Emine Ana: Kayıpların vicdanı
Toplum/Yaşam Haberleri —

Emine Ocak
- Emine Ocak, 1995’te kaybedilen oğlu Hasan’ın ardından adaletin peşine düştü. Her Cumartesi, Galatasaray Meydanı’nda elinde oğlunun fotoğrafıyla oturdu; susarak en yüksek çığlığı attı. O, bir annenin yasını direnişe dönüştürdü. Artık bu topraklarda “Hasan’ı kim aldı?” sorusu, hepimizin sorusu.
ERDOĞAN ALAYUMAT / İSTANBUL
Emine Ana, Hasan Ocak ve tüm gözaltında kaybedilenlerin anısına saygıyla…
Emine Ocak, hayatının en uzun sabahına 21 Mart 1995 günü uyandı. Bahardı ama İstanbul’da rüzgâr sert esiyordu… Gazi Mahallesi’nde çıkan olayların ardından sokaklarda polis yoğunluğu artmıştı. O sabah, oğlu Hasan’dan haber alamadığında içine bir burukluk düştü. “Belki işe gitmiştir” dedi önce kendi kendine ama annelik sezgisi öyle kolayca bastırılamadı.
Telefon çaldı, açılmadı. Kapı çaldı, olmadı. Gün geceye dönerken Emine Ana’nın içi daha da sıkıştı. Hasan’dan bir iz yoktu. Ertesi gün sabahın ilk ışıklarıyla birlikte ailece karakolların yolunu tuttular. Gazi Karakolu, Şehremini, Emniyet Müdürlüğü, Terörle Mücadele Şube… Her yerde aynı cevap: “Bizde yok.” Ama tanıklar vardı. Mahallede yaşayanlar, Hasan’ın gözaltına alındığını, sivil polislerin onu bir araca bindirip götürdüğünü söylemişti.
‘Ben Hasan’ı değil, devleti aradım’
İlk günlerde karakollarla, savcılıklarla, morglarla başlayan arayış, gün geçtikçe umutsuz bir çırpınış ve öfkeye dönüştü. Hasan yoktu. Ne bir iz ne bir kayıt… Sanki yer yarılmıştı da içine düşmüştü. Emine Ana; evladını değil, devleti arıyordu. “Hasan nereye kayboldu?” diye değil, “Onu kim aldı?” diye soruyordu.
58 gün boyunca morg kapısında
58 gün sürdü bu bekleyiş. 58 gün boyunca her sabah hastane morglarına gidildi. Her gün aynı soğuk, aynı koku, aynı umutsuzluk… Her yeni gün, bir öncekinden daha öldürücüydü. Ne gecesi uyutuyordu ne gündüzü unutturuyordu. Bir annenin kalbi, belirsizliğe uzun süre dayanmaz. Ya kavuşmak ister ya vedalaşmak… Emine Ocak’a ise ne biri ne diğeri nasip oldu.
Cenazesi bir ormanda bulundu!
15 Mayıs 1995 sabahı, İstanbul Beykoz ormanlarında, üzerinde yoğun işkence izleri bulunan bir erkek bedeni bulundu. Üzerinde kimlik yoktu. Defnedilmek üzere Altınşehir Kimsesizler Mezarlığı’na gönderilmişti. Aile, tesadüfen bu bilgiye ulaştı. Mezarı açtılar. O, Hasan’dı.
Emine Ana, oğlunun yüzünü gördü. Tanıdı. Elleriyle saçlarını okşadı. Orada sadece Hasan’ın cansız bedeni yoktu. Oraya bir annenin içindeki tüm umutlar, inançlar ve devlet algısı gömülmüştü. “Oğlumu toprağa koyarken katillerin elleri hâlâ sıcaktı” dedi. İşte o gün Emine Ocak için yeni bir kimlik doğdu: Kayıp annesi. Direniş annesi.
