Önce sessizliği kırmamız gerekiyor

Kültür/Sanat Haberleri —

Serdar Korucu

Serdar Korucu

  • Helin Şen, Sur’da bir polis tarafından vurulduğunda o kalabalık şehirlerden, İstanbul’dan, Ankara’dan, İzmir’den ses yükseldi mi? Hayır. Her şeyden önce bu sessizliği kırmamız gerekiyor. Bununla birlikte cezasızlığı sorgulamamız…
  • Nasıl ki 6-7 Eylül gecesi saldırganlar daha yeni gömülmüş cansız bir bedeni Şişli Rum Mezarlığı’ndaki mezarından çıkarıp bir ağaca asmışsa tam 62 yıl sonra bir başka güruh bir başka mezara saldırdı. Tuğluk’un annesinin Ankara’ya gömülmesine karşı çıktılar, saldırıya geçtiler.

BİLGE AKSU

Serdar Korucu’yu yıllardır tarih kayıtları tutarken tanıdık. Tarihi yalnızca tarihçilere bırakmak ideal bir dünyada belki arzu edeceğimiz bir yaklaşım olurdu ama Türkiye gibi her dönemin kazananının yeni bir anlatı türettiği coğrafyalarda onun gibi hafıza işçilerine ihtiyaç var. Ermeni toplumun, mülteci Yahudi’lerin, yerinden edilen Rum’ların yaşadıklarını çeşitli çalışmalarında, tanıklıklar vesilesiyle bizlere aktardığı gibi, Cumartesi İnsanları’nın mücadelelerini de 1000. haftaları vesilesiyle geçen yıl kitaplaştırmıştı.

Bu yıl yine benzer bir yöntemle iki ayrı çalışması yayımlanan Korucu Ağustos’ta çıkan “Bu Yas Bitmez” kitabında, 2015-16 yıllarındaki Özsavunma Süreci sırasında uygulanan sokağa çıkma yasaklarında yaşanan sivil kayıpları çeşitli tanıklıklar üzerinden ortaya koydu. Ardından Eylül ayında, 6-7 Eylül Pogromunu merceğe aldığı “Dün Akşam İstanbul’da Çok Fena Şeyler Oldu” kitabını yayımladı.

Bu iki ardışık çalışmanın ortak temalarını ve birlikte sürdürülmesi gereken mücadelenin uğraklarını Serdar Korucu’yla konuştuk.

Son iki ayda yayımlanan iki kitabınızda da Türkiye’nin yakın geçmişinde insanlığa karşı işlenmiş suçlara dair çalışmalarınız oldu. Böyle çalışmalar yalnızca tarihsel işlevi olan arşiv çalışmaları mıdır yoksa onarıcı adalet talebine karşılık vermeyi amaçlayan yüzleşme çabalarından da söz etmeli miyiz?

Hem “Bu Yas Bitmez”de ve “Akşam İstanbul’da Çok Fena Şeyler Oldu” kitaplarında hem de öncekilerde öncelikli amacım kayıt tutmaktı. Çünkü yıllar geçiyor, aile büyükleri hayatını kaybettiğinde anlatacakları, aktaracakları, eğer yazıya geçirilmezse, onlarla birlikte ellerimizin arasından kayıp gidiyor. Bu nedenle kayıt almanın, arşivlemenin önemine inanıyorum. Susan Sontag’ın dediği gibi, anlamak hatırlamaktan önemlidir, her ne kadar anlamak için mutlaka hatırlamak gerekse de… Yani bizim bu anlatılara, geçmişi anlamak için ihtiyacımız var. Fakat bunu ne için yaptığımız da önemli. Bu benim için hesap sormanın bir aracı… Beatriz Sarlo, “Geçmiş Zaman” kitabında Arjantin örneğini işaret eder, tanıklar ve kurbanların anlatılarından elde edilen anı tutanakları olmasaydı hiçbir mahkumiyetin gerçekleşemeyeceğini söyler. Çünkü bellek alanı, devlet suçlarını unutmamakta ısrar edenlerle tarihimizin korkunç bir sayfasını kapatıp yeni bir döneme geçmeyi savunanlar arasında bir anlaşmazlık alanı olarak çıkar.

Failler açısından 1929 Tatavla Yangınından sonra 6-7 Eylül’de yarım kalan bir işi tamamlama hissiyatından söz edilebilir mi? Pogromun arka planına dair hangi bulgularınız mevcut?

