Yasaklama, çözüm üret

Dosya Haberleri —

Kadın eylemleri / foto:AFP

Kadın eylemleri / foto:AFP

KCDP Temsilcisi Esin İzel Uysal ile iktidarın kadın politikalarını konuştuk: 

  • Türkiye’de uzun zamandır iktidarın derdi yurttaşın refahı değil, kendi iktidarının devamı. Kadın bedeni üzerinde kurulan tahakküm doğum yöntemine müdahale, kürtaj hakkının fiilen engellenmesi, kadınları yalnızca anne ve eş rolleriyle tanımlama, iktidarın bu yolda ilk kullandığı yöntemler.
  • İktidarın asıl odaklanması gereken, çocukların nasıl yaşayacağıdır. 23 Nisan’ı geride bıraktık; protokolde çocuklarla fotoğraf veriliyor, makam koltuklarına oturtuluyorlar ama çocuklar iş cinayetlerine kurban gidiyor, küçük yaşlarda çalışmak zorunda kalıyor, eğitim hakkına erişemiyor. 
  • Halk nezdinde karşılığı olmayan asıl yapı, AKP iktidarının kendisidir. Hep sandığa güvendiler, “bizi halk seçti” dediler ama artık seçilmediği bir aşamaya geldi. Geri dönülmez bir yoldayız ve bu yolun sonunda umut var. Artık kimse adına konuşamayacakları mutlu sona bir adım daha yaklaşıyoruz.

ERDOĞAN ALAYUMAT/İSTANBUL

 

İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme, 6284 sayılı yasanın uygulanmaması, ‘Aile Yılı’ ilanı, kürtajın fiilen erişilmez hale getirilmesi ve son olarak tıp merkezlerinde planlı sezaryen doğumun yasaklanması… İktidarın kadın bedeni üzerinden kurduğu politik müdahalelere her gün bir yenisi ekleniyor. Kadınların doğurma hakkı, kaç çocuk doğuracağı, nasıl doğuracağı birer iktidar politikasına dönüştürülüyor. 

Sorularımızı yanıtlayan Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu (KCDP) Temsilcisi Esin İzel Uysal, bu politikaların kadın kazanımlarını hedef aldığını belirterek, “Kadınlar her gün öldürülürken, her sabah yeni bir krizle uyanırken, yalnızca kadın bedeni söz konusu olduğunda ‘düzen’ aramak, ‘normal’i aramak iki yüzlülüktür. Bu konuda söz ve karar kadınlara aittir. İktidar da artık işine baksın” dedi. 

 

 

AKP, 2010 sonrasındaki politikalarında aileyi merkeze alan düzenlemelere imza attı. Erdoğan’ın “Her kürtaj bir Uludere’dir” söylemiyle başlayan müdahale silsilesini nasıl değerlendirmek gerekir?

‘Normal doğum’, ‘kaç çocuk doğurulacağı’ gibi tartışmalar bugün gündem olsa da bu, AKP'nin ilk yıllarından beri sürdürdüğü politikaların bir devamı. Tarihin farklı dönemlerinde ve farklı coğrafyalarda iktidarlar, devamlılığını sağlamak amacıyla kadın bedeni üzerinden çeşitli uygulamalar geliştirdi. Avrupa ve Amerika'da da kürtaj yasakları gündeme geldiğinde kadınların büyük eylemlerle buna karşı çıktığını gördük. Türkiye’de ise kadına “anne olmayan yarımdır” denildi, “en az üç çocuk” dayatıldı, şimdi de Sağlık Bakanı “aile en az bir çocukla olur” diyerek, aynı anlayışı sürdürüyor. Bu politikalar, kadın ve LGBTİ+ düşmanlığını besliyor. 

