Türk Devlet Aklı IV: MİT elitlerin savaşına giriyor

Dosya Haberleri —

Pablo Picasso Minotaurus

Pablo Picasso Minotaurus

  • Teşkilat içinde ‘Kürt Sorunu’ uzmanı olarak bilinen Emre Taner manifesto olarak nitelendirdiği metin ile ne anlatmak istiyordu? Dünya sisteminin yeniden şekillendiğine dair vurgularla dolu olan manifestonun satır araları incelendiğinde Türk devlet aklı açısından birbiriyle bağlantılı üç çıkarım/uyarı göze çarpmaktadır.

     ‘Türk Devlet Aklı – III’ devam yazısında, Türk devlet aklının ikinci sürümünün temel niteliklerine ve soğuk savaş sürecince askeri elitlerin öncülüğünde nasıl güncellenerek organize edildiğine odaklanılmıştır. İkinci sürümde uluslararası düzene ayak uydurulurken devlet aklının yeni rekabet alanlarının MGK ve paramiliter gruplar üzerinden şekillendiği, bu rekabet alanlarının kayıt-dışı şiddet kapasitesi bağlamında bir sonraki sürüme aktarıldığı iddia edilmiştir. Ayrıca Türkiye siyasetinde sıklıkla kullanılan ‘derin devlet’ kavramın, sanılanın aksine, gizli-kapaklı araştırmaların değil devlet aklına sirayet edebilmek adına rekabet halinde olan elitler arası ilişkilerin konusu olduğunun altı çizilmiştir. Son olarak, 1991 yılında Sovyetlerin dağılmasıyla sona eren soğuk savaş atmosferinin ardından yükselen demokratikleşme söyleminin, 1990’ların ortalarından itibaren örtük 2000’lerin başından itibaren ise görünür olarak Türk devlet aklı tartışmasına eklemlendiği belirtilmiştir. Demokratikleşme sürecinin devlet seçkinleri arasında ilk etapta ortaklaşma temelli bir rekabet şeklinde uygulandığı vurgulanmıştır. Dünya sisteminde yaşanan bu değişimin, AKP’nin varlığını borçlu olduğu ana dinamik olduğu ve askeri elitlerin de bu değişime uyum sağlamak adına çeşitli tavizler verdiği hatırlatmaları yapılmıştır.

     Fakat; demokratikleşme süreci ile bağlantılı olarak devlet seçkinleri arasındaki ortaklaşma temelli rekabet çok geçmeden büyük bir çatışmaya evirilecektir. 2007-2017 yılları arasına tekabül eden bu çatışma, hem askeri-siyasal-bürokratik elitlerin birbirleri ile kıyasıya bir mücadeleye girişmesine hem de Türk devlet aklı açısından ikinci sürümden üçüncü sürüme geçiş dönemine işaret edecektir. İkinci sürümün neden/nasıl sonlandığına ve üçüncü sürüme geçişin neden/nasıl başladığına dair bir genel çerçeve sunabilmek için Türk devlet aklı tartışmasının ana argümanlarını yeniden ele almak gerekir. Ayrıca, devlet seçkinlerinin dönemsel vaziyetine göz atarak birbirleriyle rekabet halinde olan aktörlerin geçiş aşamasında hangi imkanlar/kısıtlar ile hareket ettikleri anlaşılabilir.

     Türk Devlet Aklı – 3. Sürüme Doğru / Vaziyet

     2000’lerin başı itibariyle; askeri elitler, devlet aklının ikinci sürümü boyunca (1960-2007) yürütücü pozisyonda olmanın verdiği birikim, yüksek yargı organları ve siyasal partiler arasındaki etki kapasiteleri ile elitler arası rekabetin en güçlü öğesidir. Elbette farklı dünya görüşlerinden askeri grupların varlığından bahsedilebilir, lakin genel olarak askeri elitlerin Kemalizm ekseninde bir merkezi güç olarak davrandığı ve ona göre ittifaklar/cepheler oluşturduğu görülmektedir. Bürokratik elitler, 1990-2002 yılları arasında 12 hükümet değişikliğine uğramış siyasal alanın devamlı olarak müdahalesine maruz kaldıkları için oldukça parçalı durumdadırlar. 1970’lerden beri özellikle bürokraside örgütlenen ve her iktidar ile çalışabilecek esneklikte olan Gülen Cemaati mensuplarının hükümet değişikliklerine rağmen bir grup olarak hareket edebildikleri görülmektedir. Siyasal elitler ise ortak çıkarlar temelinde istikrarlı birliktelikler kuramadıkları için sürekli olarak başarısızlıkla sonuçlanan ya da kesintiye uğrayan koalisyon hükümetleri ile temsil edilmektedirler. 2002 seçimlerinde AKP’nin tek başına iktidar olması ile siyasal elitlerin devlet seçkinleri arasında daha güçlü bir pozisyona evirilebilmesinin ihtimali belirmiştir.

