Kürtler hafızakırıma nasıl direnecek?

Dosya Haberleri —

ADNAN CELIK

ADNAN CELIK

  • Antropolog Dr. Adnan Çelik, röportajımızın ikinci bölümünde, Türkiye’deki toplu şiddet potansiyelini, metropollerdeki yeni Kürt kuşağını ve Türk devletinin hafızakırım siyasetini değerlendiriyor.

 

OSMAN OĞUZ

Antropolog Dr. Adnan Çelik, röportajımızın ikinci bölümünde, Türkiye’deki toplu şiddet potansiyelini, metropollerdeki yeni Kürt kuşağını ve Türk devletinin hafızakırım siyaseti ile buna karşı direnişin olanaklarını değerlendiriyor.

Belki birçok kentteki HDP binalarının aynı gecede saldırıya uğradığı öyle bir gün hafızamızda olduğu için de bunu daha hızlı düşünür hale geliyoruz ama: İzmir’deki saldırı ve son linçler ardından Türkiye’de Kürtlere yönelik pogromların ihtimal dahilinde olduğunu söylemek mümkün mü? Bunu konuşmak gerekiyor mu?

Böyle sorular gündeme geldiğinde geçmişe de bakmak gerekiyor. Bu ülkenin geçmişi, bu topraklar üzerinde tahayyül edebildiğimiz veya edemeyeceğimiz her şeyin gerçekleşme olasılığının olduğunu gösteriyor. Pogromlardan soykırıma, linçten zorla yerinden etmeye, işkenceden zorla kaybetmelere  kadar aklımıza gelebilecek bütün şiddet repertuarı, maalesef çok zengin bir biçimde duruyor karşımızda. Bu anlamda geçmişteki yaşanmışlıklar, maalesef bize bunların gelecekte olmayacağını söylemiyor.

Tabii bir de şeyi söylemek lazım: Bu toplumsal süreçlerin bir formülü yok. Bunlar, belli tarihsel anlarda, bir sürü farklı bileşkenin bir konfigürasyon içinde birikmesiyle ortaya çıkıyor. Kitlesel şiddet üzerine çalışan tarihçi ve sosyologların ortaya koyduğu birtakım modellemeler, öngörüler var ama böyle şeyleri gerçekten öngörmek imkansız.

6-7 Eylül 1955’teki pogromu düşünelim. Demokrat Parti, 50’lerin başında ilk defa iktidara gelmiş ve Kürtler dahil herkes ülkede muazzam bir demokratikleşme bekliyor ama çok kısa bir süre içinde neler olduğunu görüyoruz.

Beni kaygılandıran bir de şöyle bir şey var: Türkiye’de şiddet, sadece dikey gelmiyor; esas olarak iktidardakilerin kendi ajandaları, gündemleri üzerinden mobilize edilen bir şiddet var ama bir yandan da bütün bu bahsini ettiğimiz Türk toplumsallaşması var. Türk-Sünni ethos, onun imtiyazlı konumu ve arzusu da aslında bu şiddetin sürekli yatay düzeyde de harekete geçirilebileceğini gösteriyor.

Türkiye’de şiddet, hem yatay hem dikey olarak çok hızlı mobilize edilebilecek bir kapasitede. Bekçiler, SADAT gibi yapıların hepsi, bize biraz da bunu gösteriyor. Yatay şiddetin harekete geçirilmesinin ihtimal olduğu her yerde de pogromlar, ihtimal dahilindedir; bunu hiçbir zaman unutmamak lazım.

Türkiye metropollerinde artık 90’lardan sonra ya da hatta 2000’lerden sonra doğan milyonlarca Kürt de var. Oradaki Kürtlerin halet-i ruhiyesini konuşurken bunu çok fazla, en azından 80’lerde ya da hatta 70’lerde doğanların hayata baktıkları yere göre değerlendirmiyor muyuz sence de? 90’lardan, 2000’lerden sonra Türkiye metropollerinde doğan Kürtleri önceki kuşaklardan ayıran ne?