Sağlık Bakanlığı’nın yeni düzenlemesiyle tıp merkezlerinde planlı sezaryenin yasaklanması da bu çizginin devamı. Bunu sadece futbol sahasında açılan bir pankart ya da tıp merkezlerine ilişkin sınırlı yönetmelik gibi değerlendiremeyiz. Bu çıkışlar bize geçmişte kürtajla ilgili yaşananları hatırlatmalı. Bugün hâlâ -yasal olmasına rağmen- kamu hastanelerinde ve birçok özel hastanede kürtaj fiilen yapılamıyor.

Sezaryen doğum için de benzer bir tehlike mi görüyorsunuz?

Evet, aynı durum sezaryen doğum için de oluşabilir. Bugün ‘normal doğum’ adı altında annelik kutsanıyor. Ancak burada önemli olan, kadının kendi bedeni üzerindeki karar hakkıdır. Tıbbi olarak bir sorun varsa elbette hekimin de söz hakkı vardır; ama son karar yine kadına aittir. Bugün bu alanda bilim ve teknolojiyle gebelik yöntemlerinin her türlüsü teşvik ediliyor. Bir yandan tüp bebek denilirken, diğer yandan sadece bir yöntemi ‘doğal’ diyerek dayatmak bilimsellikten de uzaktır. 

Ülkede anayasa uygulanmazken, kadınlar her gün öldürülürken, her sabah yeni bir krizle uyanırken yalnızca kadın bedeni söz konusu olduğunda ‘düzen’ aramak, ‘normal’i aramak iki yüzlülüktür. Bu konuda söz ve karar kadınlara aittir. İktidar da artık işine baksın.

 

 

Erdoğan, 2000'li yılların başından bu yana “en az üç çocuk” açıklamaları yaptı; “nüfusumuz ne kadar artarsa o kadar güçlü olacağız” dedi. Peki, bir ülkenin gelişmesinde kadının doğurganlığı belirleyici midir?

Kesinlikle hayır. Nüfus oranını arttırmak istemelerinin nedeni genç nüfus oranı azalıyor, doğurganlık hızı düşüyor. Ancak bunun nedeni kadınlar değil, iktidarın yarattığı ekonomik ve sosyal kriz ortamıdır. Böyle bir ortamda iktidarın verdiği 3-5 bin TL destek bir anlam ifade etmiyor. İnsanların tercihlerini özgürlükleri belirliyor. Genç kadınların hayattaki hedefi evlenmek ya da çocuk yapmak değil, özgürlük alanlarını genişletmek oluyor. Peki iktidar neden bu politikayı benimsiyor? Çünkü genç ve ucuz işgücüne ihtiyaçları var. “Nüfus artsın, daha fazla işgücü çoğalsın” istiyorlar. Bu da sermayeye ucuz emek sağlarken iktidarlarını da sürdürülebilir kılıyor. Dünyaya baktığımızda en refah düzeyi yüksek ülkeler genç nüfusa sahip olanlar değil. Tam tersine, örneğin Kuzey Avrupa ülkeleri, nüfusu genç olmamasına rağmen en mutlu, refahın en yüksek olduğu ülkeler.

Türkiye’de ise uzun zamandır iktidarın derdi yurttaşın refahı değil, kendi iktidarının devamı. Kadın bedeni üzerinde kurulan tahakküm doğum yöntemine müdahale, kürtaj hakkının fiilen engellenmesi, kadınları yalnızca anne ve eş rolleriyle tanımlama, iktidarın bu yolda ilk kullandığı yöntemler.

 

 

Sizce mevcut hükümet kadın cinayetlerine, tecavüzlere, çocuk istismarına karşı farkındalık yaratıp caydırıcı yasalar çıkarmak yerine neden tüm odağını kadın bedeni üzerinden kuruyor?

Gerçekten eşit bir toplum inşa etmek isteyen bir iktidarın öncelikle ele alması gereken konu toplumsal cinsiyet eşitsizliğidir. Kadın cinayetleri, çocuk istismarı, cinsel şiddet gibi konular bu ülkedeki en yakıcı toplumsal sorunların başında geliyor. Ancak ne yazık ki hükümetin politikaları bu sorunları çözmüyor, tam tersine körüklüyor.