     Bu karşılaştırma ışığında, siyasal ve bürokratik elitlerin henüz merkezi bir güç haline gelemedikleri ve devlet aklının yürütücüsü olabilmek adına birbirleriyle ittifak yapmak zorunda oldukları açıktır. Fakat AKP ve Gülen Cemaatinin benzer ideolojik formasyonlara sahip olması ittifakın kolaylaştırıcı unsuru olsa da devamlılığı için geçerli teminat değildir. Zira Türk devlet aklının rekabete dayalı mantığı ideolojiler ekseninde değil esnek çıkarlar üzerinden şekillenmektedir. 1990’ların sonunda ağır darbeler almış İslamcı siyasal yapılanmaların format değişikliğine giderek yeniden sahneye çıkmaları ve bürokratik elitlerin içinde senkronize olabilecekleri bir grupla ittifak kurma potansiyelleri, askeri elitler için bir alarm durumuna işaret etmektedir. Siyasal elitlerin yetki kapasitesini eline alan AKP’nin sandık performansını yıllara yayarak devam ettirip-ettiremeyeceği henüz belli olmasa da askeri elitlerin bir karar aşamasında olduğu görülmektedir: Türk devlet aklının dümeninde olmaya devam edebilmek için devlet içindeki tüm etki kapasitesini kullanarak siyasal ve bürokratik elitleri dize getirmek ya da çeşitli tavizler vererek devlet aklının yürütücülüğünden vazgeçerek bir denge unsuru olmak. Peki elitlerin vaziyeti neye göre ve nasıl şekillenecektir?

     Türk devlet aklı yönetiminde elitlerin kendi çıkarlarını korumak adına aldıkları rasyonel kararlar kadar önemli olan ve rekabetin hangi dinamikler üzerinden ne zaman/nasıl şekilleneceğini belirleyen asıl etkenin dünya sistemindeki değişimler olduğu unutulmamalıdır. Zira bu yapısal etken göz ardı edildiğinde elitler arası rekabetin klasik bir çıkar-çatışmasından ya da iktidar arzusundan başka bir şey olmadığı hatasına düşülebilir. Halbuki; dünya sisteminde yaşanan değişimlerle bağlantılı olarak askeri-siyasal-bürokratik elitlerin yeni rekabet alanlarına sahip olması hem devlet aklının güncellenmesi hem de devletin kapasitesinin genişlemesi anlamına gelir. Başka bir deyişle, rekabetin dünya sistemi ile bağlantılı olarak elitler aracılığıyla bir süreklilik halinde cereyan etmesi devlet aklını geleceğe taşıyan dönüştürücü güçtür. Elitlerin rekabeti ile devletin genişlemesi arasındaki denklem değişen dünya sistemine ayak uydurulurken yeniden formüle edilmektedir. Bu yüzden mühim olan, devlet seçkinleri arasındaki rekabetin dönemsel koşullar ve oyunlarla bağlantılı olarak kimin tarafından kazanılacağı değildir. Nihayetinde zamana göre rekabetin kazananları değişse de, günün sonunda değişmeyen tek şey devletin toplum karşısında nüfuz alanlarının büyümesidir. Peki; Türk devlet aklının ikinci sürümünde kurumsal olarak MGK ve pratik olarak paramiliter gruplar üzerinden cereyan eden elitler arası rekabetin devlet aklının üçüncü sürümündeki temel mücadele alanı neresi olacaktır?

 


El Kaide’nin 11 Eylül 2001 Salı sabahı ABD’nin New York kentine bulunan
Dünya Ticaret Merkezi’ne saldırısı, Ortadoğu için bir dönüm noktası oldu.  

