş vakit namaza giden bir insanım ve namazdan sonra da birlikte oturduğum Çorumluya, Tokatlıya Kürt meselesi anlatıyordum. Bir Çorumluya “Kürt meselesi böyledir” diyorsunuz ve nasıl bir anlamazlık içinde olduğunu görüp kahroluyorsunuz. Biraz evvel aynı Allah’a secde etmişsiniz, okuduğunuz kitap “Adaletten daha önemli değer yoktur” diyor, eşitlik ve kardeşlik diyor ama siz namazdan çıktıktan sonra oturup konuşuyor ve Kürt meselesinde anlaşamıyorsunuz. Ben “Bak, okuduğun ayetler bunu söylüyor” diyordum ama karşındaki ırkçı bir Türkçülük yapıyor. İnsan üzülüyor, morali bozuluyor, bir şeyler yapmak da oldukça zor. Dindar Türklerin böyle bir derdi pek yok. Din nasıl öğrenilmiş dindarlar arasında? Türkçülük ve dindarlığın çorbası yapılarak öğrenilmiş. Din budur zannediyorlar. Vatan, millet, bayrak dedin mi, bunlar sanki dini kavramlar sanıyorlar. Bayrak nedir ki yahu? Etnik bir meselesin yansımasıdır, senin etnik açıdan ne olduğuna dair bir işarettir, şudur, budur.

 

Mazlum-Der’deki çalışmalarınızda da benzer tepkiler alıyor muydunuz?

Ben 2000’de İzmit’e geldim ve Mazlum-Der’in Kocaeli Şube Başkanı oldum. İki önemli konumuz vardı: Başörtüsü ve Kürt meselesi. Genel başkan olduğumda da konularımız bunlardı. Bu konularda yaptığımız açıklamlardan dolayı muhafazakar camiadan bir ton fırça yiyorduk. Muhafazakar camia şöyle diyordu: “İçimizde bir sürü dernek var, Mazlum-Der de bizim Kürtçü derneğimiz.” Çözüm süreci öncesinde de ben İslami camiadan dışlanıyordum, bize habire Kürtçü diyorlardı. Ben onlara, “Yahu ben Kürt bile değilim. Benim inandığım din bunu emrediyor” diyordum, “Kürtlerin hakları var, din de bu hakların verilmesini emreder” diyordum ama maalesef ki bazen muhafazakar Kürtleri bile ikna edemezdim. Hayatım boyunca çok defa bir Türk olarak muhafazakar Kürtlere Kürt sorununu anlatmaya çalıştım. Çarpıcı bir durumdur tahminimce.

 

Birkaç gün önce Ertuğrul Kürkçü ile de konuştum ve size dair “Tamamen apayrı geleneklerden geliyoruz ve eninde sonunda demokratik özgürlükler için mücadele cephesinde birleşiyoruz ve bu o karaktere duyduğun hayranlığı ifade etmenin önünde engel değil” dedi. HDP içinde mesela komünist hareketten gelen isimlerle sizin gibi İslamcı hareketten gelen kişiler bir araya geliyor, birbirinden de gurur ile bahsediyor. Bu nasıl bir duygu?

Şöyle anlatayım: Ben insan hakları çalışmalarına başladıktan sonra büyük değişimler yaşadım. Mazlum-Der’in bana çok iyiliği oldu. İnsan hakları ortak paydası ile her kesimle bir araya gelebiliyorsunuz. Biz mesela başörtüsü eylemleri yapardık, İHD’deki ağırlıklı olarak solcu ve Alevi arkadaşlar gelir destek verirdi. İHD ile ortak bir sürü iş yaptık, bu da bizim için bir iyilik oldu. O güne kadar sol İslami kesime, İslami kesim de sola yan bakardı ama birbirlerinin ne dediğini bile bilmezlerdi. İnsan hakları ortak paydasında bir araya gelince birbirimizi sevmeye başladık.

Sol camia ile mesela oturup Kürt meselesini konuşmaya başladık ve baktık ki aslında aynı şeyleri düşünüyoruz. Yahu o zaman neden uzak duralım? Aramızda köprüler oluştu ve bayağı güzel ilişkiler gelişti. Bu bizi geliştirdi tabii. Diğer İslami camialar bu konuda sınıfta kalıyor, “Benim oğlum bina okur, döner döner bir daha okur” misali. Temcit pilavı gibi habire aynı şeyleri tekrar edip duruyorlardı. Mesela biz başörtüsü eylemleri yapıyorduk, gelip katılıyorlardı, Kürt meselesine ilişkin iki kelam ediyordum, “Yahu Ömer sen de burayı Kürt meselesine çevirmişsin” diyorlardı.