‘Aile’ vurgusu arttıkça, kadınlara nasıl doğuracağı, kaç çocuk yapacağı, bedenini nasıl kullanacağı ile ilgili söz söyledikçe bu eşitsizlik derinleşiyor. Erkek fail, “iktidar bunu söylüyorsa, ben öldürürüm ve hiçbir şey olmaz” diye düşünüyor. 

Bunun en somut örneğini 2024 yılında yaşadık. 2004, Medeni Kanun’un hedef alınmasıyla başladı; ardından ‘ailenin güçlendirilmesi’ politikaları geldi. Biz çok uyardık: “Bu gidişle kadın cinayetleri artacak” dedik. 2024, kadın cinayetlerinde en yüksek sayıların görüldüğü yıl oldu. Yalnızca bir yılda 394 kadın erkekler tarafından öldürüldü, 297 kadın ise şüpheli şekilde yaşamını yitirdi. Tüm uyarılarımıza rağmen iktidar 2025’i “Aile Yılı” ilan etti. Kadınlar neden öldürülüyor? Çünkü iktidar, böyle bir politika izliyor. Kimse “Biz bu sorunu çözmek için şunları yapacağız” demiyor. Tam tersi, “şiddete karşıyız” derken, bir yandan da toplumsal cinsiyet eşitsizliğini artıran politikaları sürdürüyor.

 

Kadın eylemleri / foto:AFP

 

Türkiye’de son yıllarda çocuk cinayetleri, eğitim ve beslenme hakkına erişimleri gibi ciddi sorunlar yaşanıyor. Sizce hükümetin önceliği bir çocuğun nasıl dünyaya geleceği mi olmalı, yoksa nasıl bir yaşam süreceği mi?

İktidarın asıl odaklanması gereken, çocukların nasıl yaşayacağıdır. 23 Nisan’ı geride bıraktık; protokolde çocuklarla fotoğraf veriliyor, makam koltuklarına oturtuluyorlar ama çocuklar iş cinayetlerine kurban gidiyor, küçük yaşlarda çalışmak zorunda kalıyor, eğitim hakkına erişemiyor. Şirin adında 6 yaşında bir çocuk sokakta dilencilik yapmak zorunda bırakıldı ve sokakta öldürüldü. İzmir’de, barakada yanarak can veren kardeşleri hatırlayalım. Aile Bakanlığı o olaydan sonra “Çocukların durumunu görmüştük ama yapacak bir şeyimiz yoktu” dedi. Bir bakanlık nasıl hiçbir şey yapamaz? 

TÜİK verilerine göre her dört çocuktan biri işçi. Çocukların üçte biri et yiyemiyor, 10 çocuktan birinin giyecek ayakkabısı yok. Bunlar devletin verileri. Durum böyleyken bir çocuğun ‘nasıl doğduğunun’ bir önemi yok. Asgari ücret dört ayda eridi, aileler açlık sınırının altında yaşamak zorunda. Kreş imkanı sağlamıyor, olanları da kapatıyorlar. İktidarın dediğini yapalım ve çok çocuk doğuralım, peki bu çocuklara nasıl bir gelecek sunacağız? Ne yiyecek bu çocuklar, nerede eğitim alacaklar, nasıl büyüyecekler? Devletin önceliği bu sorulara yanıt bulmak olmalı. 

