Tarih önünde bir hesaplaşma
Dosya Haberleri —

Rizgar Muhammed Amin
Saddam Hüseyin’i yargılayan ekipteki tek Kürt yargıç Rizgar Muhammed Amin gazetemize konuştu:
- “Beş yargıçtan sadece biri Kürt’tü ve mahkeme başkanı olarak ben seçildim. Bu benim için bir onur değil, büyük bir sorumluluktu. Yargılama, yalnızca hukuki değil, tarih önünde verilen bir hesaplaşmaydı.
- Yargılama yalnızca Duceyil katliamıyla sınırlandırıldı. Halepçe, Enfal ve Feylî Kürtleri gibi çok daha büyük suçlara hiç değinilmeden dava sonuçlandırıldı. Bu, hukuki değil, siyasi bir tercihti. Saddam’ın bu suçlardan da yargılanmadan idam edilmesi vicdanımda derin izler bıraktı.
- Bu dava yalnızca bir hukuk meselesi değildi, aynı zamanda derin bir siyasal meseleydi. Daha bağımsız ve güvenli bir ortamda, daha uzun ve kapsamlı bir yargılama yapılsaydı, tarih önünde daha güçlü bir adalet mesajı verilebilirdi.”
ERKAN GÜLBAHÇE
Sıcağının kavurduğu, tozlu rüzgarların Süleymaniye sokaklarında hüküm sürdüğü bir günde, Irak’ın yakın tarihine tanıklık etmiş önemli bir ismin evine doğru yürüyoruz. Saddam Hüseyin’in yargılandığı davada mahkeme başkanı olarak görev yapan Rizgar Muhammed Amin, bizi sade ama belli ki özenle döşenmiş evinde karşılıyor ve söyleşi için özel kütüphanesine davet ediyor. Kütüphane, Irak Ceza Yasası’ndan uluslararası hukuka, anayasa şerhlerinden insan hakları belgelerine uzanan kapsamlı içeriğiyle onun adalet anlayışını yansıtıyor. Rizgar Amin, kelimelerini özenle seçen, sakin ama etkileyici bir ses tonuna sahip biri. Gösterişten uzak duruşunda derin bir hukuki sorumluluk ve vicdan seziliyor. Bu söyleşi, sadece geçmişin tanıklığını değil, aynı zamanda bugünün Kürdistan Bölgesi'nde yargının konumunu da sorguluyor. Amin’in iki günlük söyleşisi Irak’ın çalkantılı dönemlerine ışık tutarken, adaletin halen ne kadar erişilebilir olduğu sorusunu da gündeme getiriyor.
Saddam Hüseyin’in yargılandığı davaya başkanlık etmek gibi tarihi bir sorumluluğa nasıl atandınız? Bu görev size bildirildiğinde ilk hisleriniz neydi ve hazırlık süreciniz nasıl geçti?
Saddam Hüseyin rejiminin yıkılmasının ardından Irak’ta hukuk sistemi yeniden inşa ediliyordu. 2003’teki işgal sonrası, Koalisyon Geçici Yönetimi Başkanı Paul Bremer, Bağdat’ta yeni bir hukuk düzeninin kurulması ve Saddam Hüseyin’in yargılanması süreci için girişim başlattı. Bu kapsamda, Saddam rejiminin üst düzey yetkililerinin yargılanabilmesi amacıyla Irak Yüksek Ceza Mahkemesi (eski adıyla Irak Özel Mahkemesi) kuruldu ve yasal çerçevesi belirlendi.
O dönem Süleymaniye Mahkemesi Başkanı’ydım. Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin Adalet Bakanı benimle iletişime geçti. Bağdat’tan gelen talep doğrultusunda birkaç yargıç görevlendirildi. Bana, “Sen de bunlardan birisin, Bağdat’a gitmen gerekiyor” denildi. Bağdat’a gittikten sonra, Saddam’ın yargılanacağı mahkemeye beş yargıç atandı: Dördü Arap, yalnızca ben Kürt’tüm. Beşimiz toplandık, dört Arap yargıç kendi aralarında tartışarak mahkeme başkanlığına benim uygun olduğuma karar verdi. Sessiz kaldım ve görevi kabul ettim.
Daha önceki yargı tecrübem, Saddam rejimi döneminde bile hukuka bağlı kalmam ve herhangi bir siyasi partiyle ilişkimin olmaması nedeniyle bu göreve uygun görüldüm. Görevi aldığımda içimde büyük bir sessizlik oluştu. Bu benim için bir onurdan çok büyük bir sorumluluktu. Dava yalnızca Irak için değil, tüm bölge için simgesel bir anlam taşıyordu. Hazırlık sürecim bu bilinçle başladı. İddianame, Saddam Hüseyin’in geçmişi, rejimin yapısı, mahkeme psikolojisi ve uluslararası hukuk normları üzerine kapsamlı bir çalışma yürüttüm. Çünkü bu mahkeme yalnızca bir yargılama değil, tarih önünde verilen bir hesaplaşmaydı.