 

     Türk Devlet Aklı – 3. Sürüme Doğru / İstihbarat

     Bu noktada dünya sisteminde yaşanan oldukça sarsıcı iki kırılmanın (11 Eylül Saldırılarının ve Arap Baharının) ehemmiyeti gözden kaçırılmamalıdır. Zira elitler arasındaki rekabetin büyüklüğünü ve sonucunu belirleyecek esas dinamik, iyi bir ön-hazırlık sürecinden geçmiş olmaları değil uluslararası düzendeki yeni değişimlerin tetikleyici gücüdür. Bu değişimler çok-kutuplu dünya düzenine geçişin sırasıyla teorik ve pratik altyapısını örerken, kırılmalardan ilki aynı zamanda Türk devlet aklının üçüncü sürümünün ana omurgasını oluşturacak bir ‘dip dalganın’ yüzeye çıkışına işaret etmektedir. Soğuk savaşın sona ermesiyle Amerikan çıkarlarıyla bağlantılı olarak düzenlenen dünya sistemi, 11 Eylül 2001 tarihli İkiz Kuleler ve Pentagon Saldırıları sonrası kısa süre içinde ikinci kez revizyona uğramıştır. Amerikan hegemonyasına meydan okuyan bu saldırılarla birlikte küreselleşmenin etkilerini ve bilgi-iletişim teknolojilerindeki gelişmeleri göz önünde bulunduran devletlerin güvenlik algılarında kapsamlı bir dönüşüm yaşanmıştır. Bu dönüşüm hem ‘terörizmle mücadelenin’ önem kazanmasına hem de yeni tehditlerin kaynağı olarak devlet-dışı aktörlere odaklanılmasına sebep olmuştur. Saldırılarından bir yıl sonra yayınlanan ve Bush Doktrini olarak dünya siyasetine lanse edilen ‘ön-alıcı müdahale konsepti’ ile devletlerin kendilerini korumak için önceden davranmalarının yani potansiyel tehditlere ve risklere karşı savunma amacıyla saldırı yapabilmelerinin önü açılmıştır.

     11 Eylül Saldırılarının önlenmesi hususunda yaşanan istihbarat eksikliği ise ön-alıcı müdahale konseptinin temel uygulama sahasının nereden başlayacağına işaret etmektedir. Böylelikle istihbarat teşkilatlarının yeni yetkilerle donatılmasının ve siber, finans, yapay zeka, açık kaynak istihbaratı gibi yeni çalışma alanlarının oluşturulmasının zemini yaratılmıştır. Devletlerin savunma ve iç işleri bakanlıkları bünyesindeki geleneksel istihbarat birimlerinin yanı sıra dış işleri, enerji, adalet ve hazine bakanlıklarının da kendi istihbarat birimlerini oluşturmasına imkan tanınmıştır. Ayrıca, istihbarat odaklı yeniden yapılanma sadece devletlerle sınırlı kalmamış özellikle uluslararası kuruluşlar, şirketler, bankalar tarafından risk yönetimi ve mali operasyon süreçleri için özel istihbarat-analizi departmanları oluşturulmuştur. Öte yandan 11 Eylül Saldırıları, süper-güç olarak lanse edilen Amerikan imajını sarsmakla birlikte soğuk savaş sonrası yeni dünya düzeni arayışlarını da şiddetlendirmiştir. Saldırılar sonrası gelişen Afganistan ve Irak işgalleri ile Amerikan etkisi devam ediyor gibi gözükse de hem 2008 küresel finans krizi hem de 2011 ‘Arap Baharı’ ile birlikte çok-kutuplu dünya sisteminin yerleşik bir form olmaya başladığı görülmektedir. Bu yüzden 11 Eylül Saldırıları sistemsel dönüşüm açısından bir kırılmaya işaret ederken devletler için de hazırlık ve pozisyon alma noktasında bir işaret fişeği anlamındadır.

