Sömürgecinin arzusu mu? Yoldaşın eleştirisi mi?
Dosya Haberleri —

- Kürt hareketinin teorik/pratik heybesi fazlasıyla dolu. Tarih kavramından çelişki kavramına kadar, tutarsızlık kavramından devletin ortaya çıkış gerekçeleri gibi garip ifadelerine kadar her kavramı, bu hareketin çocukları zor yoldan öğrendi. Hatta şöyle diyelim: “Siz 'biliyor' olabilirsiniz ama biz öğrendik.”
- KÖH’ün devlet biçimlerinin eleştirisinden devletin eleştirisine geçen düzlemini anlayamıyor ve “devlet nerede?” diye soruyorsunuz. Devlet nerede? Devlet nerede? Devlet durduğu yerde ve o devletliğini yapacaktır, biz de direnişe ve inşaya devam edeceğiz. “Devlet nerede?” sorusu, “Kürt nerede?” gibi travmatik bir soru hâline gelmiştir artık…
- “Geleneği barbar düşmanlardan kurtarmak değil, uysal varislerden kurtarmaktır asıl sorun.” Bu perspektiften bakıldığında, Modernist Marksizmin sorunu tam da bu: Marksizmi kendi dar yorumlarına hapsetmeye çalışarak, Marksizmin komiserliğine soyunmaları, KÖH’ün yarattığı dönüşümü kavrayamayışları da buradan kaynaklanıyor.
ÇETİN AYDIN
Nietzsche, “…herkesin ağır ağır intihar edişinin ‘yaşam’ diye adlandırıldığı yere devlet diyorum” der. Bu ağır ağır intihar edişi bugün tekrar tekrar görüyoruz. Türkiyeli Marksistlerin içinde modernist sol olarak nitelendirmekte beis görmediğimiz bir kesim, kendi tarihlerinin en büyük yol ayrımındalar. Bu nedenle bu yazı üzerinden Metin Kayaoğlu ile şahsi bir polemiğe girmekten ziyade eleştirimiz bir anlayışa/zihniyete dönüktür. Yazı boyunca karşılaşacağınız çoğul muhatap (siz diye seslendiğimiz) Modernist Marksizm ve onun temsil ettiği zihniyettir.
Büyük yol ayrımları, intihar edişlerin de artık ağır ağır yaşanmadığı olaylardır. Kürt Özgürlük Hareketi’nin (KÖH) silah bırakmaya indirgenemeyecek olan büyük hamlesini anlayamayan solun bu kesimi, aylardır KÖH’ün devletle anlaştığı, ihanet ettiği gibi ifadelerle kendi küçük gruplarını tahkim etme telaşına girdiler. Bu “travmaları” takip etmek zor olsa da Teori ve Politika Dergisi yazarlarından Metin Kayaoğlu, KÖH’ün “kudretinden” başı dönmüş bir şekilde ve Marksizmin polemik gücünü “metin” analizine indirgemekten hicap duymadan, KÖH’ün devlete yenildiğini “buyurdu”. Yo-rum-la-dı… Ancak yorum ne kadar Marksist kavramlarla yapılsa da sömürgecinin arzusu ve ahlâkı kendini her yerde gösteriyordu. “…devletin gözetiminde…geçersiz…kolaycı…çelişkili ve tutarsız…tarihin sorumluluğunu almaktan kaçış…metafizik istismar…” Ve daha buna benzer onlarca ifade yazıdan cımbızlanmış gibi gözükse de bu ifadelerin yazarın “bilinçdışı arzusu” olduğundan şüphe duymuyoruz. Her toplantı/sempozyumda Kürt gençlerine “öğretme” telaşı biliniyor olsa da fazla hoşgörünün tadı kaçırdığı artık iyice anlaşılıyor. Şairin dediği gibi “Büyük yolları küçük adımlarla yürüyenlerin karşınıza dikildiği akşamlar olacaktır / Birlikte yürüyelim derlerse hayır deyin… Adımları adımlarınıza uymayacaktır.” Eh, şairi dinlemedik ama bir kez daha öğrendik.