Ortadoğu tarihinde ilk kez, halkını savaşlara sürüklemiş bir devlet başkanı mahkeme önüne çıkarılıyordu. Bu mahkemenin başında ben vardım. Adaletsizlikten korkarım ama başka hiçbir şeyden korkmam temel felsefesiyle görevi bir sorumluluk olarak gördüm ve kabul ettim.
Saddam Hüseyin’le ilk yüz yüze gelişinizde ne hissettiniz? O anın atmosferi nasıldı?
Saddam, 7 kişiyle birlikte mahkemeye getirildi. Diğer 6 sanık salona girdikten sonra, en son olarak Saddam içeri girdi. Yüzü asıktı, yorgun ve moralsiz görünüyordu. Dikkatle gözlemledim, korktuğu yüzünden okunmuyordu ama psikolojisinin sarsıldığını fark ettim. Güçlü ve iradeli görünmeye çalışıyor, mahkeme karşısında dirençli durmaya çabalıyordu. Zayıf değildi ama ruh hâli yerinde sayılmazdı.
Yönetimdeyken sergilediği askeri tarzı, mahkeme salonunda da sürdürmeye çalışıyordu. Ancak mahkeme önünde olduğunu kabullenmiş görünüyordu. İlk duruşmada her şeyin sona ereceğini sanıyordu. Ama mahkemenin ciddi, ilkeli ve bağımsız tutumunu kısa sürede anladı.
Bazı küçük protestolar oldu. Örneğin, başlarındaki egalleri (Arap şalı) çıkarmalarını istedik. Bu sembollerin tarafsızlığa gölge düşüreceğini düşündük. Araplar için egal çıkarmak onur kırıcı sayıldığından itiraz ettiler. Ancak kararlıydık ve egalleri çıkardık. Bu bir küçük düşürme değil, yasal bir gereklilikti.
Kelepçeli birini görmek insani olarak üzücüdür. Tabii ki Saddam da olsa kelepçeli gördüğüm için içimde bir sızı hissettim. O an, gücün gelip geçici olduğunu düşündüm. Karşımda artık halkı korkutan bir diktatör değil, halk önünde hesap veren bir sanık vardı. Direnmeye çalışıyordu ama eski kudretinden eser kalmamıştı. Gözlerinde iktidarın izleri hala okunuyordu, fakat benim gözümde artık sadece savunma yapması gereken bir sanıktı.
Duruşmalar sırasında sizi en çok zorlayan ya da aklınızda yer eden an neydi? Saddam Hüseyin’in davranışları, itirazları ve sizinle yaşadığı diyaloglar yargı sürecini nasıl etkiledi?
İlk oturum son derece önemliydi ve Saddam bunun farkındaydı. Kendini hala Irak’ın meşru lideri gibi gösteriyor, mahkemeyi tanımadığını söylüyordu. Öfkeli, alaycı bir dille konuşuyor, mahkemeyi siyasal bir platforma çevirmeye çalışıyordu. Ama biz heyet olarak baştan beri kararlı bir çizgi izledik.
Mahkemede yalnızca yasal çerçevede savunma yapabileceğini açıkça belirttik. Ne aşağılayıcı bir dil kullandık ne de üstünlük göstermeye çalıştık. Sözlerini hukuki sınırlar içinde tutması için gerekli uyarıları yaptık. Amacımız susturmak değil, adaleti gerçekleştirmekti.
Unutamadığım anlardan biri, Saddam’ın bana dönüp “Senin beni yargılayacak yetkin ne?” diye sormasıydı. Ben de ona şöyle cevap verdim: “Benim yetkim, Irak halkının adalet talebinden gelir. Bugün burada sana değil, yıllarca acı çekmiş Iraklılara kulak veriyorum.” O an, sadece bir sanıkla değil, bir rejimle yüzleşiyordum hissine kapıldım.
Genel olarak Saddam, güçlü görünmeye çalışıyor, zaman zaman yüksek sesle bağırarak beni hedef alıyordu. Ama baştan beri tavrım netti: Yargıç taraf değildir. Sabırla, tarafsızlıkla ve hukukun diliyle hareket ettim. Yargılamayı siyasileştirmesine izin vermedim. Savunma hakkını tanıdım, ama süreci hukukun sınırları içinde tuttum.