     Uluslararası düzendeki bu dönüşümün bir benzerinin İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde de yaşandığı ve soğuk savaş sürecince asker-sivil koordinasyonunu güçlendirmek adına tüm ülkelerde Milli Güvenlik Kurullarının hayata geçirildiği hatırlanacaktır. Her iki sistemsel değişimin benzerliklerine dönük karşılaştırmalı en iyi örnek ABD’den verilebilir. ABD ilk değişime hazırlık için 1947’de çıkardığı Ulusal Güvenlik Yasası’ndan beri en kapsamlı yeniden yapılanma sürecine 11 Eylül Saldırıları sonrasında özellikle istihbarat birimlerinin yetkilerini ve kapasitelerini güçlendirerek girmiştir. Bu esnada, yani 2001 yılından itibaren emareleri belirmeye başlayan istihbarat temalı yeniden yapılanma tartışmaları giderek hız kazanırken, Türkiye Cumhuriyeti henüz 1991 sonrası demokratikleşme sürecine uyum sağlamak ile meşguldür. Fakat her dönemde olduğu gibi bu zaman zarfında da, istihbarat odaklı yeni güvenlik konseptleri kademeli olarak tüm devletler tarafından hayata geçirilirken Türk devlet aklının dünya sistemindeki bu değişimlerden azade olması mümkün değildir. Peki Türk devlet aklı bu köklü değişimleri ne zaman ve nasıl kavrayacaktı?

 



Taner; "İstikamet kötüydü, bahar geliyordu ve maratonu kaybedecek ülkeler 
içerisinde Türkiye de vardı."

 

     Türk Devlet Aklı – 3. Sürüme Doğru / Emre Taner

     5 Ocak 2007. Milli İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT) 80. yıl-dönümüne atfen dönemin müsteşarı Emre Taner tarafından kaleme alınan bir yazı kamuoyu ile paylaşıldı. İlk defa bir MİT müsteşarı tarafından hazırlanan kısa fakat kapsamlı bir analiz ‘dışarıya’ sunuluyordu. Peki Teşkilat içinde ‘Kürt Sorunu’ uzmanı olarak bilinen Emre Taner manifesto olarak nitelendirdiği bu metin ile ne anlatmak istiyordu? Dünya sisteminin yeniden şekillendiğine dair vurgularla dolu olan manifestonun satır araları dikkatlice incelendiğinde Türk devlet aklı açısından birbiriyle bağlantılı oldukça hassas üç çıkarım/uyarı göze çarpmaktadır. İlki; 11 Eylül saldırılarının ardından gelişen Afganistan-Irak işgalleri ve küreselleşme-teknoloji alanlarındaki gelişmelerin etkileri etüt edilerek yakın gelecekte birçok ulus-devletin egemenliklerini kaybedeceği uyarısıdır. İkincisi; 2005-2006 yılları içinde farklı zaman aralıklarında MİT müsteşarı sıfatıyla İmralı’da Abdullah Öcalan ile, Ankara’da Sabri Ok ve Norveç Heyeti ile, Güney Kürdistan’da Mesud Barzani ve Celal Talabani ile yaptığı birçok görüşmenin etkisiyle muhtemel sorunların ve tehditlerin jeopolitik olarak doğuya doğru genişleyen bir dinamiğinin olduğu uyarısıdır. Üçüncüsü ise; Bush Doktrinin öne sürdüğü ön-alıcı müdahale konseptinden ilhamla Türk devletinin yeni gelişmeler karşısında artık ‘bekle-gör-tavır al’ taktiği ile hareket edemeyeceği uyarısıdır.

     Birçok araştırmacının ‘davranış bozukluğu’ tespitine vardıracak kadar tutarsızlıklarla dolu olduğunu düşündüğü Türk devletinin son 20 yıllık serüveni, Emre Taner’in manifestosu ile birlikte ele alındığında ‘davranış sürekliliği’ şeklinde değerlendirilebilir. Manifestonun kendinden menkul çıkarımlarına eşlik edecek bir soru devletin iç ve dış dengelerinde olup-bitenlere dönük kafa karışıklıklarını giderebilir. 21. yüzyılın güvenlik algısının istihbarat teşkilatlarının önemini hiç olmadığı kadar arttırdığını savunduğu bu manifesto ile Emre Taner aslında kime-neden sesleniyordu? Kendi ifadesi ile: ‘’Aslında devlete verilmiş bir manifesto değildi, bir itiraftı, halka anlatmaydı. Kendimizi bir yerlere anlatamadığımız zaman halka anlatmak ihtiyacını hissettik…İstikamet kötüydü, bahar geliyordu ve maratonu kaybedecek ülkeler içerisinde Türkiye de vardı.’’ Emre Taner bu cümleleri, 9 Kasım 2016 tarihinde TBMM’de 15 Temmuz ‘darbe girişimini’ aydınlatmak için kurulan komisyona bilgi verirken manifestosunun hükümetleri çok etkilediği bahsi açılınca sarf etmiştir. Emre Taner’in oldukça mütevazi izahatları karşısında ikna olmak ya da Türk devlet aklının tüm kıvrımlarının bilgisine sahip olan bir kişinin naifliğine inanmak siyaseten yapılması gereken en son iştir.