Bir kere en sonda söyleyeceğimi en başta söyleyeyim: Bu konuda araştırmalara ihtiyacımız var. Gerçekten çok az şey biliyoruz; daha doğrusu, kendi çevremizdekilerle sınırlı olarak biliyoruz. Buna dair elimizde ampirik bir veri yok. Milyonlarca Kürt’ün yaşadığı bir metropol deneyiminden bahsediyoruz, artık orada doğanlardan bahsediyoruz ama bunlara dair profiller çıkarmak için araştırmalara ihtiyaç var. Keşke birileri yapsa bunu.

Hafıza Merkezi’nin yürüttüğü “Gençlik ve Hafıza” başlıklı bir proje var, orada bir süredir danışman olarak çalışıyorum. Bir grup gençle 10 haftadır her hafta birtakım atölye çalışmaları yürütüyoruz, onlara kendi projelerinde destek olmaya çalışıyoruz. Çok heterojen bir grup, Türkiye’nin her yerinden gençler var, Kürtler de var. 

Proje grubundaki gençlerden biri, doktora tezim üzerinden 90’ları anlatırken bana çok ilginç bir şey sordu. Sunumumdaki ana argümanım, 90’ları monolitik, yekpare bir 10 yıl olarak düşünmemek gerektiği; 90’ların kendi içinde sekansları olduğu ve o sekansların bazılarında Kürdistan kurulacak kadar yakın bir zafer ufku, bazılarında ise “dünya başımıza yıkıldı, bir daha asla düze çıkamayacağız” duygusunun hakim olduğuydu. O genç bana, “Yahu niye benim kuşağımın o günlerin direniş hafızasından haberi yok? Niye biz 90’ları sadece köylerimizin yakıldığı, insanlarımızın katledildiği bir mağduriyet hikayesi olarak biliyoruz?” diye sormuştu. Bu, benim için çok sarsıcı bir soruydu. 90’ların sonunda doğan bir gencin 90’lara dair hafızası ile benim hafızam aynı değildi. Bizim “90’lara dair kolektif hafıza” diye ağzımıza sakız ettiğimiz bir şey var ama aslında hiç  de birbiriyle örtüşmeyen ne kadar çok hafıza var.

Peki bu farklılık onlara ne yapıyor?

Kentlerde doğan bu kuşak, Kürtlüğü benim senin deneyimlediğimiz gibi deneyimlemiyor, algıladığımız gibi algılamıyor muhtemelen. Bu, sosyolojik olarak zaten çok doğal bir şey. Nihayetinde aynı mekanda doğmamak; aynı sosyalleşme örüntülerine, pedagojik örüntülere girmemek, insanların tabii ki ideolojik angajmanlarını, yönelimlerini de etkiliyor. Anladığım kadarıyla bir Kürtlük bilinci var; hatta belki de Kürtlük kimliğini önceki kuşaklara oranla daha rahat ifade etme, Kürtlüğüyle daha barışık olma durumu da var. Ama bir yandan da bu Kürtlüğünü sadece siyasallık üzerinden, tamamen siyasallaşmış bir beden olarak düşünmenin yarattığı bir sıkıntı, bir ağırlık var. Kürt meselesinin uzaması, ödenen bedellerin ağırlığının artması da yeni kuşaklarda böyle bir durum ortaya çıkarıyor. Bu, bir nevi yorgunluk: Sürekli o siyasal bedenin içinden konuşmak, bu kuşağı bazen irrite edebiliyor.

Benim kuşağım, kendimden de biliyorum, nerede bir araya gelse döner dolaşır siyaset tartışır, Kürt meselesi tartışır. Bana öyle geliyor ki bu kuşakta mesela biraz bu siyasallığın ötesine geçen yeni öznellik arayışları da var. Fakat bu kolektif belleğin inşası ile ilgili çok ciddi bir kriz de var. 