Yargılamanın gerçekten bağımsız olduğunu düşünüyor musunuz? Mahkemenin kısa sürede sonuçlanması ve bazı suçlara değinilmemesi yönündeki eleştirilere katılıyor musunuz? Sürece müdahaleler oldu mu?
Açık konuşmak gerekirse, o dönem Irak’ta yargı tam anlamıyla bağımsız değildi. Saddam gibi tarihsel önemi olan bir ismin yargılandığı süreçte hem Irak hükümetinin hem de ABD’nin etkisi hissediliyordu. Özellikle Şii siyasetçilerin baskısı belirgindi ve bu müdahaleler mahkeme sürecine doğrudan yansıdı.
Aslında yargılamanın dayandığı yasa uluslararası ceza hukukuna uygundu. Lahey ilkeleri esas alınmış, Yugoslavya ve Ruanda davaları örnek gösterilmişti. Ancak uygulamada siyasi baskılar tamamen ortadan kaldırılamadı.
Yargılama yalnızca Duceyil katliamıyla sınırlandırıldı. Halepçe, Enfal ve Feylî Kürtleri gibi çok daha büyük suçlara hiç değinilmeden dava sonuçlandırıldı. Bu, hukuki değil, siyasi bir tercihti. Saddam’ın bu suçlardan da yargılanmadan idam edilmesi vicdanımda derin izler bıraktı.
Mahkemeye yönelik yoğun medya ilgisi yargı sürecini nasıl etkiledi? Kişisel olarak bu baskıyla nasıl baş ettiniz?
Saddam davası ilk gününden itibaren dünya medyasının odağındaydı. Mahkeme salonundaki her hareketimiz kameralarla kaydediliyor, her sözümüz anında yorumlanıyordu. Bu durum yargıçlar üzerinde büyük bir baskı oluşturuyordu.
Ben kamuoyu beklentilerini değil, hukuku esas aldım. Medyanın değil, vicdanımın sesini dinlemeye çalıştım. Her duruşmada sabırlı olmayı, her konuşanı sonuna kadar dinlemeyi ilke edindim.
Sıkça “Neden Saddam’ın uzun konuşmalarına izin veriyorsunuz?” sorusuyla karşılaştım. Cevabım netti: “Sanığın kendini ifade etmesine imkan tanınmazsa, mahkeme meşruiyetini kaybeder.” Bu prensiple, hukuka ve görevime olan inancımla baskıyı dengelemeye çalıştım.
2006 başında davadan çekilme kararınızı ne belirledi? Bu sizin için zor bir karar mıydı ve hangi nedenler sizi bu noktaya getirdi?
Bu karar benim için çok zordu. Uzun süre düşündüm, vicdan muhasebesi yaptım. Saddam gibi bir figürü yargılamak tarihi bir sorumluluktu. Görevi kabul ederken amacım sadece hukukun üstünlüğünü göstermekti. Ancak artan siyasi ve toplumsal baskılar adil yargılamayı giderek imkansız hale getirdi.
Güney Kürdistan’da yönetim yeni şekilleniyordu, sistem tam oturmamıştı. Güvenliğimi tehdit altında hissediyordum. Bu ortamda vicdanımla uyumlu kararlar almak giderek zorlaştı. Görevde kalmaya devam etseydim, inandığım değerlere ihanet etmiş olacaktım.
Ben hayatım boyunca irademi kimseye teslim etmedim. Kararı yalnızca hakim verir, başka bir irade hakimin üzerine çıkamaz. Bu prensibe bağlı kaldım.
Zaman zaman hayatımın tehlikede olduğunu hissettim. Bu nedenle hem uluslararası çevrelerden hem de Bağdat hükümetinden güvence talep ettim. Bu sağlanmazsa istifa edeceğimi açıkça belirttim.
İstifamın ardından göreve dönmem için yoğun baskılar yapıldı. O dönem yüksek bir maaş alıyordum ve bunu bırakmayacağım sanılıyordu. Ama ben prensiplerimi ön planda tuttum. Mahkeme üzerindeki siyasi baskılara boyun eğemezdim. Bir yargıç vicdan, kanun ve adaletle karar verir. Yeni iktidarın aracı olmak istemedim.
İstifam, hem Amerika hem de Bağdat yönetimi için sürpriz oldu. Geri adım atmamı bekliyorlardı. Ama ben bu yargılamanın bağımsız olmadığını ve iradem dışında yönlendirildiğini gördüğüm için ayrıldım.
Yargı bağımsızlığı sadece yasalarla değil, uygulamada da korunmalıdır. Ancak bu mahkeme siyasi baskı altındaydı. Bazı yetkililer yargılamanın hızla sonuçlanmasını istiyor, medya ise mahkemeyi siyasi bir araç gibi sunuyordu. Bu koşullarda adil bir yargılamanın mümkün olmadığına inandım. Mahkemenin daha fazla yıpranmaması için çekilmenin en doğru adım olduğuna karar verdim. Hayat felsefeme göre, bazen bir yargıcın en adil kararı, görevi bırakmasıdır.