Siz 'biliyor' olabilirsiniz ama biz öğrendik
Yazıdaki hezeyanlar, dediğimiz gibi büyük kavramların arkasına saklanmış. Şu düşünülebilir ya da söylenebilir: “Eleştirimi teorik olarak değerlendirmemişler.” Belki de o kadar bilmiyoruzdur! Sadece şunu söyleyelim; Kürt hareketinin teorik/pratik heybesi fazlasıyla dolu. Tarih kavramından çelişki kavramına kadar, tutarsızlık kavramından devletin ortaya çıkış gerekçeleri gibi garip ifadelerine kadar her kavramı, bu hareketin çocukları zor yoldan öğrendi. Hatta şöyle diyelim: “Siz 'biliyor' olabilirsiniz ama biz öğrendik.” Yazıda sürekli atıfta bulunulan “tarih bilimi”, “nesnellik” hep bizi yazdı. O yüzden biz yazılı tarih kitabı okurken hep tetikteyiz. Biz o yüzden “tarih şimdidir” diyoruz. Bir gün bir kitap okumuştuk. Meğerse öğrenmemiz gereken buymuş: “…Tarih daima yerleşiklerin bakış açısından ve üniter bir devlet aygıtı adına yazılır…” Modernist Marksizmin tarih kavramı ile yaptığı da tam olarak bu değil mi? Devrimci retoriğin ardına siper alıp arzusunu konuşturmak değil mi?
Savaşın ahlâkından barışın etiğine
Barışın erdemini ve zaferini devlete yenilgi olarak gören Modernist Marksistlere hatırlatmakta beis görmüyoruz. Biz barışı böyle öğrenmedik. Siz, barışı olumsuzluğun yokluğu üzerinden kuran sözleşme teorisinin kurucularından Hobbes gibi düşünüyorsunuz. “… Zira savaş kuvvet yoluyla mücadele etme istencinin kelimeler veya edimler ile yeterince açık bir şekilde bilinir kılındığı bir zamandan başka nedir ki? Diğer tüm zamanlara barış denir.” Barışı, savaşın yokluğu ve engellenmesi üzerinden okuyan Hobbes açısından bir "Devlet" kurma ihtiyacı, iyi ve kötü arasındaki ahlâki seçeneği, barış ve savaş arasındaki politik bir seçeneğe dönüştürür. Bu politik seçenek, çokluğun arzusunu ve yarattığı korkuyu savaş düzleminde (herkesin herkesle savaşı düzleminde) okumaktır. Ve daha önemlisi, barış düzlemine çokluğun kudretlerinden ayrılmasını, bir anlamda arzusunun bastırılışını yerleştirmektir. Artık barış, kudretlerinden ayrılmış, uyruklaşmış insanın barışıdır. Oysa biz Spinoza’da başka bir barış gördük: “Gerçekte barış, basitçe savaşın olmayışı değildir; kaynağını ruhun gücünden alan bir erdemdir…” Barış artık, her tekilin virtüelliğinin sonsuz edimselleşmeleri içinde tam da etkin bir yerde konumlanır. KÖH’ün silah bırakmaya indirgenemeyecek hamlesi, Stratejik Çokluğa diyen bir “Onurlu Barışın” kurucu hamlesidir. Savaşın yani uyruklaşmış insanın düzleminden, barışın yani erdemin politik pratiğinin düzlemine geçmek, bir anlamda savaşın ahlâkından barışın etiğine geçmektir. Etik, yapılabilecek olanın sonuna kadar gitmektir. Sınırlarla değil, hudut aşımları ile eylemektir. Barışın kuruculuğa içkin yıkıcılığı, savaşa karşı verilen kavganın etik-politikliğidir.
Devlet nerede?
