Okuma biçimi değişmedi, kötü okunuyor!

Toplum/Yaşam Haberleri —

Semih Gümüş

Semih Gümüş

  • Kırk-elli yıl önceki edebiyat ve yayıncılık dünyamız piyasanın bütün bütüne dışındaydı. O zamanlar tek bir değer ölçütümüz vardı; yazınsal değerler. Romanlar, öyküler, şiirler onları oluşturan yazınsal özelliklerine bakarak değerlendiriliyordu. Bence bizim kuşağımız da edebiyatı yüce bir değer olarak gören son kuşaktır. 
  • Ne yazık ki okuma biçimi değişmedi, kötü okunuyor. Niteliksiz metinler kolayca beğenilebiliyor, nitelikli ile niteliksiz ayrımları yapılamıyor. Toplum eğitiminin bu kadar zayıf olduğu yerde okuma biçiminin değişmesi de zordur. Sonunda edebiyatımızın bugününün, ortalama bir düzeyde süregittiğini düşünüyorum.

BİLGE AKSU

Türkiye’de edebiyat yayıncılığı ve eleştirisi denince akla ilk gelen isimlerden biri Semih Gümüş. 70’li yıllardan beri önce çıraklıkla yoğrulduğu bu camiada, yıllar geçtikçe önce ustalaştı, ardından yeni nesil yayıncılar, eleştirmenler ve yazarlar yetiştirmeye başladı. Adam Öykü dergisi çevresinde uzun yıllar, birçok genç yazar ve şairin ilk eserlerinin yayınlanmasında söz sahibi oldu. Ki önceliğini de hep yeni yazarlara verdi. Kendimden hatırlıyorum, 2000’li yılların başlarında, henüz 20’li yaşlarıma gelmemişken dahi, çevremde benim gibi edebiyat heveslisi gençler için bir umut vesilesiydi. Nitekim birçok arkadaşımın ilk eserinin Semih Gümüş sayesinde yayınlandığına ilk elden şahidim.

Sonraki yıllarda Notos Yayınları’nın başında, çıkardığı Notos dergisiyle bu serüvenini sürdüren Gümüş, Türkçeye yabancı dillerden kazandırdığı nitelikli ama popüler olmayan kitapları da hediye etti. Artık onu yayıncı kimliğiyle de yepyeni bir yere oturtmamız ve Türkiye’de edebiyatın geldiği konumdan, onun beklentilerinden ve –ne yazık ki- yaşadığı zorluklardan konuşmamız gerekiyordu. 

Öncelikle bu söyleşiyi kabul etme nezaketinizden ötürü teşekkür ederim. 70’li yıllardan bu yana Türkçe edebiyatta çalışmalarınız var. İlk sorum bu süreç üzerine olacak. Geçen elli yılda gerek edebiyatın işçiliğinde gerek okuma pratiğinde neler değişti sizce? Okurlar ve yazarların maceralarını sizin gözünüzden dinlemek isterim.

Doğrusu yanıtlanması zor bir soru. Çünkü çok şey değişti. Kırk-elli yıl önceki edebiyat ve yayıncılık dünyamız piyasanın bütün bütüne dışındaydı. O zamanlar tek bir değer ölçütümüz vardı: yazınsal değerler. Romanlar, öyküler, şiirler onları oluşturan yazınsal özelliklerine bakarak değerlendiriliyordu. Bence bizim kuşağımız da edebiyatı yüce bir değer olarak gören son kuşaktır. Ayrıca biz, bizden önceki kuşaklardan büyüklerimizle hem iç içeydik, hem de karşılıklı sevgi ve saygı ilişkileri içinde yaşıyorduk. Bugün bunların hiçbiri kalmadı. Çok yazık.

Bugün edebiyat ve yayıncılık dünyamız piyasayla, popüler kültürle iç içe. Yazarlar artık öteki yazarlara kolayca hakaret edebiliyor, kişisel sorunlarını, üstelik sosyal medyanın olanaklarını kullanarak ortaya döküyorlar. Ben bunu yapan yazarları yazar olarak görmüyorum. Öte yandan, basılan ve satılan kitapların sayısında büyük bir artış oldu. Bu elbette olumlu. Ama orada da değişmeyen bir şey var: Ne yazık ki okuma biçimi değişmedi, kötü okunuyor. Niteliksiz metinler kolayca beğenilebiliyor, nitelikli ile niteliksiz ayrımları yapılamıyor. Toplum eğitiminin bu kadar zayıf olduğu yerde okuma biçiminin değişmesi de zordur. Sonunda edebiyatımızın bugününün, ortalama bir düzeyde süregittiğini düşünüyorum. 

Son yıllarda giderek artan siyasal baskıların edebiyat camiasına etkileri nasıl oldu? Nelerden vazgeçmek zorunda kalındı ya da vazgeçmemek için ödenen bedeller neler?

Siyasal baskılar yazarları otosansüre itmiş midir, pek öyle olduğunu sanmıyorum. Yaratıcı yazar, ne yazmak istiyorsa onu yazar. Ben kendimde böyle bir baskı yaşamadım ama yazarların entelektüel olarak tavır alma, söz söyleme özgürlükleri önemli ölçüde ellerinden alındı. Çok sert bir şiddet karşısında yaşıyoruz. Dolayısıyla yazarların kendilerini belli ölçülerde geri çektiğini söyleyebiliriz. 

