Post-Truth AKP’yi bir kez daha kurtarabilir mi?

Toplum/Yaşam Haberleri —

6 Şubat 2023 Depremi ve HAARP iddiaları

6 Şubat 2023 Depremi ve HAARP iddiaları

  • Eğer kitleler göz önünde dönen ranta ve içi boş vaatlerin saçmalığına değil de Hatay’ın işgaline, depremin ilahi tokatına odaklanırsa, Erdoğan’ın kendine açacağı bu kulvar, ülkenin tabutuna son çiviyi çakmaya yetebilir. Zaten bir türlü birleşemeyen muhalefetin birbirine düşmesi, bu senaryonun en büyük yardımcısı olur. Ve ortada duran bu büyük yıkım, Erdoğan için asrın felaketi olduğu kadar, asrın fırsatına dönüşüverir.

BİLGE AKSU

Post-truth, yani hakikat sonrası/ötesi, görece yeni bir kavram olmasına rağmen son dönemin en hızlı yaygınlaşan kelimesiydi. Postmodernitenin ve dijital çağın etkisiyle her bireyin söz hakkı edindiği modern zamanlarda, otomatik olarak her bireyin söylemine dikkat kesildi insanlık. Başlarda Andy Warhol’un penceresinden bakıp herkesin 15 dakikalığına ünlü olduğunu düşündüğümüz, tuhaf ve tatlı bir durum gibiydi bu. Neticede sıradan halk kitlelerinin görünür hale gelişi, egemen ve yerleşik sistemin kurduğu yapıya kafadan karşı çıkan bir unsura dönüşebilirdi. Fakat işler pek öyle ilerlemedi.

Özellikle 2016 ABD seçimlerinden sonra popülerleşen ve bazı sözlüklerde kendine yer bulan Post-truth kavramı, gerçekliğin nesnel kanıtlarla değil de insanların bireysel yaklaşımları ve duygularıyla ifade edilmesine deniyor. Trump’ın şaşırtıcı şekilde kazandığı ABD başkanlığı, tamamıyla böylesi bir popülizmin ürünüydü. Göçmenler, işçi hakları, milliyetçilik gibi konularda akademik metinlerin söylediklerini hiç dikkate almadan, hatta onların tezlerini tamamen yok sayarak üretilen popülist sağ söylem, halihazırda komplo teorilerine inanmaya hazır büyük bir kitleyi kendine çekti. Sonuçta başkan seçilen Trump’ın icraatlerini göz önüne aldığımızda da, bu kavramın yalnızca felsefi ya da sosyolojik bir arka plandan ibaret olmayıp, siyaseti yönlendirmede ne derece etkili olduğu anlaşıldı.

Komplocu topluluk

Post-truth’a gönül vermiş insanların belli başlı alanlarda söz söylemesi gerekiyor. Mesela dünyanın bütün aşılarına karşı çıkmak, tıp bilimini inkar etmek, HAARP benzeri teknolojilerle ilgilenmek, gökyüzünde uçakların çıkardığı izleri kimyasal zehirlerle ilişkilendirmek gibi. Son zamanların en popüler söylemi ise dünyanın yuvarlak olmadığını iddia etmek. Bunların hepsinde, paranoid şizofreniyi andıran bazı durumlar söz konusu. Örneğin dünyanın düz olduğunu iddia edenler, egemen sistemin insanlara, dünyanın yuvarlak olduğu bilgisini dayattığını söylüyorlar. Buna göre geleneksel ya da dijital medyaya düşen her bir uydu fotoğrafı, ‘dünyayı yöneten’ belirli bir kesimin onayından geçiyor. Üzerinde oynamalar yapılıyor, usta fotoşopçularca gezegenimiz yuvarlak hale getirilip piyasaya öyle sürülüyor. Bundan kimin ne çıkarının olduğu konusu ise muamma.