Krizin bir yanı, bu bellek, özellikle 90’lar belleği: Bu bellek, bu kuşağa daha çok bir mağduriyet rejimi içinden ve mağduriyet grameri ile gelmiş. Bunun da bir sürü nedeni var. Nihayetinde 90’larda insanların yerinden edilmesi ve hak ihlalleri, bir insan hakları diskuru ve aktivizmi oluşturdu. Bu diskur ve aktivizm, Türkiye’de kendini ifade edebilecek yegane yoldu, çünkü devletin meşruiyet çizgileri ancak bu şekilde kendisini ifade etmesine olanak sağlıyordu. Böyle olunca da insanlar artık kendi direnişleri, eylem repertuarlarıyla ilgili de daha çok bu mağduriyet üzerinden bir söylem geliştirdiler. Bu kuşak, bu diskura çok fazla maruz kaldı, onu görüyorum.

Bu kuşağı bizden ayıran en temel noktalardan biri de, bu kuşağın artık Kürtlüğü ve Kürdistan’ı bizim kadar ayrıksı düşünemeyebiliyor olması. Bu, biraz da kendi mekansal zorunluluk ve deneyimlerinden dolayı böyle. Örneğin meseleyi bir Kürdistan meselesi değil de Kürt meselesi gibi düşünmek gibi bir durum var.

Bir de şöyle bir durum var belki: Ebeveynlerinin doğduğu dünya da yine devlet baskısının olduğu bir dünyaydı ama Kürtlüğün hiç değilse aslolan olduğu, normal olan olduğu, çoğunluk olduğu bir dünyaydı. Ama onlar, doğrudan çevrelerine karşı savunulması gereken bir Kürtlüğün içine doğuyorlar…

Kesinlikle, bu çok önemli. Hatta bunu kendi arkadaş çevremde de gördüm hep. Ben Amed’in Kulp ilçesinin bir köyünde doğdum ve liseye kadar Kürtlük, üzerine hiç düşündüğüm bir şey değildi. Olağan bir şeydi, doğal bir şeydi, seninle olan bir şeydi. Metropollerde büyüyen Kürt arkadaşlarımı politik olarak hep daha radikal, daha rijit bulmuşumdur. Bunu yargılamak için söylemiyorum, bir durum bu. Çünkü öteki ile çok erken bir dönemden itibaren karşılaştığı için ötekiyi inşa etme ve o öteki ile ilişkisini güç ilişkileri içinde konumlandırma durumu var.

Ayrıca kendisini de öteki olarak inşa etme, değil mi?

Evet, aynen; ama ne yalan söyleyeyim: Üniversiteye gidene kadar Türk, benim gözümde ne ötekiydi ne de başka şeydi. Türk neredeyse yoktu, öyle bir imge yoktu, öyle diyeyim. Sonradan ama benim için de Türk diye bir imge oluşmaya başladı.

Kürt Özgürlük Hareketi’ni de artık kuşaklar bağlamında konuşabiliriz belki. Hareket, ortaya çıktıktan sonra geçen zaman itibarıyla da artık komple kuşakları en çok belirleyen gelişmelerden biri olarak görülebilir. Bunun etkileri var mı? Mesela kaynağını buradan alan bir kuşak çatışması da var mı Kürt toplumsallığında?

Hamit Bozarslan’ın bu konuda güzel bir tespiti var: Kürdistan’da, neredeyse 10 yılda bir, bir kuşak yenilenmesi yaşanıyor ve bu yenilenme de aslında Kürt mücadelesinin aktif bir biçimde halen sürmesiyle ilgili. Bu tespit bana da çok doğru geliyor.

Türkiye’nin batısında 80 darbesinden bu yana gelen bir kuşaktan bahsederiz; en iyi ihtimalle 2013’e, Gezi’ye kadar ama Kürtlerde öyle görünüyor ki sürekli bir dinamizm var ve her 10 yılda bir yeni kuşak kendi karakterini, repertuarını ve dilini oluşturabiliyor.