Emine Ana hiç susmadı
Hasan’ın bedeni toprağa verildikten sonra, Emine Ana için tek yaşam vardı. Cenazeden sonra eve döndüğünde, eline geçen resmi evraklar, doktor raporları, otopsi belgeleri, hepsi birer delildi. Ama asıl delil Hasan’ın bedeniydi; her kemiğinde, her morluğunda işkencenin tanıklığı vardı. Gözaltında kaybedilmişti. Ve artık bu ülkede bir annenin “adalet” kelimesiyle sınavı başlamıştı. Bu sınavda ne devlet ona yanıt verdi ne adalet kapılarını araladı. Savcılıklar “fail meçhul” dedi. Polis, “bilgimiz yok” dedi. Siyaset ise sessiz kaldı. Ama Emine Ana, susmadı.
Galatasaray Meydanı’nda buluştular
1995’in Mayıs ayının son günlerinde, İstanbul’un kalbinde bir meydan seçildi. Galatasaray. Ne parlamento önü ne bakanlık binası… Bir okulun, bir pasajın, eski kitapçıların arasında, dar ama derin bir hafıza taşımaya uygun bir meydan. İlk günlerde birkaç kişiydiler: Hasan’ın annesi, ağabeyi, ablası, yengesi… Sonra onların yanına Berfo Ana, Hanife Ana, Elmas Ana, Hanım Ana, Asiye Ana gibi başka kayıp anneleri eklendi. Her biri bir acının taşıyıcısıydı.
‘Artık her Cumartesi buradayız’
27 Mayıs 1995 günü, siyah giysiler içinde, yanlarında evlatlarının fotoğraflarıyla yere oturdular. Konuşmadılar. Çığlık atmadılar. Slogan atmadılar. Onlar, tam da o sessizliği büyütmek için oradaydılar. Susarak konuşmak, acıyı sessizce taşımak, adaletsizliği herkesin gözü önünde teşhir etmekti niyetleri. Emine Ocak, dizlerinin üzerinde tuttuğu Hasan’ın fotoğrafına baktı o ilk Cumartesi. “Artık her Cumartesi buradayız” dedi. “Oğlumu soracağım, Hasan’ı kim aldı diyeceğim. Her hafta, her ay, her yıl... Cevap alana kadar.”
‘Bu taşlar üzerinde büyüttüm acımı’
Eylem büyüdü. Her Cumartesi saat 12.00’de Galatasaray Meydanı’nda oturan annelere başka aileler, insan hakları savunucuları, gazeteciler, avukatlar katıldı. Zamanla kamuoyunun dikkatini çektiler. Medya bu sessiz çığlığı haber yapmaya başladı. Her hafta yeni bir kayıp dosyası açılıyor, her hafta bir annenin hikâyesi anlatılıyordu. Ama Emine Ocak hep oradaydı.
Bazı haftalar yağmur altında oturdular. Bazı haftalar polis ablukasında. Ama her hafta direndiler. Emine Ana için Galatasaray yalnızca bir mekân değil, adaletin kalbini attığı yerdi. “Bu taşların üzerinde büyüttüm acımı” diyordu bir konuşmasında. “Devletin bana veremediği mezarı burada kazdım. Oğlumun adı burada yaşıyor.”
‘Devletin geri çekilmesini bekliyoruz’
Ama devlet bu sessizliği korkutucu buldu. 1997’den itibaren baskılar arttı. Polis barikatları, gözaltılar, meydanın ablukaya alınması… 13 Mart 1999’da 170. haftada Emine Ocak ve diğer anneler sert şekilde gözaltına alındı. Basına yansıyan o fotoğrafta, Emine Ocak polis tarafından yerlerde sürükleniyordu. Yüzünde öfke yoktu; sadece kararlılık. Elleriyle Hasan’ın fotoğrafını tutuyordu, sanki onu da yere düşürmemek için kendini feda ediyordu. Bu müdahaleden sonra eylemlere ara verildi. Ama bu bir yenilgi değildi. Emine Ocak için bu, bir ara adımdı. “Biz geri çekilmedik, devlet geri çekilsin diye bekliyoruz” diyordu.