6-7 Eylül’de de tamamlanamıyor çünkü 55 sonrasında Rumlar kalmaya devam ediyor. Ta ki 1964’te Yunan tebaalıların kovulmasına kadar… Bu karar çıktığında onlarla evli olan Rumlar da gitmek zorunda kalacak ve nüfus böylece eriyecek. Yani o “yarım kalan” iş böyle tamamlanacak ve bu sürecin devlet içerisinde bir kesim tarafından planlandığı açık. Ki 6-7 Eylül özelinde bunun varlığı zaten tartışılmıyor, bugün hükümet, iktidar temsilcileri de bunun sık sık ifade ediyor. Bana çarpıcı gelense bu şiddet karşısında toplumun sessizliği… Mesela Hristo Elmacıoğlu kitapta “Siz gittiniz İstanbul berbat oldu, rengini kaybetti” diyenlere şöyle diyor: “Bakın diyorum, Rumlar, yani biz çiçek vazosu değiliz. İstanbul’un bir parkı değiliz. Bizim başımıza bunlar geldiğinde, siz veya aileniz, babalarınız, dedeleriniz arkadaşlarınız hiç tepki gösterdi mi? Protesto ettiniz mi? Bunu durdurmaya çalıştınız mı? Yapmadığınız için şimdi bunun bedelini siz de ödüyorsunuz.” Bu sessizliğin, ses çıkarmama halinin benzerini “Bu Yas Bitmez” kitabında yer alan, almayan 2015-16 döneminde yaşananlar için de söyleyebiliriz. Mesela toplumun Cemile olarak hafızasına kazınan ama asıl adı Cizîr olan Çağırga ailesinin kızı. Buzdolabında cansız bedeninin tutulmasıyla hatırlıyoruz onu. Peki o dönem ne oldu? Gerçekten gösterilmesi gereken tepki bu muydu? Ya da bu hafta 10. yıl dönümü olan Helin Hasret Şen… Biliyorsunuz o dava, 2015-16’da sonrasında açılan ve ilerleyen ender dosyalardan. Küçük kızı vuran sanık polis 6 yıl 3 ay ceza aldı. 6 yıl 3 ay… Ki kamuoyunun en yakından takip ettiği davaydı bu. Annesinin anlatımıyla  “eşofmanlı, banyo terliği üzerinde, saçı başı uykudan uyanmış dağınık bir halde annesiyle ekmek almaya giden” Helin Şen, Sur’da bir polis tarafından vurulduğunda o kalabalık şehirlerden, İstanbul’dan, Ankara’dan, İzmir’den ses yükseldi mi? Hayır. Sosyal medyada gösterilen birkaç saatlik tepkiler değil demeye çalıştığım… Her şeyden önce bu sessizliği kırmamız gerekiyor. Bununla birlikte cezasızlığı sorgulamamız, faillerin hak ettikleri cezayı almaları için çabalamamız gerekli. Yoksa bu şiddet dalgaları vurmaya devam edecek. Farklı yer ve farklı zamanlarda…

Anayasa mahkemesi geçtiğimiz günlerde, Silopi’de polislerce katledilen ve cenazesinin 7 gün boyunca sokak ortasından alınmasına izin verilmeyen Taybet İnan’ın yaşam hakkının ihlal edildiğine dair yapılan başvuruyu reddetti. Yetkili mercilerin böyle kararlar alabildiği bir ortamda gerçek bir yüzleşme hangi yollarla sağlanmalı?

Anayasa Mahkemesi kararını da diğer yetkili mercilerin açıklamalarını da eleştirebiliriz, konuşabiliriz. Bu bir mücadele ve kolay olmayacağı ortada zaten. Bize bunu öğretenler var. Barışın, adaletin, yüzleşmenin yolunu annelerden, Cumartesi Anneleri’nden, Barış Anneleri’nden öğrenmemiz gerekiyor. Onların dirençlerinden, onların umudundan beslenmemiz lazım. Ve bir de özeleştiri yapmamız gerek. Ben de dahilim tabii, böyle konuşunca kendimi dışında tuttuğum düşünülmesin. Biz ailelere ne kadar sahip çıkıyoruz? Evet yüzleşme adalet talebi olmalı, mücadele olmalı ama mesela Taybet ana örneği verdik, peki ya diğer Silopi’deki, Cizre’deki, Şırnak’taki ve diğer şehirlerdeki ilçelerdeki aileler? 10. yıl dönümü gelmişken, son 10 yılda bu ailelere ne kadar destek olunabildi, yalnız kalmamaları için ne kadar çabalandı? Bu yük hepimizin omuzlarında. Ya da yine Cumartesi Anneleri’ne dönersem. 1072. haftasını geride bıraktı. Türkiye’nin en kalabalık şehri İstanbul’un en yoğun noktası İstiklal Caddesi’nde Cumartesi günleri öğlen 12’de düzenlenen eylemlerine bir bakalım. Ailelerin direnci, umudu, direnişi hala sürüyor. Evet, kitlesel çağrı da yapmıyorlar ama bu onlara desteğe gitmemek için neden değil ki… Bence bu konuda hepimizin özeleştiriye ihtiyacı var.