Kürt Özgürlük Hareketi’nin sanırım bu noktadaki en büyük gücü ve avantajı şu: 80’lerden başlatsak bile 40 yıllık bir tarihten ve en az dört kuşaktan bahsediyoruz ve bu dört kuşağın birbirleriyle ilişkileri var; deneyimlerini, belleklerini ortaklaştırma ve birlikte düşünme avantajları var. Halkların Demokratik Kongresi’ne dair bir araştırma yaparken bizi en çok etkileyen şey de buydu: Farklı yaş ve kuşaklardan gelen aktivistlerin birbirlerinden öğrenmeleri ve birbirlerini dönüştürme kapasiteleri. Kürt Özgürlük Hareketi, kadın mücadelesi üzerinden toplumsal cinsiyeti, sosyal mücadeleler üzerinden sınıfı, siyasal mücadele üzerinden Kürt meselesini; yani Kürtlüğe ve Kürdistan’a dair farklı sorunları, toplumsal meseleleri, bu farklı kuşaklar içinde ilişkisel bir temelde kurabildi.

İşte bugün 20 yaşında olan bir genç, aynı zamanda kadın özgürlük mücadelesini de, Kürdistan özgürlük mücadelesini de ve sınıf mücadelesini de birlikte düşünebiliyor; bunları birini diğerine önceleyen bir yerden görmüyor, eş zamanlı ve kesişimsel bir temelde yürütülmesi gereken mücadeleler olarak görüyor. Bu, Kürt özgürlük mücadelesi perspektifinin kuşatıcılığından da geliyor.

Kuşak çatışması ama her zaman vardır ve bu çatışmanın olmadığı bir bağlam düşünmek biraz zor. Doktoramdaki saha araştırmalarına dayanarak şunu söyleyebilirim: Kürdistan’da bu çatışma, kendini bazen farklı biçimlerde ortaya koyabiliyor. Sınıf meselesi mesela, son yıllarda önemli bir ayrışma ve çatışma noktası. Çatışmadan kastım fiziksel, somut bir çatışma değil ama ideolojik açıdan ve yaşama bakış açısında ortaya çıkıyor.

Bunu bir örnekle anlatabilir misin?

Mesela Kürdistan’da orta sınıfın oluşması ve bu sınıfın daha liberal oluşu, talep katalogunu daha “makul” bir yerden kurması ile öz yönetim direnişleri döneminde gördüğümüz gençlik kuşağı arasında ciddi bir gerilim yaşandı. Bunları şimdi unuttuk ya da sessizleştirdik gibi görünüyor ama bunlar çok önemli meselelerdi. Öz yönetim direnişlerine katılan gençlerin hayata bakış açısı, toplumsallık talepleri ile bu orta sınıfın perspektifi, bakışı muhtemelen aynı değildi. Bu anlamda her kuşak aslında kendi dilini oluştururken diğer kuşaklardan kendisini ayrıştıran bir akar da bulabiliyor.

Yeni kuşakta ne var, bunu kestirmek zor ama benim bir şeyden hiç şüphem yok: Bu yeni kuşak da bir şekilde kendi dili ve repertuarını çok hızlı bir şekilde oluşturacaktır.

Aynı şeyi Türk metropollerinde yaşayan Kürtler için de düşünüyor musun? Bazı insanlar, buralardaki yeni Kürt kuşağının Kürtlüğü ve Kürdistan’ı eskisi kadar savunmuyor hale geldiğine dair endişelerini paylaşıyor…

Bu bence çok anlaşılır ve haklı bir endişe. Sonuçta kolonyal bir mekanın içine doğan bir kuşaktan, bir öznellikten bahsediyoruz. Bu öznelliğin kendini kurma biçimleri de eminim farklı olacaktır. Dediğim gibi, elimizde ampirik bir veri olmadığı için söylenen her şey biraz havada kalıyor.