‘Katillerini yargılatmaya geldim’
2009 yılında, dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Diyarbakır’da yaptığı bir konuşmada Cumartesi Annelerinden bahsetti. Bu, eylemlerin yeniden başlamasının önünü açtı. 500. haftada, Emine Ocak bir kez daha Galatasaray’daydı. Elinde yine aynı fotoğraf. Gözlerinde aynı soru: “Hasan’ım nerede?”
“Ben buraya oğlumun ölüsünü istemeye değil, katillerini yargılatmaya geldim” dedi o gün.
‘Katileri biliyor, yargılamıyorsunuz’
Emine Ana, Hasan’ın cenazesinden sonra kendini sadece Galatasaray Meydanı’nda değil, mahkeme koridorlarında da buldu. Elinde dosyalar, cebinde umut kırıntıları, dilinde bir tek kelime: “Adalet.” Gözaltında kaybetme suçu, ceza yasalarında yer almıyor; devletin resmi dili, bu suçu inkârla örtüyordu. Emine Ana, yıllarca bu inkârın kapılarını yumrukladı.
Hasan Ocak’ın cesedi bulunduğunda üzerinde işkence izleri, tanıklar, hastane raporları mevcuttu. Aile, suç duyurusunda bulundu. Ancak savcılık “fail tespit edilemedi” diyerek dosyayı kapattı. Emine Ana ise her kapıdan döndüğünde daha çok bağlandı mücadelesine. “Oğlumun katillerini biliyorsunuz, ama yargılamıyorsunuz. Bu ülkede adaletin kimler için geçerli olduğunu çok erken öğrendim” demişti bir basın açıklamasında.
AİHM kararı, bir utanç belgesi
Yıllar süren yerel mücadele sonuçsuz kalınca, aile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvurdu. 2004 yılında AİHM, Türkiye’yi mahkûm etti. Kararda, etkin soruşturma yapılmadığı, yaşam hakkının ihlal edildiği, devletin sorumluluğunu yerine getirmediği açıkça yazılıydı. Bu karar Türkiye tarihinde ilklerden biriydi. Emine Ocak için bu karar, sadece uluslararası bir belge değil, oğlunun varlığını, yokluğunu ve kaybedilişini dünyaya anlatan resmi bir tanıma anlamına geliyordu. “Oğlum kaybolmadı, kaybedildi. Bu kararla artık bu gerçeği inkâr edemezler” diyordu.
Polis şiddeti, gözaltı ve davalar
Cumartesi eylemleri 1999'da yasaklandığında, Emine Ana ve diğer anneler defalarca gözaltına alındı. Polis kalkanlarıyla itilip kakıldılar, yerlerde sürüklendiler. 2000’li yıllarda Emine Ocak hakkında çeşitli “izinsiz gösteri düzenlemek” ve “görevli memura mukavemet” suçlamalarıyla davalar açıldı. O ise bu suçlamalara gülerek yanıt veriyordu: “Benim suçum, oğlumu istemekse, her hafta bu suçu işleyeceğim.” O, adaletsizliğin iki katmanlı yüzünü yaşadı; evladı kaybedildi, onu ararken yeniden cezalandırıldı.
80’inde yine dimdik ayaktaydı
2018’de, Cumartesi Anneleri'nin 700. hafta eylemine polis salıdırdı. Emine Ana yine hedefteydi. Yılların yorgunluğu, bastonuna dayanarak yürüyen bir bedenin direncini kırmıyordu. O gün de gözaltına alındı. Görüntülerde, 80’li yaşlardaki bir kadının devletin güvenlik güçleri tarafından itilip kakıldığı, yerlerde sürüklendiği anlar vardı. Bu görüntüler kamuoyunu sarstı. Ancak devlet, bu uygulamaları meşrulaştırmaya çalıştı. Gözaltılar, baskılar ve yasaklamalar artarak devam etti.