Özellikle bu yıl, dövizin ani fırlayışı başta olmak üzere birçok sebeple yayıncılık sektörü büyük bir krizle karşı karşıya. Bunu içeriden bir göz olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben kırk bir yıldır yayıncılık yapıyorum, bu kadar kötü bir dönem görmedim. Yayıncılık dünyasının çok ama çok zor koşullar içinde kaldığını söyleyebiliriz. Artık herkes biliyor. İzlenen ekonomi-politika yüzünden, önce görülmemiş bir döviz kriziyle, sonra kaçınılmaz bir yüksek enflasyonla karşı karşıya bırakıldık. Son aylarda her şeyin fiyatı en az yüzde 100 arttı, daha da artacak. Belki gene bilmeyen okurlarımız vardır: Elinize aldığınız bu derginin ya da herhangi bir kitabın bütün girdileri, kâğıdı, kartonu, tutkalı, mürekkebi, selofanı, iğnesi ipliği ithal, yani dövize, asıl olarak da Euro’ya bağlı. Euro ve dolar son iki ay içinde yüzde 70 arttı. Bu arada dünyada kâğıt fiyatları yüzde 100 arttı. Bu ikisi üst üste binince, kitap ve dergi yayıncılığının girdilerindeki artış yüzde 170’e yaklaştı. 

Öte yandan artık Euro karşılığı TL’nizin olmasının yetmediğini de görmeye başladık. Çünkü kâğıt almak için Euro ile ödeme yapmanız isteniyor. Hem de o anda. Önceden bir ya da birkaç ay sonra yapabildiğiniz ödemeleri derginiz ve kitaplarınız basılmadan ödemeniz gerekiyor. Yoksa yok. Bir küçük yayınevi kaç kitabın maliyetini Euro ile peşin karşılayabilir. Öte yandan yayımlamak için bütün maliyeti hemen ödedikten sonra, o kitabın satışından gelecek paranın vadesi ne: altı yedi ay. Enflasyonla eriyerek ve çekleriniz karşılıksız çıkmazsa. Peki bir büyük yayınevi bunu ne kadar karşılayabilir... Yayımlanan kitap sayısında son bir buçuk yılda yüzde 40’a yakın düşüş olduğu görülüyor. Bu büyük düşüş 2022’de de sürebilir.

Sizce bir eleştirmenin asli görevi ne olmalı? Yazara yol çizmek ya da okura yol göstermek bizim görevimiz midir?

Eleştirmenin sizin sözünü ettiğiniz gibi bir görevi yoktur. Çünkü eleştiri yazarı da öteki yazarlar gibi bir yazardır ve kendisi ne istiyorsa onu, nasıl istiyorsa öyle yazar. Eleştirmenin yazdıklarının kendiliğinden bir işlevi olursa olur, yoksa görevci bir anlayışla yazılmaz. Yazarlar yollarını kendileri çizer, okurlar da nitelikli okumanın yollarını sürekli okuyarak bulur.

Okuyucular nezdinde eleştirmenlerin değiştirdiği neler oldu Türkiye’de? 

Eleştirmenler yalnızca okurların görmediklerini gösterebilir, bulamadıkları yazarları ve kitapları ortaya çıkarıp önerir. Bunlara bağlı olarak da, doğru ve nitelikli bir okuma biçimi nasıl yapılır, onu da elbette eleştiri yazarlarının yaptığı nitelikli okumalardan, çözümlemelerden alabiliriz.

Adam Öykü dergisiyle tanımıştım ben sizi. Sonra Notos ile devam ettiniz. Dikkatimi çeken en önemli husus, yeni nesillere yer açma çabanız. Bu konuda Türkiye nerede duruyor? Yeni Nobeller ve ödüller yolda mı sizce?

Evet, ben bütün yayıncılık hayatım boyunca, ilk günden başlayarak edebiyat dergisi yöneticiliği yaptım. Dergiye gönderilen ürünleri kimlerin yazdıklarına hiç bakmadım, benim için yazarlar değil, yazılanlar, yani öyküler, romanlar, denemeler, eleştiri yazıları, yani metinler önemli oldu. Böyle olunca da önceliğim hep yeni yazarlar oldu. Kendi yayımladığımız dergilerde bugüne dek ünlü yazarlardan bir şeyler istediğimizi hatırlamıyorum. Yalnızca Notos’un 50. sayısını kutlama anlamında hazırlamayı düşünmüş, o sayı için sevdiğimiz ve önemli bulduğumuz yazarlardan yazılar istemiştik. Bunun dışında, Notos’ta öncelik her zaman yeni ve genç yazarlarındır. Ben de yeni ve genç yazarların yazdıklarını olabildiğince yakından izleyip okumaya çalışıyorum. Bu da sanki üstümde bir görev olarak kaldı. Nobel’i bilmem. Orhan Pamuk’tan sonra bir yazarımız ya da şairimiz Nobel Edebiyat Ödülü’nü belki alabilir ama bunu nasıl bilebiliriz.

Direkt bir soru olacak. Genç nesillerde sık sık duyduğumuz bir şey var. Kültür-sanat ve edebiyat camiasında ödüllerin ya da adı öne çıkan isimlerin ‘belirli bir kesim’ etrafında dönüp durduğu hep konuşulur. Bu konuda siz ne dersiniz? 

Ben kişisel olarak ödüllerin yazarlar için önemli olmadığını düşünüyor, ödülleri de –istisnalar dışında– yeterince güvenilir bulmuyorum. 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.