Tam da bu nedenle KÖH’ün devlet biçimlerinin eleştirisinden devletin eleştirisine geçen düzlemini anlayamıyor ve “devlet nerede?” diye soruyorsunuz. Çünkü yaşama ve direnişe ekonomi-politik olarak bakıyorsunuz ve devletten başka bir şey göremiyorsunuz. Tekrar tekrar söylemek gerekiyor: KÖH ekonomi-politik ile analiz edilemez. KÖH’ün silah bırakmaya indirgenemeyecek hamlesi ancak etik-politik olarak anlaşılabilir. KÖH’ü ekonomi-politik olarak okursanız devletten başka bir şey göremezsiniz; oysa etik-politik bir okuma, direnişten, direnişin ötesine uzanan komünalizmin kuruculuğunu gösterecektir. Buraları tutarsızlık/çelişki ve bunun gibi tartışmalı genellemelerle ifade etmek, entelektüalizmi dayatmaktan öte bir şey değildir. Ki felsefede tutarlılık kavramının, mantıksal tutarlılıktan Gödel’in matematiksel tutarlığına oradan da virtüel bir arada olanaksızlığın üretimi içinde; yani çelişki ile çalışmayan bir etik-politik yaratıma bağlandığı bilinmiyor olamaz!
Ne tutarlılık ne de çelişki kavramı artık büyük genellemelerin içinde çalışmaz; “bütün dışarısıdır” diyen bir perspektif üretimine ve yaratımına bağlanır. Artık mevcudun muhafazası olarak çelişki bir silah olmadığı gibi tutarlılık da bir halk yaratımının, yaşamın inşa pratiğinin düzleminde çalışır hâle gelir. Tutarlılık bir mantıksal kategori değildir; bir düzlem sorunudur artık. Oysa sömürgecinin dünyasına, koşullarına mahkûm olan bu yakınsak dünya, tutarlılığı büyük genellemeler hâline getirip sorar: Devlet nerede? Bu tutarsızlık, bu çelişki diyerek hangi koşul kavramının içinde düşünüyorsunuz? Biz; sömürgeci koşul ve onun felsefede ve bilimde hiç geçerliliği olmayan bu mantıksal tutarlılık merakı nereden çıktı, dersek ne olacak? Devlet nerede? Devlet nerede? Devlet durduğu yerde ve o devletliğini yapacaktır, biz de direnişe ve inşaya devam edeceğiz. “Devlet nerede?” sorusu, “Kürt nerede?” gibi travmatik bir soru hâline gelmiştir artık…
Taşıyıcı eşek
Modernist sol, reel sosyalizmin “taşıyıcı eşek” oluşuna çok içerleniyor. O zaman romantik bir şekilde sosyalizm deneyimden bahsederken bir şeyden daha bahsedilmesi gerekmez mi? Sormak lazım: Herhangi bir şekilde dönemselleştirilen bir tarihten bahsederken (dönemselleştirmenin doğruluğu yanlışlığı bir yana), örneğin, Orta Çağ’ın bitişi ve Yeni Çağ’ın başlangıcına dair her zaman bir uyarı yapılır. Denir ki elbette Orta Çağ’ın bitişi derken keskin bir şekilde bir bitişten bahsedilemez. Çünkü Orta Çağ’a özgü yaşam daha çok uzun bir süre varlığını sürdürdü. Pedagojik anlatım böyledir. Şimdi sormak lazım: Sosyalizmin kendi coğrafyasındaki etkisi, bittiği söylendiği 1991’den bir gün sonra devam etti mi? Bu kadar keskin bir bitiş pedagojik anlatımları bile değiştirecek nitelikte. Öyle bir bitti ki ertesi gün insanlar hiçbir şey yokmuş gibi işlerine ve evlerine gidip gündelik hayatlarına devam ettiler. Yarattığı etki ve ürettiği öznellik neydi? Bürokratik bir mafyanın devlet tekelinden özel sektöre geçmesinden başka? Yetmiş yıl sürdü diye övgüler yağdırdığınız reel sosyalizm hiçbir öznellik üretmeden kayboldu gitti. İnsan, bir yıl olsun bu değişimin çeşitli mücadelelere sahne olmasını bekliyor. Tabii ki taşıyıcı eşekti ki bitişin bu kadar bedelsiz olmasının nedeni de bu. Kaldı ki bu da yeni bir kuram değil. Reel sosyalizmin, kapitalizmin ilksel birikim yoluyla ulaşamayacağı alanları kapitalistleştirme işlevi gördüğü kırk seneden fazla zaman önce başka Marksistlerce de söylendi.