Mahkemeler değil meydan kazandı
2023 yılında Anayasa Mahkemesi, 700. hafta eylemine yapılan saldırının ifade özgürlüğü ve toplanma hakkının ihlali olduğuna karar verdi. Bu karar Emine Ocak için geç gelmiş ama anlamlı bir onaydı. O, bu mücadeleyi mahkemelerin değil, meydanların kazandığını biliyordu. “Adalet saraylarda değil, bu meydanda arandı” dediğinde, aslında sadece bir mecaz kurmuyordu; yaşadığı hayatın özetini sunuyordu.
‘Bedenim yavaşladı ama içimdeki ses hiç susmadı’
Yıllar geçti. Galatasaray Meydanı’nın taşları kadar tanıdık oldu Emine Ocak’ın yüzü. Yaşlandıkça kırışan elleri, yalnızca zamanın değil, bir halkın adalet talebinin izlerini taşıyordu. Emine Ana, 80’li yaşlarına geldiğinde hâlâ meydandaydı. Bastonuna dayanarak yürüyordu ama elinde yine Hasan’ın fotoğrafı vardı. “Bedenim yavaşladı ama içimdeki ses susmadı” diyordu. Gözleri artık eskisi gibi uzağı net göremiyordu ama hafızası pırıl pırıldı. Her haftayı, her müdahaleyi, her gözaltını sayıyordu. Her yıl biraz daha az konuşuyor, ama söyledikleri daha çok yankılanıyordu.
Bu bedene değil, bu yüreğe bakın
Cumartesi Meydanı’nda yeni yüzler belirmeye başladı. Gençler… Hasan’ı hiç tanımamış, 1990’ları yaşamamış, ama Emine Ocak’ın sözleriyle büyüyen bir kuşak. Kimi zaman genç bir kadın, onun elini tutuyordu meydanda. Kimi zaman bir insan hakları savunucusu, onun evine gidip destek oluyordu. Kimi zaman bir sanatçı, onun mücadelesine bir şarkı adıyordu. Emine Ocak, kolektif bir hafızanın taşıyıcısına dönüşmüştü.
Ruhu oradaydı, bedeni yetişemiyordu
2020’li yılların başından itibaren sağlık sorunları baş gösterdi. Kalp yetmezliği, yüksek tansiyon, böbrek sorunları… Zaman zaman hastaneye kaldırıldı, kimi zaman evde tedavi edildi. Doktorlar onun dinlenmesini, artık bu yükten geri çekilmesini önerdi. Ama o her seferinde “Oğlum için adalet gelmeden dinlenemem” dedi. 2024’te durumu ağırlaştı. “Artık meydanda oturamıyorum” dediğinde, bu bir teslimiyet değil, bedenle ruh arasındaki makasın açıldığının bir göstergesiydi. Çünkü o hâlâ meydanda olmak istiyordu. Ruhu oradaydı, bedeni yetişemiyordu artık.
Galatasaray Meydanı 700. hafta eyleminden sonra uzun yıllar annelere kapatıldı. Beş yıl sonra Emine Ana, Cumartesi Annelerinin 976. hafta eylemine katıldı. Bu katıldığı son Cumartesi eylemi oldu.
‘Hasan’ı değil ülkenin vicdanını aradım’
Evinde ziyaretçiler eksik olmuyordu. İnsan Hakları Derneği üyeleri, gazeteciler, sanatçılar, eski yoldaşları, gençler… Her biri onunla konuşmak, onun elini tutmak, biraz olsun o direnişin parçası olmak istiyordu. O da her birine aynı cümleyi tekrarlıyordu:“Ben Hasan’ı ararken sadece bir oğul değil, bu ülkenin vicdanını da aradım. Eğer onu bulursanız, Hasan’ı da bulmuş olursunuz.”