Nihayetinde iktidarın, sömürgeci rejimlerin aslında arzuladığı şey, meseleyi zamana yayarak asimilasyonu, rıza üretimini güçlendirmek; bunu yaparken de insanların elinden dillerini almak. Anadil aslında kimliğini kurarken çok önemli bir şey; bir ayrım noktası, fark göstereni. Anadilini elinden aldığında aslında elinden bir sürü başka şeyi de almış oluyorsun.

Dediğim gibi metropollerdeki yeni kuşak, meseleye bir Kürdistan meselesi olarak değil de Kürt meselesi olarak bakıyor ve bu ikisi arasında fark var. Meseleye Kürt meselesi olarak bakmak, onu Türkiye’deki üniter sınırlar içinde çözülebilecek bir kültürel, kimliksel mesele olarak düşünmek demek; ama Kürdistan meselesi olarak düşünmek, Kürdistan’ın bölünmüşlüğünü, kolonizasyonunu, dört parçanın geleceğini birlikte tahayyül etmek gibi gereklilikleri de doğuruyor. Bütün bu kuşak için söyleyemezsek dahi metropollerde doğup büyüyen kuşak için mesele, büyük oranda, Kürt meselesine dönüşüyor.

Kürdistan’da bir “yeniden kolonizasyonun” söz konusu olduğunu söylüyorsun, belki bu tezini de aynı bağlam içinde düşünmek mümkündür… Yeniden kolonizasyondan bahsederken yeni bir hafıza kurmaya, bunun için de verili hafızayı yok etmeye çalıştıklarını tespit ediyorsun. Bu da sanırım kuşak tartışmasına içkin bir mesele, keza o yeni hafıza da en çok yeni bir kuşakla birlikte inşa edilmek isteniyor. Oldukça doğrudan sormak istiyorum: Böyle hafızaya yönelen bir saldırıya, kolonizasyona nasıl direnilir? Hafıza ile mi direnilir mesela? Ne yapmak gerekir?

Sanırım önümüzdeki en temel sorulardan biri bu. Benim doktora tezimde de göstermeye çalıştığım aslında şu: 1980’lere kadar Türkiye Kürdistanı’nda devletin ancak despotik şiddeti ile var olabildiğini, bu despotik şiddeti geri çektiğinde ya da susturduğunda ise orada yaşayan insanların gayet Kürt olarak, kendileri olarak yaşamlarını idame ettirdiklerini görüyoruz.

Bu, şu anlama geliyor: Sana karşı sürekli tehdit oluşturan, senin manevra alanlarını belirleyen sürekli bir şiddet olsa da, kendi özel hayatında, gündelik yaşamında ne istiyorsan onu yapıyorsun. Bu aslında insanların Kürtlüğe dair hafızalarını, dillerini, kültürlerini devam ettirmelerinin olanağıydı. Fakat 80’lerden sonra bir sürü şey değişti. Bir yandan Kürdistan’da okullaşma oranı arttı, devletin altyapısal iktidar teknikleri gelişti. Her yere yol yapmak, en ücra köye ulaşmak, televizyon, internet, bankacılık hizmetleri… Devlet, altyapısal iktidarı üzerinden Kürdistan’ı artık sadece despotik yöntemlerle değil ayrıca altyapısı ile sarıp sarmaladı. Bu, artık senin bir Kürt olarak gündelik yaşamını da istediğin gibi üretememen demek. Yeniden kolonizasyon dediğim şey, biraz bu: Despotik iktidarın bu altyapısal iktidarla senkronize olması, buluşması ve böylece Kürdistan’ı çok daha derin bir biçimde kuşatmış olması.