Ben İslam’ın özgürlükçü özünü anlamaya çalışan bir anlayıştan geliyorum. Demokrasi nedir, insan hakları nedir, bunlar İslam dünyasına ne derece yakındır, bu sorgulamaları yaptık. Böyle olunca insan hakları ortak paydasında mesela Ertuğrul Kürkçü ile, Öztürk Türkdoğan ile, Şebnem Korur Fincancı ile buluştuk. Onlar sol geleneklerden geliyor, ben İslami gelenekten geliyorum ama şu anda birbirini çok seven, çok iyi anlayan insanlar haline geldik.

 

Birkaç gün önce, “Artık herkes net olsun, yarım ağızlı açıklama yapmasın” gibi bir açıklama yaptınız. Bu açıklama nasıl bir eleştirinin ve ruh halinin sonucu?

Şu anda Türkiye’de siyaset birilerini eleştiren ama çözüm üretemeyen bir halde. Çok ciddi sorunlar var ama siyasi partiler net, radikal tavırlarla siyaset üretemiyor. “Erdoğan niye yıkılmıyor” diye soruyoruz ama muhalefetin niye siyaset üretemediğini sormuyoruz. Muhalefet etkin ve dinamik adımlar atsaydı bu durumda olmazdık. Ben de bunu eleştiriyorum. Düşünün, bir milletvekili resmen bir ortaoyunu ile vekilliği düşürülüp cezaevine atılıyor, işin özeti bu. Siyaset, “Kınıyoruz, iyi bir şey olmadı” falan diyor. Böyle mi olmalı? Mesele ben değilim, HDP de değil, mesele demokrasi meselesi ama tepkiler “Dostlar alışverişte görsün” türünden…

 

Nasıl tepki verilebilir peki?

Ne bileyim, mesela biz Adalet Nöbeti yapıyoruz, nerede genel başkanlar, buyursunlar gelsinler. Öyle bir telefon etmekle, kınamakla olmuyor; yumruklarını masaya vurmaları gerekiyor.

 

Muhalefet partilerinin genel başkanlarından telefon aldınız mı?

Aldım, evet. Sayın Davutoğlu, Sayın Babacan, Sayın Kılıçdaroğlu aradılar ve üzüntülerini bildirdiler. Yine Temel Karamollaoğlu bir açıklama yapıp “Vicdanımız kabul etmiyor, çok yanlış bir şeydir” demiş. Bunlar var ama yeterli değil. Bu resmen bir yargı cinayetidir ve ufak tefek kınamalarla geçiştiremezsiniz. Ben idama götürülmüyorum belki ama cezaevine atılıyorum. Yarın öbür gün bu meselenin kendilerine gelmeyeceğine eminler mi? Başka gün de Kılıçdaroğlu terörist ilan edilip götürülür. Enis Berberoğlu için Ankara’dan İstanbul’a yürümüş bir Kılıçdaroğlu var. Düşünün yani, çok radikal bir eylem. O zaman ben CHP’li olmadığım halde bir CHP’li kadar destek verdim, hatta bana “Yahu CHP’li mi oldun” diyenler olmuştu. Memlekette adaletsizlik varsa ve adalet için yürüyüş varsa, benim canım kurban o yürüyüşe. Şimdi de çok daha etkin çalışmalar yapmazlarsa siyaset üretemezler. Ben bu konuda şu anda toplumun partilerden daha önde olduğunu düşünüyorum. Her partiden insanlar beni telefonla arayıp, “Sana yapılan yanlıştır” diyor. Biz böyle bir şey oluşturduk ama yahu sen CHP neredesin? Kamu vicdanı söz konusuyken sen neredesin? Küçük bir kınama ile mi geçiştireceksin? O yüzden daha net tepkiler verilmesi gerektiğini söylüyorum.

 

  • “Önemli olan, yüzümüzün kızarmaması. Yüzümüz kızarsaydı, topluma mahcup olsaydık, utanacağımız bir iş yapsaydık, o zaman problem olurdu ama şu anda alnım açık, başım dik, yüzüm ak, hapisten neden korkayım? Zaten böyle bir toplumda bizim içeri girmememiz mümkün değil.”

 

İddianamede neler var? Tweet dışında bir şey var mı?