     Emre Taner’in kime-neden seslendiğini kavrayabilmek için manifestonun ‘Türk devlet aklı çevirisine’ odaklanmak gerekir: Birbiriyle rekabet halinde olan devlet seçkinlerine hitaben, kaba tabirle; ‘Beyler! Uçak türbülansa girecek. Herkes önlemini alsın.’ ikazını yaparken aynı zamanda ‘MİT’ten taraf olmayan bertaraf olacaktır.’ imasıyla alttan alta muhataplarına meydan okuyordu. Bu kısık sesli meydan okuma girişimi Türk devlet geleneğinin en bariz özelliklerinden biridir. Zira Türk devleti uluslararası sistemdeki dönüşümlere kayıtsız kalmama ve bu dönüşümleri devlet-içi rekabetin bir parçası haline getirebilme maharetine sahiptir. Bu yüzden Emre Taner’in manifestosu, soğuk savaş döneminden farklı olarak gelecek yılların öngörülmesi zor tehditleri karşısında sadece MİT’in güçlendirilmesinin zorunlu olduğunu iddia etmez. Bu zorunluluğun bir yansıması olarak artık MİT’in de Türk devlet aklının yürütücüsü olmak adına elitler arası rekabetin bir parçası olacağının uyarısı yapar. Devlet aklının ikinci sürümünde çift-kutuplu dünya sistemine ayak uydurmak adına oluşturulan MGK’dan bir ‘canavar’ yaratmayı başarabilen Türk siyasal kültürünün, devlet aklının üçüncü sürümünde çok-kutuplu dünya sistemine ayak uydurmak adına revize edilecek MİT’ten bir demokrasi bekçisi çıkarmayacağı açıktır.

     Türk Devlet Aklı – 3. Sürüme Doğru / Hukuk-dışı Mücadele

     Emre Taner’in savaş düdüğünü çalmasının hemen ardından sırasıyla; 27 Nisan 2007 tarihinde Genelkurmay Başkanlığı tarafından e-muhtıranın yayınlanması, 12 Temmuz 2007 tarihinde Ergenekon soruşturmasının başlaması, 14 Mart 2008 tarihinde AKP’ye yönelik kapatma davasının açılması kamuoyuna yansıyan devlet-içi ilk hareketlenmelerdir. Bu sırada perde arkasında yaşanan gelişmeleri anlamak ve Emre Taner’in manifestosunun siyasal elitlerin gözünden nasıl kavrandığını görebilmek için 3 Ağustos 2014 tarihinde Mir Dengir Mehmet Fırat ile yapılan söyleşiye bakılabilir. Oldukça ilginç tespitler ve itiraflarla dolu olan eşine az rastlanır bu söyleşi, aynı zamanda Türk devlet aklının üçüncü sürümünün ana hatlarını belirlemek adına bir tartışma taslağı olarak da kullanılabilir. Dönemin AKP genel başkan yardımcısı olan Sayın Fırat, askeri elitlerin aracılar vesilesiyle yaptıkları parti kapatma uyarılarını Recep Tayyip Erdoğan ile paylaştığında kendisine ‘Böyle saçmalık mı olur? Bizi niye kapatsınlar?’* şeklinde cevap verdiğini söylüyor ve ekliyor: ‘’Aynı kararlılıkla devam ettik; ama çok kısa süre sonra kapatma davası geldi. Kuyruğu zor kurtardık! Bir mücadele gerekiyordu ve bunu hukuk içinde yapabilmek pek mümkün değildi. Çünkü karşınızdaki hukuki bir yapılanma değildi. Bir altyapı hazırlanmaya başlandı. Polis istihbarat biriminin güçlendirilmesi…MİT o gün askerin denetimi altındaydı. Sivil iktidarla hiçbir ilişkisi yoktu. Emniyet içinde bir istihbarat örgütünün hem hukuken, hem personel olarak güçlendirilmesi hedeflendi.’’