Hafıza ile ilgili meseleyi de biraz buradan okuyorum: Bu altyapısal iktidarın gelişimi demek, devletin artık bir yönetimsellik tekniği olarak sadece şiddet ile terbiye etmekle kalmaması, aynı zamanda Kürtlerin bedenini, ruhunu, duygularını, arzularını ve gelecek perspektiflerini de yönlendirmek istemesi; oraya müdahale etmek, onu kurmak istemesi demek.

Böyle olduğunda aslında hafıza, çok önemli bir noktaya geliyor. Kürtlerin 80’lere, 90’lara kadar özellikle sözlü geleneklerinin gücünden feyz alarak kuşaklar arası hafıza aktarımının çok güçlü olduğunu söyleyebiliriz. Hatta daha antropolojik bir yorumla: Kürdistan nüfusunun yüzde 80’i kırlardaydı ve evler genelde bir ya da iki odalıydı; çocukların, kadınların, yaşlıların, bütün aile bireylerinin aynı mekanı paylaşmasından dolayı maruz kaldıkları narratif de aynıydı. Bu anlamda hafızalaştırma ve hafızanın aktarımı, aslında çok güçlü bir sürdürülebilirlik gücüne de sahipti. Fakat zorla yerinden edilme, metropollere göç gibi gelişmeler, hafızanın kuşaklar arası aktarımını da büyük oranda kesintiye uğrattı. Handan Çağlayan, raporunda bunu, “Aynı Evde Ayrı Diller” başlığıyla anlatmıştı; gerçekten de aynı evde ayrı diller oluştu. Artık nene ve dedeler torunlarıyla Türkçe konuşamıyor, torunları da onlarla Kürtçe konuşamaz hale geldi. Bütün bunları hafızaya dair bir tehlike çanı olarak söylüyorum.

Klasik bir tespit vardır: Ezenlerin tarihi, ezilenlerin belleği vardır. Bu, en azından 80’lere kadar Kürtler için gerçekten de çok dert değildi. Onlar “büyük T” ile kendi tarihlerini yazıyor olsalar da Kürtlerin de kendi bellekleri, geçmişe dair kurgulama yetenekleri, hayatta kalmalarına yol veriyordu. Peki şimdi ezilenler kendi belleklerini nasıl kuracak ve aktaracaklar? Bu hakikaten çok yönlü ve çok büyük bir soru.

Bunun yeniden kolonizasyon ile bağını biraz daha somutlaştırabilir misin?

Yeniden kolonizasyon, geçmişe dair izleri fiziki olarak da ortadan kaldırıyor. Hasankeyf gibi bir uygarlık beşiği bile sulara gömüldü; vadiler sularla dolduruldu. Kentsel alanda Kürtlüğü anlatan sembolik ne varsa yıkılmaya başlandı. Ceylan Önkol, Uğur Kaymaz, Roboskî, Ahmedê Xanî gibi anıtlar kayyumlar eliyle kaldırıldı. İktidar, bir hafızakırım siyasetiyle aslında toplumun belleğini oluşturan ana arterleri tek tek koparıyor. Bu hafızakırım siyasetinin karşısında Kürtlerin siyasal mücadeleleriyle birlikte “Nasıl bir bellek oluşturmalıyız?”, “Kolektif bellek inşasını nasıl geliştirmeliyiz?” ve “Belleğimizi gelecek kuşaklara nasıl aktarabiliriz?” soruları üzerine biraz daha tefekkür etmesi gerektiğini düşünüyorum.

Artık kırsal bir pastoral hayat içinde değiliz. Dede, torununa her gün, her akşam aynı şeyleri tekrarlayarak bir hafızalaştırma yapamıyor. Durum, bizim düşündüğümüzün de ötesinde bölünmüş bir durumda. Böyle bir bağlamda Kürtler, hafızalarına, geçmişlerine nasıl sahip çıkacaklar? Bunun bir yolu şu: Bugün Başur’da ve Rojava’da en azından defakto yönetimler var, egemenlik var ve Kürtlerin kendi tarihlerini “büyük T” ile yazmalarına dair de bir çaba, girişim var. Kürt çalışmaları sahası da 2000 sonrasında yazılı anlamda muazzam bir genişleme yaşadı ve artık Kürtlere dair güçlü bir literatür oluşmuş durumda; her ne kadar büyük oranda Kürtlerin anlamadığı dillerde olsa da.