Teori inşadan ayrı tutulabilir mi?
Yazar, eleştirisinin pratiğe yönelik değil teoriye yönelik olduğunu söylüyor. Bu nasıl bir ayrım? KÖH’ün direnişi ve direnişin ötesine geçen inşa pratiği nasıl teorisinden ayrılabilir? Kapitalist Modernite tezleri, Demokratik Özerklik, Özsavunma, Kadın ve Cinsiyet Özgürlükçü paradigma gibi bu ayrımı olanaksız kılacak onlarca kavram yaratımı direnişin pratiğine bu kadar içkin iken hem de. Rojava Devrimi ve pratiği nasıl teoriden ayrılabilir? “Devlete yenilgi”, “devletin gözetiminde” diye atılan başlıklar nasıl bir teorik eleştiridir? Yazar kendine sormuyor mu? Madem bu kadar doğru ve haklı, bu Modernist Marksist kavramları ve teorileri dünyanın herhangi bir yerinde neden kudretli bir işçi hareketi oluşturmuyor?
Bodoslama intihar ediyor
Birisi bir zamanlar şöyle demişti: “Jorge Luis Borges’in sadece adı güzel olan bir kitabı var: Alçaklığın Evrensel Tarihi…” Kitabın adı üzerinden yazarın şahsına dönük asla hakaretamiz bir niyetim yok. Kitabın içeriği üzerinden bir analoji kurmaya çalışacağım. Kayaoğlu, ilginç ve açıklanmaya muhtaç bir şekilde Öcalan ile yoldaşlarını ve bu büyük komünalist hareketi birbirinden ayırarak Öcalan’ı ayrıksı bir karakter hâline getiriyor. Tıpkı Borges gibi. Bu yüzden bu kitabın sadece adı güzel. Borges gibi yazar da sadece en fantastik diye gördüğü karakterlerle ilgilenir. Oysa Borges, büyücülerin ve vampirlerin birer sürü olduğunu görmez… Tıpkı yazarın ayrıksı bir karakter olarak çizilen Kürt Halk Önderi Öcalan’ın da bir gerilla hareketinin ta kendisi olduğunu ve öznesiz, kişisiz işleyen bu gerilla hareketinde herkesin ve hiç kimsenin birbirlerine nasıl dönüştüklerini görmemesi gibi. Modernist Marksizm, “Önderlik” kavramının ne anlama geldiğini sormaz kendine!
Kendi egemen kibri ve başöğretmen tavrından vazgeçmeyen Modernist Marksistler bodoslama intihar ediyor. Yazar ve dergisi ulusalcılığı ile var olan TKP ile olan ortaklıklarına ilişkin tweetler atmaya başladılar. Yine, İran’a saldırı zamanında İran Kürtleri için “Jin Jiyan Azadi çığırıyorlar” diye tweet attılar. Sadece bir halkın değil, Ortadoğu’nun kalbinde, tüm dünya ezilenlerinin umudu hâline gelmiş bir sloganı, “çığırmak” gibi çirkin bir hâle dönüştürmeye kalktılar.
Kavrayamayınca küçümsüyor
“Geleneği barbar düşmanlardan kurtarmak değil, uysal varislerden kurtarmaktır asıl sorun.” Bu perspektiften bakıldığında, Modernist Marksizmin sorunu tam da bu: Marksizmi kendi dar yorumlarına hapsetmeye çalışarak, Marksizmin komiserliğine soyunmaları, KÖH’ün yarattığı dönüşümü kavrayamayışları da buradan kaynaklanıyor. Büyük toplumsal dönüşümler karşısında kendi perspektiflerini evrensel doğru sanan, her şeyi kendi teorik çerçevelerine yamamaya çalışan bir zihniyet. KÖH’ün yarattığı büyük dönüşümü ve hamleyi kavrayamayınca da onu küçümsemeye kalkışıyorlar. Sanki Marksizm ve/veya sınıfsızlaşmanın politik pratiği onların onayını bekliyor.















