Kirpiklerle delinen dağlar
Dosya Haberleri —

Gerilla / foto:Erkan GÜLBAHÇE
- Bir sanatçı, bir tanık olarak PKK'nin silah bırakma törenine şahitlik ederken, kararlılığın ve umudun aynı sahnede buluşmasına da tanıklık ettiğini söyleyen sanatçısı Jülide Kural, “Bir kadının kirpikleriyle dağı deldiğini gördüm” diyerek barışın sadece bir karar değil, aynı zamanda bir cesaret, bir yeniden inşa olduğunu anlattı.
ERDOĞAN ALAYUMAT
PKK, silahlı mücadeleyi sonlandırmaya dönük iradesini kamuoyuna silahlarını imha ederek ilan etti. Silahların imha edildiği törene, bölgeye çeşitli alanlardan davet edilen çok sayıda isim tanıklık etti. Sanatçı, gazeteci, insan hakları savunucusu ve sivil toplum temsilcilerinden oluşan heyetler bu gelişmeyi yerinde izledi. Türkiye’den törene katılan isimlerden biri de tiyatro sanatçısı Jülide Kural’dı. Kural, yıllardır barış, adalet ve demokrasi mücadelesi içinde yer alan, bu meseleleri sahneye de taşıyan bir sanatçı olarak dikkat çekiyor.
Süleymaniye’de yaşananlara tanıklığını, törenin kendisinde yarattığı düşünceleri ve duygularını, barışa dair kişisel yaklaşımını, sanatla olan ilişkisini ve bu sürecin kamuoyuna nasıl aktarılması gerektiği konusundaki fikirlerini Yeni Özgür Politika gazetesiyle paylaştı.
Bir sanatçı olarak Süleymaniye’de PKK'nin silah bırakma törenine tanıklık ettiniz. Tarihin, hafızanın ve duyguların böylesine yoğunlaştığı o anlarda çevrenizde olup bitenleri nasıl gördünüz? Sanatın diliyle anlatacak olsanız, o tören nasıl bir sahneye benzerdi?
Ritüel dediğimiz şey, biraz da mitolojik bir şeydir. Orada garip bir birleşim vardı. Bir tarafta, gerçeğin yakıcı hâliyle ritüelin mitolojik ve gerçeküstü boyutunun buluşması gibiydi. Gerçek, o topraklarda mağaranın içinden çıkan, mücadeleyi taşıyan, oraya getiren ve kararlılığını net şekilde ortaya koyan gerilla grubuydu. Gerçek, yine burada; çocukları dağlarda ölmüş, hâlâ orada olan annelerin, kardeşlerin olağanüstü acısı ve karmaşıklığıydı. Bu iki gerçek, bir bütün halinde değerlendirildiğinde sanki bir tür ritüel gibiydi. Herkes aslında benzer duyguları yaşıyordu ama bunları sözcüklere dökmek kolay olmuyordu.
Benim için en çarpıcı olan şey şu oldu: Bir anneyi görüyordum. Yüzünü görmüyordum ama yandan bakıldığında gözlerini görebiliyordum. Sessizce, dağlara bakarak sürekli kirpikleriyle dağı delmeye çalıştığını gördüm. Bu, benim için metaforik anlamda inanılmazdı. Bunu defalarca yaptığını izledim. Dağlara bakıp, sanki o dağların içini yararak çocuğunu, çocuklarını almak istiyordu. Onunla hiç konuşmadan dağlarda kimi olduğunu bilmeden, sadece bu davranışı izlemek bile çok etkileyiciydi. Bir kadının kirpikleriyle dağları delmesi, belki de barışın en iyi ve en güzel tariflerinden biri olabilir.
Törenin en etkileyici kısmı bence buydu. Onu görmek beni gerçekten sarstı, derinden etkiledi. Çünkü bir gün dağlardaki bütün genç kadınlar, erkekler, yaşlılar, yaşanmışlıklarla birlikte bizimle bir araya gelebildiğinde; birlikte, demokratik bir toplum içinde haklarını ve eşitliği talep edebildiklerinde işte o zaman gerçek barışı kurabileceğiz. O kadının kirpikleriyle yaptığı, dağları delme hali bana bunu düşündürdü.