Türkiye ya da Kürdistan’daki özgürlük hareketlerinin, özgürleştirici hayalleri olan toplumsal dinamiklerin bu hafızalaştırma siyaseti üzerine düşünmeleri gerekiyor. Benim somut bir cevabım yok; çünkü bu mesele, gerçekten çok karmaşık bir mesele. En azından şunu söyleyebilirim: Kürtlerin kolektif bellek inşası çok yaralanmış, acıtılmış, bir nevi delik deşik edilmiş durumda ve bu kolektif belleği gelecek kuşaklara aktarmanın yollarını henüz bulmuş değiliz.

Hafıza çalışması denildiğinde akla hep dün geliyor, geçmiş geliyor ama hafıza çalışması demek, aynı zamanda bugünü anlatmak da demek, değil mi?

Kesinlikle öyle. Bellek dediğimiz şey, aslında geçmişle ilgili olduğu kadar şimdiyle ve gelecekle de ilgili. Bu üçü arasındaki diyalektiği kurmadığımızda ortada ne bir bellek ne de bir bellek aktarımı kalıyor. Geçmişi hatırlarız ama geçmişi de şimdiki zamanın duyarlıklarıyla, şimdiki siyasal angajmanlarımızla, önceliklerimizle filtreleyerek kurarız. Bu anlamda şimdideki konumumuz, şimdide ürettiğimiz siyasallık, hem geçmişe bakış açımızı hem de o geçmişi şimdi üzerinden geleceğe nasıl bağladığımızı belirleyen bir şey. Hafızaya, belleğe bakarken de bu diyalektiği düşünmek lazım.

 Mesela mezarlıklara yönelik saldırıların belki de Kürtleri en fazla dehşete düşüren nokta olması, bana çok da tesadüf gibi gelmiyor. Mezarlık, süreklilik demektir; geçmişi şimdiye bağlayan, şimdiyi de geleceğe bağlayan uzun erimli bir bellek mekanıdır; süreklilik duygusunun bir sembolüdür. Mezarların yıkılması, tam da bu diyalektiği kopardığı için, yırttığı için insanları bu kadar dehşete düşürüyor.

Hafıza çalışmasından da kastım, geçmişi bir vakanüvis gibi yazmak, hatırlamak değil. Geçmişteki siyasal mücadeleden kalan, şimdiki mücadeleye ilham verecek, şimdiki toplumsal mücadeleyi büyütecek, güçlendirecek, mobilize edecek bir şey var mı orada? Geçmiş bize ne öğretiyor? Kürtlerin siyasal mücadelesi, geçmişten şimdiye Kürtlere ne öğretti ve bu öğrenilenler geleceğe nasıl aktarılacak? Hafızaya ben buradan bakıyorum.

Bunun yanı sıra bellek, kimliğini kurar ve siyasallığını inşa ederken seni en etkili biçimde mobilize edecek güç. Bunu saha araştırmalarımdan da hareketle söylüyorum: İnsanları siyasallaştıran en temel faktörlerden biri, bellektir, bellek ile kurdukları ilişkidir. Bu noktada sadakat gibi sözcükler kullanıyoruz. Bu anlamda Kürtlerin hafıza aktarımına dair bir çözümden bahsederken de her şeyi kasete kaydetsinler demiyoruz. Kürtler, bu yeni çağın karşısında, hem altyapısal hem despotik iktidar tehlikelerinin bu kadar genişlediği ve biyoiktidarın bütün bedenimizi kuşattığı bir çağda, hakikatlerini nasıl bir bellek aktarma sistemi üzerinden kurgulayacaklar? Bence esas olan bu.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.