1915’ten 2015’e çekilen hatta baktığımızda (Ermeni, Rum, Alevi, Kürt) akla elbette Türklük Sözleşmesi geliyor. Bu sözleşme 2025’e gelindiğinde bir kez daha genişleyip göçmenleri hedefe koymaya başladı. Altındağ’da, Kayseri’de sokaktaki eli sopalılar geçmiştekilerin aynısıydı belki ama toplumun apolitik tabanında göçmen nefretini benimseyen ve geçmişte aynı hedefe konmuş kimliklerden insanları da görür olduk. Yeni bir sözleşme mi ortaya konuyor sizce?

2000’ler ve öncesinde de konuşulan Türkiye’nin “WASP” meselesi vardı malumunuz. Yani ABD’nin ana damarını belirleyen “Beyaz-Anglosakson-Protestan” kesiminin karşılığı uzun zaman konuşulmuştu. Herkesin tanımı farklı olsa da sanırım kabaca Türk-Erkek-Hetero-Sünni’de vücut bulmuş durumda. Bu dördünden birine sahip olan, erki kendinde hissedip dışındakilere kötü davranabileceğini sanabiliyor ve bunda bir beis görmeyebiliyor. Yani mesela Türklük Sözleşmesi’nin dışında kalan bir Kürt-Erkek-Hetero-Sünni birey, LGBT nefretini kolaylıkla üretebiliyor. Ya da tam tersi de işliyor elbette. Bir LGBT bireyi de, erkin tüm gadrine uğramış olmasına rağmen, Türklük ve Sünnilik gibi alanlardan erki elinde tuttuğunu sanarak, bundan beslenerek Kürt düşmanı, Alevi düşmanlığı yapabiliyor. Bunun örneklerini eskiden birer birer bulmak, görmek zordu. En azından 90’lar sonu, 2000’ler başında bu sesleri duymak için kamuoyu araştırmalarına ihtiyacımız vardı. Hala araştırmalar kıymetli ama bireysel sesler için artık sosyal medya var ve orada nefreti görebiliyorsunuz, gözlemleyebiliyorsunuz ne yazık ki…

Toplumların mekanlarla kurduğu ilişki aynı zamanda yerleşik olma, huzurlu olma hissiyatını da sağlar. Sur’un Toledo’laştırılma girişimiyle Pera’nın Türk-İslamlaştırılması arasındaki ilişkinin motivasyonu nedir? 6-7 Eylül’ün giderek daha yaygın biçimde bir utanç vesikası gibi görülmesi bir şeyleri değiştirecek mi?

İki mekanın da yerleşikleri tarafından bile tanınmaz hale getirilişi açısından benzerlikten söz edilebilir ve üstüne çok uzun konuşabiliriz fakat bazen daha kısıtlı bir mekana yönelik saldırılar, bütünü bize aktarabiliyor. Şunu kastediyorum. Mesela 6-7 Eylül gecesinden bahsederken hep mal-mülk yağması gibi gösterilmek istense de aslında yaşanan başta Rumlar olmak üzere Hristiyanların ve Yahudilerin hedef alındığı bir pogromdu. Yani sadece ticarethanelerin değil, Rum toplumunun kutsalları olan kiliselerin, geleceğini simgeleyen okullarının, geçmişini işaret eden mezarların saldırıya uğradığı bir geceydi. Burada mezarlık saldırılarını açmak isterim. Çünkü mezarlıkların neredeyse tüm kültürlerde özel bir yeri var. Buna rağmen bu mekanlar hedef olmaya devam ediyor. Nasıl ki 6-7 Eylül gecesi saldırganlar daha yeni gömülmüş cansız bir bedeni Şişli Rum Mezarlığı’ndaki mezarından çıkarıp bir ağaca asmışsa ya da Edirnekapı Rum Mezarlığı’ndaki kafatasları ebedi istirahatgâhlarından çıkarılmışsa tam 62 yıl sonra bir başka güruh bir başka mezara saldırdı. Tuğluk’un annesinin Ankara’ya gömülmesine karşı çıktılar, saldırıya geçtiler ve cenaze Dersim’e götürülmek zorunda kalındı. Tuğluk ailesinin yaşadığı ne ilk ne son oldu ne yazık ki… İşte bu aradaki süreklilik bize bazı şeylerin aynı kaldığını gösteriyor. 6-7 Eylül’ün, pogromun ruhunun 1955’te çakılı kalmadığını. Cezasızlığın sürdüğünü ve bunun da yeni suçlara kapı araladığını… Halbuki 55’te bu suçlara bulaşanlar yargılansaydı farklı olabilirdi.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.