Bu insanlar dağlarda yaşıyor ve orada mücadele ederek direniyorlardı. Bu kez hep birlikte barış için önemli bir adım attılar. Onlara doğru biz, bize doğru onlar çekiliyordu sanki. Yüzümüze hiç bakmadılar ama varlıklarıyla içimizdeydiler. Aramızda bir mesafe yok gibiydi. Tam bir örgüt kararlılığıyla ne yapmak istediklerini ve nasıl yapmak istediklerini net bir şekilde anlatarak geldikleri gibi kayboldular. Geriye “Birlikte bir şey yapabiliriz. Mücadeleyi başka bir şeye dönüştürebiliriz. Bu bizim elimizde” duygusunu bıraktılar. Bu da çok etkileyiciydi.
Sanatçı olarak bu süreci kamuoyuna ve sanat çevrelerine aktarma konusunda nasıl bir yöntem ve dil kurmayı düşünüyorsunuz?
Benim için onur verici bir andı. Çünkü dünyada da çok ender yaşanabilecek anlardan biriydi. Yıllarca kavramsal düzeyde barışı savunan biri olarak, birdenbire silahlı mücadele veren bir örgütün silahını yakarak barış konusunda ortaklığa karar verdiğini görmek çok etkileyiciydi. “Evet, ben de barıştan yanayım” diyorlardı ve bunu eli silahlı kişiler söylüyordu. Bu, tek başına bile çok etkileyici bir durumdu. Yıllarca mücadele ettiğimiz bir şeyin somutlaşmaya doğru giden ilk kapısı gibi. Orada, o kapıdan içeri girdiler. “Ben de buna hazırım” diyen bir örgütle karşılaştık.
Direnmenin başka biçimleri var. İnsan binlerce şekilde direnebilir. Yaşamını bir kenara koyarak, halkı için mücadele eden ve büyük bedeller ödemiş bu kadar çok insanın bir tür “çıplaklık” diyebileceğimiz şekilde - çünkü bir gerillanın silahını bırakması aslında onun soyunması demek - bu cesareti göstermesi çok büyük bir etki oluşturdu. Üstelik bunu yaparken kararlılıklarını da görmek çok önemliydi. Bir de realite var: Biz orada bir karar gördük. Bu karar “Ben hazırım, barışı inşa edebiliriz. Birlikte yeni direnme biçimleri oluşturabiliriz” dedi.
Ateşle yapıyorlar bunu…
Ateşin burada önemi var. Ateş, Kürt tarihi açısından başka bir anlam taşıyor ama insanlık tarihi açısından da ateşin hem yakıcı hem de aydınlatıcı bir yanı olduğunu unutmamak gerekiyor. Dolayısıyla bu bir son değil; aslında yeni bir başlangıca kapı aralıyor. Silahların olmadığı ama mücadelenin sürdüğü bir başlangıcı işaret ediyor. Bu çok önemli, ama bu nasıl olacak? Real politikalar, bölgede yaşananlar, jeopolitik durumlar... Devletin burada neyi ne kadar yapacağı meselesi ortada duruyor. Ben bir siyasetçi değilim ama şunu söyleyebilirim: Eğer burada yeni bir direnme biçimi, eşit ve özgür bir barış inşası olacaksa, bunu yapacak olanlar bizleriz. Herkes kendi payına düşeni mutlaka yapmalı ve barışın toplumsallaşması için emek vermeliyiz.
Toplumda süreç, sanki devletle örgüt arasında yürüyormuş gibi bir duygu hâkim. Oysa demokrasiden bağımsız bir barış inşasının anlamsızlığını sürekli söylüyoruz. Bir taraftan da muhalefet partilerine yönelmiş birçok anti-demokratik uygulama var. Hepsini birlikte düşünerek doğru bir tutum almalıyız. Bu kolay ve hemen olacak bir şey değil ama bu konuda mücadele edersek bir şeyleri değiştirebiliriz. Umutsuzluğa ya da hemen bir sonuca gitmemeliyiz. Bunun bir süreç olduğunu bilmeliyiz. Devletin neyi ne kadar yapacağına dair birçok soru işareti var ve herkes tedirgin. Ama buna rağmen talep etmekten ve dönüşüm için ısrar etmekten başka bir seçeneğimiz yok.
Sessizlik içinde yükselen bu barış çağrısını sanat yoluyla anlatmak, hissettirmek mümkün mü sizce?