Unutmadı, unutturmadı
Emine Ana yaşlandıkça yalnızlaşmadı. Aksine, onun hikâyesi daha çok anlatılmaya, daha çok sahiplenilmeye başlandı. Sosyal medyada, dergilerde, belgesellerde, akademik çalışmalarda onun adı, bir direniş modeli olarak anıldı. Onun ısrarı, yalnızca bir adalet arayışı değil, bir hafıza örgüsüydü. Çünkü bu ülkede kayıplar sadece ölülerle değil, unutulanlarla da çoğalıyordu.
Ama Emine Ocak unutmadı. Unutturmadı. Her yeni genç, onun gözlerindeki sabırla tanıştı. Her anne, onun gözyaşındaki öfkeyi gördü. Ve herkes, onun sessizliğinde yankılanan o soruyu duymaya devam etti: “Hasan’ı kim aldı?”
Emine Ocak’ın mirası
Emine Ocak artık aramızda değil. Ama onun bıraktığı iz, bir annenin yasını aşalı çok oldu. Bu iz, Türkiye'nin en karanlık dönemlerinden birine ışık tutan, unutturulmak istenen hafızayı inadına hatırlatan bir yaşamın izi. Her yıl, her Cumartesi, her gözaltı, her suskunluk… O iz, bir annenin ayak sesleriyle açıldı; şimdi binlerce kişinin yürüdüğü bir hafıza yoluna dönüştü.
Emine Ocak, yalnızca Hasan’ın annesi değildi. O, 90’lı yıllarda devletin gözaltında kaybettiği binlerce insanın annesi, kız kardeşi, yoldaşı, sesi oldu. Onun her Cumartesi Galatasaray’a attığı adım, bu ülkede cezasızlığa, suskunluğa, inkâra karşı yazılmış sessiz bir manifesto gibiydi.
O meydan artık bir anıt
Emine Ocak’tan geriye yalnızca fotoğraflar, video kayıtları ya da alıntılar kalmadı. Ondan geriye kalan, Galatasaray Meydanı’nın taşıdığı anlamdır. O meydan artık bir kaldırım değil, bir anıt. Taşları yazısız bir dile dönüştü. Orada oturmak artık bir duruş biçimi. Cumartesi Anneleri her toplandığında onun adı ilk söylenenlerden olacak. “Bu mücadeleyi Emine Ocak’ın hatırasına adıyoruz” diye başlayacak her açıklama. Gençler onun cümlelerini ezberleyecek. Hak savunucuları onun gözleriyle görecek bu ülkenin eksik adaletini. O, “adalet mücadelesi” denince sadece dosya numarası, dava süresi ve karar cümlesi anlaşılmasın diye yaşadı. Emine Ocak, “adalet”in annelerin ellerinde, gözyaşlarında ve inatlarında nasıl vücut bulduğunu öğretti.
Artık hepimizin sorusu: Hasan’ı kim aldı?
Bu soru, hâlâ havada. Bu soru, hâlâ cevapsız. Ama bu cevap bekleyen cümle artık yalnızca onun değil; bu ülkede hakikati isteyen, adaleti arayan herkesin sorusu. O soruya verilecek her yanıt, Emine Ocak’a verilecek bir selam, bir teşekkür, bir veda olacak. Ve belki bir gün, Hasan’ın akıbeti tüm gerçekliğiyle ortaya çıktığında… Belki o zaman, bu ülkenin taşları biraz daha hafifleyecek. Ama o güne kadar her Cumartesi, saat 12.00’de, Galatasaray Meydanı’nda bir anne elinde kaybettiği evladının fotoğrafıyla oturacak ve orada, hâlâ Emine Ocak olacak. Bıraktığı mirasın orta yerinde anısı ve mücadelesiyle bu miras nesilden nesile aktarılacak, ta ki son kayıp bulunana, son fail yargılanana dek…