Temelde ‘Allah akıl fikir versin’ benzeri bir tepkiyle geçiştirilecek gibi duran bu tuhaf anlayışın toplum mühendisliğinde ne ölçülerde işe yarayabileceğini düşünürsek eğer, işler biraz ciddileşmeye başlıyor. Koronavirüs salgını öncesi zaten yükselmekte olan aşı karşıtlığı sebebiyle, son yıllarda bazı salgınların ufak tefek ölçülerde de olsa yeniden görülmeye başladığını biliyorduk. Çocuk felci, kızamık, suçiçeği gibi tarihte kalmış bazı virüslerin tarihte kalma sebebi, tam olarak aşılarının üretilmesi ve bu salgınların kontrollü şekilde ortadan kaldırılmasıydı. Fakat aşıların büyük bir komplo olduğuna inanan kitlenin giderek büyümesi, bu salgınların yıllar sonra yeniden izlenmesi gereken bir duruma gelmesine yol açtı. Tam üstüne gelen koronavirüs ise tuz biber etkisi yarattı. Yıllardır araştırılan koronavirüs ailesine karşı ne gibi önlemlerin alınacağı az çok biliniyor ve aşı çalışmaları zaten yarı yarıya tamamlanmış haldeydi aslında ve son salgınla birlikte bu çalışmalar hızlandırılarak aşılar çok hızlı şekilde üretildi. Fakat bu komplocu topluluk ya bu bilgiye sahip değildi ya da işlerine gelmedi. Aşıların mümkün olamayacak bir hızda üretildiği argümanı üzerinden suyu bulandırmayı denediler ve bu söylem oldukça iş gördü. Bereket, koronavirüs salgını tarihin en zorlu ve ölümcül salgınlarından biri değildi de, toplumun %60’ı aşılanınca mücadelede büyük avantaj sağlandı.

HAARP teknolojisi mi?

Post-truth’un toplumu tehdit ettiği noktalar bununla sınırla değil elbette. Yaşadığımız deprem felaketinin ardından da benzer söylemler üretilmeye devam etti. Elbette bunların başında, depremin HAARP teknolojisiyle yaratıldığı iddiası geliyordu. İlk bakışta zararsız ve inananlarına şifa dileyip geçeceğimiz bu söylem dahi toplumsal bir kaos çıkarmaya oldukça uygundu. Buna göre, başta ABD olmak üzere ‘dünyayı yöneten gizli topluluk’ aslında Büyük Ortadoğu Projesini başlatmak için bu depremi tetiklemişti. Öylesine kritik bir alan seçilmişti ki bunun için, hem Türkiye’nin oldukça kalabalık bir bölgesi etkileniyor hem de Suriye sınırına yakın bölgeler için bir operasyona çıkılıyordu. %80’i yok olan Hatay’ın halihazırda mevcut bulunan Arap nüfusu ortadan kaldırılıyor ve yerine Suriye’den gelen mülteciler yerleştirilerek buranın ülkeden koparılması amaçlanıyordu. Elbette bunun doğuracağı sonuçlardan biri de korkunç bir iç savaş olacaktı. Ve ülke bu kaos halindeyken NATO’nun müdahalesiyle Türkiye işgal edilecekti.

Sağ popülist siyasette sıklıkla gördüğümüz bu türden paranoyaların varacağı sonuçlar aslında düşündürücü ve ürkütücü boyutlara gelebiliyor. Ki depremin en sert sonuçlarıyla boğuştuğumuz haftalarda zaten yeterince zorluk yaşamıyormuş gibi bir de bu söylemlerin dayanaksızlığını ispatlamaya gücümüzün yetmemesi dikkat edilmesi gereken bir husustu. Ciddiye almadığımız bu türden söylemler sonucu, ne idüğü belirsiz bir takım grupların Antakya sokaklarında silahlı-bıçaklı dolaşmaya başlaması ve gördükleri birçok Arap gencini linçe tabi tutması ilk çıktılardan biriydi. Zaten gergin olan insanların öfkelerini akıtacak bir mecra bulması iki açıdan sorunluydu. İlki elbette sorgusuz sualsiz işkenceye uğrayan mağdurların yaşadıklarıydı. İkincisi ise bilinçli bir kanaldan pompalanan bu söylemler sebebiyle kitlelerin öfkelerini yanlış yerlere akıtmaları oldu. Yaşanan felaketin asıl sorumlularından hesap sormak yerine, sağda solda yaşam savaşı veren garibanlara yöneldi herkes.