Tanıklık da bir sorumluluk yüklüyor. Şöyle bir gerçeklik var: Benim kendi alanımda üretebileceğim bir yer belli ve bu alanda güçlü bir alan. Halka ulaşmakta ve kitleselleşmeye açık bir alan. Tek dert şu: Bu anlamda biraz yalnız kalıyor olmam. Biraz daha çoğalabilmemiz lazım. Eğer bu memlekette demokratik bir toplum oluşturabileceksek ve bunu da eşit vatandaşlık temelli bir barışla kuracaksak, bunun aslında her bir bireye ne kadar olumlu etki yapacağını anlatabilmemiz gerekiyor.
Sanat alanı bu anlamda biraz daha zor. Aslında sanatın etki gücü her zaman daha fazladır ama buraya sanatçıları çekmek kolay olmuyor. Bir sürü kaygı ve korkular var. Pek çok sanatçı, başına gelebileceklerden ya da iş kaybından dolayı endişeli. Ben Süleymaniye’den döner dönmez sanat dünyasından bazı insanlarla birtakım görüşmeler yaptım; beraber bir şeyler yapabilir miyiz diye. Ama çok uzak durdular ve birçok soru işaretleri olduğunu söylediler. Ama devam edeceğim. En kötü ihtimalle, tek başıma da olsam kendi alanımdan bir şeyler yapacağım. “Barışa sözüm var” diyeceğim. “Sözümüz var” demek istiyorum, çoğalmak istiyorum ama çoğalamasam da tek başıma yine de yapacağım.
Kafamda düşündüğüm çalışmalar var. Onları biraz daha olgunlaştırmaya çalışıyorum. Birileriyle iletişim kurmaya devam edeceğim. Çünkü hepimiz kendi payımıza bu sürece katkıda bulunmalıyız. Devlet bir şey yapmasa da bir basınç oluşturmak gerekiyor. Eğer sadece devletle örgüt arasında ya da DEM Parti ile hükümet arasında olacak komisyonları beklersek çok şey kaybederiz. Toplumun her kesiminden insanlarla bir araya gelmeliyiz.
Biraz da riskli bir alan olarak görülüyor. Kişisel olarak sizin böyle bir tedirginliğiniz yok mu?
Yaşamın sürekli böyle bir tedirginlikle devam etmesi, beni ben olmaktan çıkarır diye düşünüyorum. Sanatçının sözünü başka bir yerden kurması gerektiğine inanıyorum. Sistemin içinde konforunu sürdüren biri olarak yaşamak bence sanat üreticisi olmak anlamına gelmez. Sanatçı, soru sorandır; değiştirendir, sarsandır. Sanatla ilgili bir şey yapıyorsanız bir derdiniz vardır, uyuyamıyorsunuzdur. Çığlıklarınız vardır ve onları duyurmak istersiniz.
“Ben bunu yaparsam başıma ne gelir” demiyorum. Böyle düşündüğümde artık kendi hapishanesini kurmuş biri olurum. Benim için, bazen gerçek bir hapishaneye girmek bile daha özgürleştirici olabilir. Ama insanın kendi içinde kurduğu hapishane, en tehlikeli hapishanedir. Ben onu kurmamaya çalışıyorum. Doğru olduğuna inandığım şeyleri yapıyorum ve bu doğruluk zaten herkes için. Bu kişisel bir şey değil. Birlikte yaşamanın olanaklarını, demokratik bir dünyada barışı inşa etmenin yolunu bulmalıyız. Bu da kişisel değil. O yüzden benim hapishanem yok.
Böyle bir kriz halindeyken sanatçılar olarak barış ve demokrasi umudunu canlı tutmak topluma nasıl bir sorumluluk yüklüyor? Siz bu koşullarda sanatın rolünü ve etkisini nasıl tanımlıyorsunuz?
Bu koşullar iki tür alan yaratıyor. Birincisi, ortada meşru bir olgu var: Silahlı mücadele yürüten bir örgüt “Silahlarımı bırakıyorum, kendimi feshediyorum ve artık demokratik siyaset yoluna girmek istiyorum” diyor. Bu çok önemli bir olanak. Bugüne kadar barışa karşı çıkılırken deniyordu ki “Silahlılarla masaya oturamayız.” Ama artık silah yok. “Bırakıyorum” diyor. Bu durumda bir meşruiyet oluşmuş oluyor.