     Bu cümleler, Türk devlet aklının rekabete dayalı mantığını tanımlayabilmek için kullanılabilecek en uygun tabiri ortaya çıkarmaktadır: Hukuk dışı bir mücadele. Peki devlet seçkinlerinin birbirlerine karşı uygulamaktan geri durmadıkları hukuk dışı mücadelelerin pratik ayakları nasıl oluşturulacaktır? Ayrıca hukuk dışı mücadeleler devlet seçkinleri arasındaki rekabetin seyrini, birbirlerine karşı ittifak ve cephe arayışlarını nasıl şekillendirecektir? Sayın Fırat’ın ağzından, devlet aklının yürütücüsü olabilmek adına askeri elitlere karşı yapılacak ‘hukuk dışı bir mücadelenin’ istihbarat kurumları üzerinden başarılabileceği en yalın ifadelerle açıklanmaktadır. Bunun için de, yani ‘polis istihbarat biriminin güçlendirilmesi’ hususunda Gülen Cemaati ile masaya oturulması gerektiği açıktır. Böylelikle dönemin bürokratik elitleri içindeki en güçlü kanat olan Gülen Cemaati ile siyasal elitlerin merkez gücü haline gelen AKP arasındaki işbirliğinin artık yargı alanından güvenlik sahasına taşındığı görülmektedir.

     Fakat bu hamle aynı zamanda bir şark kurnazlığı hikayesinin ilk satırlarının yazılması anlamına gelmektedir. Zira Sayın Fırat’ın ima ettiği şekilde ne MİT askerin kontrolündedir ne de elitler arası ilişkiler tek yönlü ve sınırları belirlenmiştir. Devlet aklının ikinci sürümünde üçüncü sürümüne geçerken işler göründüğünden çok daha karmaşık bir şekilde ilerlemektedir.

     Türk Devlet Aklı – 3. Sürüme Doğru / Şark Kurnazlığı

     Öncelikle; kısmen parçası olduğu şark kurnazlığı hikayesinden fazlasıyla etkilenmiş olan Sayın Fırat’ın MİT ve siyasal elitler arasındaki ilişkisizliğe dair tespitinin düzeltilmesi gerekir. 1992 yılında ilk defa askeri gelenekten olmayan bir kişi (Sönmez Köksal) MİT müsteşarı olarak atanmış, ardından gelen tüm MİT müsteşarları yine asker kökenli olmayan isimlerden seçilmiş, ve nihayetinde MİT bünyesindeki asker ağırlıklı personel sayısı yıllar içinde kademeli olarak azaltılarak MİT’in sivilleşmesinin önü açılmıştır. Daha da önemlisi, dönem itibariyle siyasal elitler ve MİT arasındaki ilişkinin stratejik düzeyini göz ardı etmek, bugün devlet-içi dengelerde ortaya çıkan sonuçların tesadüfen ya da yanlışlıkla olduğunu iddia etmek anlamına gelir. Bahse konu olan zaman diliminde siyasal elitlerin MİT üzerinde nasıl bir etkiye sahip olduğunu daha iyi anlamak için 1 Temmuz 2009 günü PKK yöneticileri ve MİT mensupları arasındaki Oslo-4 buluşmasına bakılabilir. Yemek için görüşmelere ara verildiği sırada Emre Taner’in yerine kimin MİT müsteşarı olabileceği konusu açılınca masada bulunan müsteşar yardımcısı Afet Güneş, teamüle göre kendisinin müsteşar olması gerektiğini belirtir ve ekler: “Müsteşar olmam için üç imzaya ihtiyaç var. Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ imza verir ama diğer iki imzadan (Gül ve Erdoğan) emin değilim.” Ziyadesi ile net olan bu açıklamanın ışığında denilebilir ki; elbette dönem itibariyle askeri elitlerin MİT üzerinde bütünlüklü bir denetimi yoktu ama etkisi vardı ve elbette siyasal elitlerin MİT ile yüksek düzeyde teması vardı ama henüz arzu ettikleri seviyeyi yakalayabilmiş değillerdi. Zira şark kurnazlığı hikayesinin esas oyuncusu henüz sahneye teşrif etmiş değildi.