Beş tane fezlekem var. Birkaç tane daha gelir sanırım. Bu davamda, iddianamede attığım bir tweet’ten başka suçlama yok. Cezayı sadece tek bir tweetten yemişim, (gülerek) başka da bir teröristliğim yoktur.

 

Peki, önümüzdeki günlerde itiraz sonuç vermezse cezaevine girme ihtimaliniz var. Çok doğrudan sormak istiyorum: Korkmuyor musunuz?

Ben ilk defa cezaevine gireceğim, böyle bir deneyimim yok. Eşim, çocuklar hazırlar ama mesela yaşlı annem var, 83 yaşında, ona söyleyemiyoruz, o beni biraz endişelendiriyor. Onun dışında ben hazırım, moralim de yerinde.

Ben doğru bir işten başkasını yapamazdım, doğru işler yaptığım için doktorluktan atıldım, millet tarafından getirildiğim vekillikten atıldım, ceza yedim, itibarsızlaştırılmaya çalışıldım, yaka paça pijama ile meclisten atıldım ama önemli değil. Ben doğruyu söylediğim için cezaevine atılıyorum ve bu hakaretlere maruz kalıyorum. İçim rahat. Bu ruh hali var bende.

Kimi ‘yurtdışına çık’ falan dedi, ben düşünmedim onu. Anayasa Mahkemesinde de adaletsizlik olabilir, yapacak bir şey yok, şu anda kabullenmiş durumdayım. Şu anda yaptığım, cezaevine girsem bile son ana kadar bana yapılan ve herkese yapılan adaletsizliği söylemek, direnişi sürdürebilmek ve bunu da en etkili şekilde yapabilmek. Yoksa sonuçta birkaç gün sonra beni alıp götürecekler, görüntü bu.

Önemli olan, yüzümüzün kızarmaması. Yüzümüz kızarsaydı, topluma mahcup olsaydık, utanacağımız bir iş yapsaydık, o zaman problem olurdu. Ama şu anda alnım açık, başım dik, yüzüm ak, neden korkayım? Ben sırf onurumdan dolayı, ilkelerimden dolayı cezaevine atılıyorum. Benim gibi de bir sürü insan var cezaevinde, ben ilk giren değilim ki. Zaten böyle bir toplumda bizim içeri girmememiz mümkün değil.

Cezaevlerini gezdim, oralardaki yaşamı mahpuslardan avlularda, koğuşlarda dinledim. Çok yabancı değilim ama tabii her türlü hal var. Bizden intikam almak isteyen görevliler olabilir, şunlar olur bunlar olur ama onlara da artık hazırız. Öğrencilik hayatımda zorluklar yaşadığımda da kendime hep, “Biraz zorluk yaşayayım ki hayata hazır olayım” derdim, kendimi böyle ikna ederdim. Şimdi de öyle düşünüyorum. Ne olacak yani, biraz zorluk yaşayalım.

 

 

‘Bijî biratiya gelan’ın hikayesi

 

“Mecliste attığım ‘Bijî biratiya gelan’ sloganının da kendi hayatımda bir hatırası var. Bizim başörtüsü eylemlerimizle Kürt gençlerinin eylemleri bazen çakışırdı. Biz eylem yapardık, sonra Kürt gençleri eylem yapardı. Bir keresinde de Kürt gençleri yine bir basın açıklaması yapmıştı. Pankartta şu yazıyordu: ‘Bijî biratiya gelan!’ Bu eyleme katılıp destek vermiştik. Sonra bir yerel gazetenin yazarı, bize ateş püskürttü. ‘Vay seni başörtüsü deyip de dindar halkı kandıran komünist Kürtçü! Yakaladık seni!” bilmem ne. Yapmadığı hakaret kalmamıştı. Sonra dönüp sordum, “Yahu bu Kürtçe cümle ne demekti? Biz bu kadar tehlikeli bir cümlenin altında mı dizildik? Neymiş bu insanın bu kadar rahatsız olduğu?” Yaşasın halkların kardeşliğiymiş meğer.

Bakın, biz nasıl bir toplumda yaşıyoruz? Halkların kardeşliği diyorsun, adamın karın ağrıları tutuyor. İşte böyle bir ortamda sol ile İslami kesim birbirine yaklaşıyor. Bakıyorsun ki faşizan İslami zihniyetler, ülkücü zihniyetler senden uzak. Ben bu noktada sola yaklaşıyordum, sol da bize yaklaşıyordu. O dönemde bizim Mazlum-Der’de sol ile oldukça sempati dolu bir ilişkimiz oluşmaya başladı.”

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.