İnsanlar, “Evet, barış istiyoruz” diyor. Önceden barış dendiğinde hemen silahlar işaret ediliyordu ama şimdi “Silahı bırakıyorum, demokratik bir toplum istiyorum” diyen bir yapı var. Bu çok büyük bir olanak. Ancak toplumun kafasında çok fazla soru işareti var. Bazen bunu anlamakta zorlanıyorum. “Ne istiyorsunuz?” diyorum. “Silah bırakmasınlar mı? Savaş mı devam etsin?” Eskiden barış dediğimizde “Sen teröre destek veriyorsun” deniyordu. Şimdi örgüt “Barış istiyorum” diyor ama yine de anlamakta zorlanan bir toplum var. Toplum, öyle bir hale getirilmiş ki, “Kürt” kelimesini duyduğunda hemen eski yargılar devreye giriyor. Ona öğretilmiş ezberler harekete geçiyor. Bizim o ezberi bozmamız gerekiyor. Bu ezberi bozmakta sanatın çok büyük bir rolü olduğuna inanıyorum.
Örneğin yapması kolay olmayan ama yapılırsa çok büyük etki yaratacak bir TV dizisi çekilebilir. Dizi, yaygınlaşması en mümkün olan alan. Bir sinema filmi ya da tiyatro ile geniş kesimlere ulaşmak çok zor ama bir dizi ile daha farklı kesimlere ulaşmak daha kolay. Bütün bu meseleleri sade bir hikâye içinde, fazla politikleştirmeden anlattığınızda toplumda empati duygusu çok daha hızlı oluşabilir. Buna ne kadar izin verilir bilemiyorum ama söz kurmak açısından çok daha etkili olacağını düşünüyorum.
Örneğin ben, Jülide Kural olarak kafasında beni başka bir yere oturtmuş insanlara ne söylesem de, ne yapsam da o kişi beni belirli bir algı çerçevesinde dinliyor. Siyasetçiler için de geçerli bu durum. Bu algı o kadar verili hale gelmiş ki, bunu kırmamız lazım. Bunu kırmanın yolu da barış dilinde ayak diremek. Başka bir yöntemimiz olmamalı.
Sizce hukuki ve politik engellemeler, barış ve demokratikleşme adına atılan adımların meşruiyetini nasıl etkiliyor?
Bu çok olumsuz bir gelişme. Bizim için ilk adım, siyasetçilerin, yaşlı ve hasta mahpusların derhâl serbest bırakılmasıydı. Kaldı ki bu, en temel insan haklarından biridir. Bunun için özel bir düzenlemeye de ihtiyaç yok; hemen yapılması gerekirdi. Sonrasında ise siyasi mahpusların bırakılması gerekiyordu. Eğer bunlar yapılabilseydi, toplumda da bir rahatlama olur ve meseleye başka bir yerden bakılabilirdi. Bunun olabilmesi için de dilin doğru bir yerden kurulması gerekiyor. Sürekli bu süreci “terör”, “ülkeyi şiddetten arındırıyoruz”, “terörü bitiriyoruz” gibi bir dille tarif ederseniz, o zaman insanların kafasında barış değil, terör kalır. Bu dille de mücadele etmek gerekiyor.
Kürt siyasetçilerinin tahliye başvurularının reddedilmesi gerçekten çok üzücü oldu. En büyük beklentimiz, nefes almayı sağlayacak; en azından sürecin inandırıcılığını biraz daha artırabilecek bir gelişme olmasıydı. Ama yine de şu anda var olan bu olasılıktan vazgeçmemek gerekiyor. Umutsuzluğa kapılmamalıyız. Umutsuzluğa kapıldığımız anda başkaları kazanır. Bizim bu süreci daha demokratik bir zemine çekebilmemiz için direnmemiz, dayanmamız ve bir araya gelmemiz şart.
Son olarak söylemek istediğiniz ve yapmak istediğiniz bir çağrı var mı?
Barışa bir sözüm var. Rosa Luxemburg’un dediği gibi: “Barış ve özgürlüktür insanın geleceği.” Ben de onun sözüyle barış diyorum.