     Devlet seçkinleri arasındaki şark kurnazlıklarının ufak teferruatlar olarak görülebilecek ‘incelikleri’ ihmal edildiğinde Türk devlet aklının üçüncü sürümü hakkında analiz yapabilmek zorlaşacaktır. Örneğin; Sayın Fırat’ın oldukça sarsıcı açıklamaları vasat bir okuma ile ele alındığında, bürokratik elitler (Cemaat) ile siyasal elitler (AKP) arasındaki işbirliğinin bir benzerinin 1950-1960 yılları arasındaki devlet aklının birinci sürümünden ikinci sürümüne geçişte bürokratik ve askeri elitler arasında tecrübe edildiği izlenimi uyanabilir. Lakin durum farklıdır, devlet aklının ikinci sürümünden üçüncü sürümüne geçiş döneminde elitler arası işbirliğinin tek yönlü ele alınması mümkün değildir. Bunun üç temel sebebi vardır. İlki; elitler arası rekabetin dozajı yükseldikçe birbirleri arasındaki sınırların korkunç derecede bulanıklaşması adeta kimin elinin kimin cebinde olduğunun kestirilememesidir. Elitler arası işbirlikleri değişkenlik gösterebileceği için bu ilişkilenme biçimleri stratejik düzeyde değil taktik düzeyde ele alınmak zorundadır. İkincisi; Türkiye’de istihbarat toplama yetkisine sahip kurumlar –Genelkurmay, Jandarma, Polis, MİT– arasındaki uyumsuzluk ve her birinin kendi özerk alanlarına sahip olması, istihbarat odaklı ‘hukuk dışı mücadelenin’ pek de kolay olmayacağına işaret eder. Bu yüzden sadece polis istihbarat biriminde örgütlenip diğer istihbarat birimlerinin varlığını göz ardı ederek büyük oyunun galibi olabileceğini varsayan bir oyuncunun ömrü kısa sürecektir. Üçüncüsü; Kürdistan Meselesinin 1 Haziran 2004 tarihinden sonra ulaşacağı etki kapasitesi, elitler arası rekabetin ortaklaşma ve çatışma dinamiklerinin sinir uçlarına işaret eder ve Türk devlet aklının büyüme sorunsalının ana konusudur. Devlet seçkinleri arasında Kürdistan Meselesi üzerinde tasarruf sahibi olmanın bir panzehir, başarısız olmanın ise bir zehir işlevi gördüğü hiçbir zaman unutulmamalıdır.

     Türk Devlet Aklı – 3. Sürüme Doğru / MİT vs. Sorular

     11 Eylül 2001 Saldırılarının ertesinde dünya sisteminde yaşanan dönüşümlerin, özellikle birkaç yıllık bir zaman dilimine (2007-2010) odaklanarak, Türk devlet aklına nasıl etki ettiğine dair yapılan ilk incelemede ortaya çıkan sonuç oldukça nettir: Devlet aklının ikinci sürümünden üçüncü sürümüne geçiş aşamasında devlet seçkinleri arasında yaşanacak büyük rekabetin merkez noktası Milli İstihbarat Teşkilatı’dır. 2017 yılında tamamlanacak olacak geçiş süreci boyunca devlet seçkinleri arasındaki birbirilerine karşı üstünlük sağlama girişimlerinin neredeyse tamamının MİT ile ilişkili olayların ve temaların üzerinden şekillendiği görülecektir. Fakat dikkat çekici olan, elitler arası rekabette MİT’in stratejik öneminin farkına varan ilk aktörün askeri-siyasal-bürokratik elitlerinden biri değil bizatihi Emre Taner şahsında MİT’in kendisinin olmasıdır. Bu yüzden MİT’in elitler tarafından ele geçirilmesinden ziyade MİT’in nasıl özerk bir varlık haline getirileceği, kimlerle ve hangi düzeyde ittifaklar yapacağı devlet aklının üçüncü sürümünün temel tartışma konusudur.

Dünya sistemindeki değişimler devletlerin güvenlik algılarında istihbarat olgusunun öncelikli hale gelmesine sebep olurken, bu yapısal değişimin Türk devlet aklı çevirisi niçin farklı istihbarat kurumları üzerinden değil de MİT’i merkeze alarak yapılmaktadır? Peki MİT ilk defa yardımcı oyuncu rolünden çıkarak aktif bir şekilde devlet aklı rekabetinin parçası olurken yapacağı ittifakları neye göre tayin edecektir? MİT’in oyuna dahil olması birlikte devlet seçkinleri arasındaki rekabetin değişim-dengesi nasıl seyredecektir?