İstifanızdan sonra herhangi bir siyasi, toplumsal ya da güvenlik temelli baskı yaşadınız mı? Bu süreç yaşamınızda ne gibi değişikliklere yol açtı?
Görevden ayrıldıktan sonra doğrudan bir tehdit almadım. Ancak o dönemde yüksek profilli davalarda görev yapan yargıçlar için Irak’ta güvenlik endişesi her zaman vardı. Mahkeme sürecinde bazı tanıklar ve avukatlar hedef alınmıştı. Bu da yargı mensupları için ciddi bir tehdit oluşturuyordu.
İstifam Irak’taki Araplar ve Güney Kürdistan’daki Kürtler tarafından desteklendi. Ortaya koyduğum gerekçeler kamuoyunda karşılık buldu. İnsanlar bu kararın kişisel değil, hukuki ilkelere bağlı olduğunu gördü. Daha sade bir hayatı tercih ettim, aileme vakit ayırdım. Medya ilgisi yoğundu, bu nedenle bir süre sessiz kaldım. Toplumun bir kesimi kararımı anlayışla karşıladı, bir kısmı hayal kırıklığı yaşadı. Ancak zamanla bu kararın bir geri çekilme değil, bir duruş olduğu anlaşıldı.
Ben hakimliği her şeyin üstünde bir sorumluluk olarak gördüm. Bir hakim, vicdanıyla hareket etmeli ve hiçbir makamı kendinden üstün görmemelidir. Bu süreç bana yargıcın en büyük gücünün vicdanı olduğunu gösterdi. Görevden ayrılarak bir şey kaybetmedim; aksine yargıya olan inancımı korudum. Bugün aynı şartlar olsa yine aynı kararı verirdim.
Aradan geçen yılların ardından Saddam Hüseyin’in yargılanma sürecini hukuki açıdan nasıl değerlendiriyorsunuz? Eksik kalan yönler veya pişmanlıklarınız var mı?
Açık konuşmak gerekirse, bu dava hukuki açıdan birçok tartışmalı unsura sahipti. Mahkemenin kuruluş yapısı, işleyişi, tanık güvenliği ve bazı kararlar bakımından ciddi eksiklikler yaşandı.
Ben başkanlık ettiğim dönemde elimden gelenin en iyisini yapmaya çalıştım. Ancak bu dava yalnızca bir hukuk meselesi değildi, aynı zamanda derin bir siyasal meseleydi. Uluslararası baskılar, yerel siyasi çıkarlar ve kamuoyu tepkisi süreci doğrudan etkiledi.
Daha bağımsız ve güvenli bir ortamda, daha uzun ve kapsamlı bir yargılama yapılsaydı, tarih önünde daha güçlü bir adalet mesajı verilebilirdi. Buna rağmen dava, Irak halkının geçmişiyle yüzleşmesine imkan tanıdı. Eksiklikleri olsa da bu bir hesaplaşma süreciydi ve geri döndürülemez bir tarihi dönüm noktası olarak kayda geçti.
Uluslararası hukuk çevreleri ve dünya kamuoyu bu mahkemeye ve sizin rolünüze nasıl yaklaştı?
Süreç başladığında dünya kamuoyu büyük bir dikkatle mahkemeyi izliyordu. Uluslararası hukukçular, insan hakları kuruluşları ve medya temsilcileri süreci değerlendirdi. Kimileri mahkemeyi “kazananların adaleti” olarak tanımladı, kimileri ise Irak’ın kendi yargı sistemini inşa etme çabası olarak gördü.
Kişisel olarak bana yönelik yorumlar da farklıydı. Bazıları sanıklara çok fazla konuşma alanı tanıdığımı ve fazla sabırlı olduğumu söyledi. Kimileri ise süreci yeterince güçlü yönetemediğimi iddia etti. Ama ben adaletin sabırla sağlanacağına inanıyordum. Mahkemeyi güç gösterisine değil, hukuka dayandırmak istedim.
Sonuçta bu dava, uluslararası kamuoyunda Irak’ın geçmişiyle hesaplaşma süreci olarak kayda geçti. Eleştiriler oldu ama ben hukukun siyasete kurban gitmemesi için elimden geleni yaptım. Görevim hüküm vermek değil, adil bir süreci yürütmekti. Bu sorumluluğu elimden geldiğince yerine getirdim.
DEVAM EDECEK...