Danışıklı bir dövüş

Post-truth yalnızca ‘görece saf’ kişilerin düşkünce inandığı bir mesele değil. Tam tersine, bu söylemlerin üretilme biçimleri ve kaynaklarını dikkate aldığımızda, belki de tarihin en aşağılık siyasetinin bir ürünü. İletişim başkanlığının hazırladığı ‘Asrın Felaketi’ kampanyası da tam olarak bu post-truth’a dahil bir söylem. Çünkü ortada kanıtlarıyla duran bir tedbirsizlik ve rant hırsı mevcutken buna dair bir savunmaya dahi gerek görmediklerini gösteriyor. Zaten yeterince alıcısı bulunan böyle abartılı iddialar, yaşanan şeyin tarih üstü ve tanrısal bir afet olduğuna odaklıyor bütün dikkati. Görülmemiş ölçüde büyük bir felaketin vurduğu zavallı AKP iktidarı öylesine çaresiz durumda ki, onlara kızmamızın ya da hesap vermelerini talep etmemizin hiçbir mantığı yok… Bu, tabiatın kendinden bile beklenmeyecek bir cilvesi sadece…

Asrın felaketi söylemi yalnızca haber dilinde kullanılmıyordu tabii. Bütün TV kanallarının ortak şekilde bağlandığı ‘Türkiye Tek Yürek’ kampanyası da bunun üzerinden yürütüldü. Görülmemiş ölçüde bir felaketin altından kalkmanın tek yolu da yine AKP’nin mücadelesiyle sınırlı kalacak değildi. Herkesin ama herkesin elini taşın altına koyması elzemdi. Gecenin başında telefonla yayına bağlanan Erdoğan’ın ifadeleriyle ‘birazdan bakın kimler kimler ne yardımlar yapacaktı’. Evet bu söyleme bizzat şahit oldum o gece. Dikkatimi çektiği nokta, Erdoğan’ın hem kamu bankalarının hem de yandaş müteahhit çetesinin bağışlarına dair verdiği spoiler’dı. Nitekim akabinde bahsi geçen kurumlar ve şirketler bir bir bağlanarak Erdoğan’ın talimatını uyguladı. Zaten danışıklı bir dövüşü izlediğimiz bu programdaki meblağlar belli ki öncesinde kuruşu kuruşuna hesaplanmıştı. Geriye ise hiçbir şeyden habersiz, kumbarasındaki harçlıklarını yollayan iyi niyetli halk kitlelerinin duygu sömürüsü kalmıştı. Bunların duygularını sömürmek ise, ekranın arkasına yerleştirilmiş ünlülere düşüyordu. Onlar da zaman zaman ağlayarak, zaman zaman gülümseyerek, üzerlerine düşeni fazlasıyla yaptılar.

Asrın felaketi, asrın fırsatı

Yine de bu depremin arkasından kalkan toz bulutunun içinde, AKP’nin başarılı bir hamlesiyle karşılaşmış değiliz henüz. Belirli bir kitle gerek bu felaket senaryosuna gerek de HAARP ve Büyük Ortadoğu Projesine inanmaya hazır olsa da istenen etki bir türlü yaratılamadı. Sağ popülist söylemin, her türlü badireyi böyle aşağılık bir toplum mühendisliğiyle aşabileceğine olan inancı bir nebze kırılmış olsa gerek. Geri kalanı elbette bu kitleye ulaşıp hakikatin kendisini anlatması gereken sol siyasete düşüyor. Ve bunun ivedilikle yapılması gerekiyor. Çünkü post-truth, yapısı gereği başarısız olduğuna ikna olmayacak bir söylem çeşidi. Şimdi sırada harap olmuş bir ekonomiye ve önündeki seçimlere rağmen, yıkılan şehirleri bir yıl içinde yapma sözü veren iktidarın hamlesi var. Ve aklı başında herkes, bu iddia edilenin yerine getirilemeyeceğini biliyor. Ama işte ortada duran kanıtlara rağmen bireysel yaklaşımlar ve duygular eğer Erdoğan’ın bunu yapabileceğine inanırsa, iş işten geçmiş olacak. Ve evet, böyle bir seçim vaadi de post-truth’a dahil.

Eğer kitleler göz önünde dönen ranta ve içi boş vaatlerin saçmalığına değil de Hatay’ın işgaline, depremin ilahi tokatına odaklanırsa, Erdoğan’ın kendine açacağı bu kulvar, ülkenin tabutuna son çiviyi çakmaya yetebilir. Zaten bir türlü birleşemeyen muhalefetin birbirine düşmesi, bu senaryonun en büyük yardımcısı olur. Ve ortada duran bu büyük yıkım, Erdoğan için asrın felaketi olduğu kadar, asrın fırsatına dönüşüverir.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.