 

     * Meraklısına Özel Not: Mir Dengir Mehmet Fırat, askeri elitlerin aracılar vesilesiyle yaptıkları parti kapatma uyarılarını Recep Tayyip Erdoğan ile paylaştığında kendisine ‘Böyle saçmalık mı olur? Bizi niye kapatsınlar?’ şeklinde cevap verdiğini söylüyor. İlk bakışta birçok okur, Erdoğan’ın yanı başındaki tehditleri nasıl görmediğine dair büyük bir şaşkınlığa ve hatta bu naiflik ile hayatta kalmış olmasının bir mucize olduğu fikrine kapılabilir. Lakin bakış açısını değiştirerek mevcut resme yeniden odaklanıldığında verilen tepkilerin ya da yapılan hamlelerin nedeni biraz daha iyi anlaşılabilir. Bunun için de Erdoğan’a bu üstü-kapalı tehdidin tahmini olarak ne zaman iletildiğini bilmek gerekir. Bilindiği üzere Genelkurmay başkanlığı tarafından AKP’ye açıktan bir uyarı mahiyetinde yayınlanan e-muhtıranın tarihi 27 Nisan 2007 ve AKP’ye yönelik parti kapatma davasının tarihi ise 14 Mart 2008’dir. E-muhtıra ile yapılan ilk uyarıyı karşılayan AKP’ye askeri elitlerin arka-kanaldan parti kapatma tehdidi yollaması, günü netleştirilemese de, bu iki tarihin arasındadır. Peki parti kapatma tehdidinin bu iki tarih arasında olmasının Erdoğan’ın ‘Böyle saçmalık mı olur? Bizi niye kapatsınlar?’ tepkileri ile bağlantısı nedir? Bunun için de 2007 yılının baharında sadece bir hafta içinde gerçekleşen devlet-içi diplomasi trafiğine bakmak gerekir. Askeri elitlerin AKP’ye ilk ikazı olarak değerlendirilen 27 Nisan 2007 e-muhtırasından hemen sonra dönemin başbakanı Erdoğan ile MİT müsteşarı Taner’in 5 gün içinde 3 defa görüşmesi sıradan bir durum olarak ele alınabilir mi? Elbette alınamaz. Bu yoğun görüşme trafiğinden birkaç gün sonra, 5 Mayıs 2007 tarihinde dönemin Genelkurmay başkanı Yaşar Büyükanıt ve Erdoğan arasında gerçekleşen Dolmabahçe görüşmesinin akabinde Büyükanıt’ın ‘ekmeğinin peşinde bir yurdum insanına’ dönüşmesi nasıl açıklanabilir? Somut verilerle açıklanamaz. Zira Dolmabahçe Görüşmesinden sonra haklı olarak yapılan tüm spekülasyonlara ve baskılara rağmen taraflar görüşmenin içeriğine dair kamuoyuna bilgi vermemiş ve hatta Büyükanıt ‘Benimle mezara gidecek!’ demiştir. Dolmabahçe görüşmesi öncesi Erdoğan’ın Taner ile 3 defa buluşmasının bu görüşmeye etki ettiği ve Erdoğan’ın 27 Nisan e-muhtırasını ‘bizzat kendim yazdım’ diyen Büyükanıt karşısında kudretli olmasına ya da uzlaşabilmelerine imkan sağladığı açıktır. Elbette hangi konularda uzlaştıkları bilenemez, lakin görüşme sonrası bir Genelkurmay başkanı olarak Büyükanıt’ın devlet seçkinleri arasındaki rekabette vites düşürmesi oldukça önemlidir. Büyükanıt görevinin başında iken askeri elitler eliyle önce parti kapatma tehdidinin ve ardından parti kapatma davasının açıldığı unutulmamalıdır. Haliyle, Taner’den destek alarak Genelkurmayın bir numarasını uzlaşmaya çekebilen Erdoğan’ın askeri elitler adına tehdit edilmesini saçmalık olarak görmesi normaldir. Yazı bağlamında ele alındığı üzere; Türk devlet aklının yürütücüsü olmak için elitlerin sarf ettikleri çabaların hukuk ve demokrasi gibi eşit koşullara çağrı yapan ölçütlerle alakası yoktur, Kemal Tahir’in veciz ifadesi ile ‘Kurtlukta düşeni yemek kanundur’.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.