 

 

Sağlık Bakanlığı’nın tıp merkezlerinde planlı sezaryeni yasaklaması, kadınları özel hastanelere yönelmeye mecbur bırakıyor. Bu durumu sağlık hizmetlerine erişim hakkı açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tıp merkezlerinde planlı sezaryenin yasaklanması, kadınları mecburen özel hastanelere yönlendirecek. Özel hastanelerin büyük çoğunluğunun iktidara yakın çevrelerle ilişkili olduğunu göz önüne aldığımızda, planlı sezaryen uygulamasının özel hastanelerde de keyfi olarak engellenmesi ihtimali oldukça yüksek. Kaldı ki, kadınların büyük bir kısmının özel hastaneye gidecek parası yok. Özel hastanelerde bırakın doğum yapmayı, ilaç dahi alamayan milyonlar var. Devlet hastanelerinde ise, yalnızca randevu almak için bile aylarca sıra beklemeniz gerekiyor. Bir de bunun üzerine, planlı sezaryenin fiilen yasaklanması gibi bir tehlike söz konusu. İktidarın yapması gereken, sağlık hakkını ücretsiz biçimde yararlanması için gerekli düzenlemeleri yapmak olmalı. Daha önce sırf özel hastanelerde para kazanılsın diye yeni doğan bebeklerin öldürüldüğünü gördük.

Erdoğan, 2022’deki bir konuşmasında Kürtlerin demografik yapısını hedef alarak, “Bak PKK’nın 5 tane, 10 tane, 15 tane var” dedi. Dolaylı olarak Kürtleri hedef aldı. O açıklamayla bugün arasında nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?

Bu açıklama, son derece gerici bir söylemdi. Ama iktidarın bugüne kadarki tüm açıklamalarına ve politikalarına baktığımızda, hepsi bir bütünlük içerisinde ve birbirini destekleyen bir şekilde seyrediyor. Toplumda artık ayrıştırmadıkları ve hedef göstermedikleri hiçbir toplumsal güç kalmamış vaziyette. Bu ırkçı yaklaşıma kadar geldiler. 

 

 

Son olarak, kadınların tüm bu müdahaleler karşısındaki tavrı nasıl olmalı?

Bu tür müdahalelere elbette ki izin vermemek gerekiyor. Kim bizim adımıza konuşmaya kalkarsa, “Orada dur, bu senin haddine değil” dememiz lazım. Sivasspor maçındaki pankarta karşı gelişen tepkinin yerinde ve doğru olduğunu düşünüyorum. Bu tür tepkileri sürdürmeliyiz ki ortaya çıkan tehlikeleri durdurabilelim. Ancak burada önemli bir fark var. İktidar kadınların nasıl doğuracağına dair ilk kez konuşmuyor. Daha önce de ‘normal doğum’ üzerinden açıklamalar yapılmıştı; Emine Erdoğan’ın açıklamaları, başka maçlarda açılan benzer pankartlar oldu ama bunlar bu kadar gündem olmadı. Bu seferki tepkinin bu denli büyümesini, 19 Mart’ta başlayan Saraçhane eylemleriyle bağlantılı olduğunu görüyorum. Toplum şu anda çok ciddi bir özgüven kazandı. Kendi gücünün farkında, kimsenin onun adına konuşamayacağını biliyor. 19 Mart’tan bu yana tüm baskı, gözaltı ve tutuklamalara rağmen, “Ben anayasal hakkımı kullanıyorum ve kullanmaya devam edeceğim” ısrarı bir kitlesellik yakaladı. Korku duvarı aşıldı ve iktidar meşruiyetini büyük oranda yitirdi.

Toplumun bugün sezaryen tartışmasına gösterdiği tepki buradan aldığı özgüvenden besleniyor. Bundan geri düşmemeliyiz. İktidar bugüne kadar kendisine karşı olanları marjinal, bir avuç, toplumda karşılığı olmayan insanlar olarak göstermeye çalıştı. Ama bugün söyledikleri aslında kendisine tekabül ediyor. Halk nezdinde karşılığı olmayan asıl yapı, AKP iktidarının kendisidir. Hep sandığa güvendiler, “bizi halk seçti” dediler ama artık seçilmediği bir aşamaya geldi. Direngenliğimizi korumalıyız. Geri dönülmez bir yoldayız ve bu yolun sonunda umut var. Artık kimse adına konuşamayacakları mutlu sona bir adım daha yaklaşıyoruz.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.