İktidar değişmeden ekonomi düzelmez

Dosya Haberleri —

.

.

  • ”Geri dönmek için güven oluşturulması gerekiyor ama yok öyle bir şey. Şunu öğrendi insanlar: Türkiye'de bir gecede her şey değişiyor. Bu, hem içeride hem dışarıda ürkütür ve ürküttü. Kulaklara kar suyu kaçtı. Sermaye girişi olmaz, mümkün olursa çıkışı olur. Durum  nereye gider, onu kestiremem  ama bu rakamlar bile zaten  yeterince tahrip edici.”

 

OSMAN OĞUZ

Türkiye ekonomisi, haftaya yeni bir sarsıntı ile başladı. Türk Lirasında faizin yüzde 17’den 19’a çıkarılması, böylelikle Türkiye’nin Surinam ve Liberya ardından dünyanın en yüksek faiz veren altıncı ülkesi hâline gelmesi de Türk Lirasının değer kaybını önleyemedi. Enflasyon ve işsizlik rakamları da dramatik eşiği çoktan geçmiş durumda.

Türkiye ekonomisi üzerine 30’a yakın kitap yayımlayan iktisatçı yazar Mustafa Sönmez, ekonomideki kötü gidişi durdurmanın tek yolunun siyasal iktidarda ve paradigmada yaşanacak köklü bir değişim olduğuna vurgu yaptı ve ekledi: ”AKP, bütün güveni kaybetti ve ağzıyla kuş tutsa bu güveni kazanamıyor.”

Türkiye’de işsiz sayısının 11 milyona ulaştığına dikkat çeken Sönmez, ”Orta sınıf diye bir şey halihazırda kalmış değil. Hem ticaret hem sanayide sürekli bir merkezileşme var. Türkiye toplumu artık bir ücretli ve işsiz toplumu” dedi.

Sönmez’le son yaşananlar üzerinden Türkiye ekonomisinin güncel durumunu konuştuk.

 

Son yaşananlara gelmeden önce biraz geriden alalım: Merkez Bankası Başkanı Naci Ağbal sizce neden görevden alınmıştı?

Buna rasyonel bir yanıt bulmak mümkün değil; çünkü Naci Ağbal, Erdoğan’a çok sadık bir figür. Bu nedenle de zaten Merkez Bankası başkanlığı profiline uymadığı halde oraya getirildi. Ondan sonra da işini yaptı, ekonomik anlamda atılması gereken adımları attı. Bir defa faizi arttırdı ve bu son artırışında da bir rasyonellik var. Çünkü enflasyon yüksek, dünyada Türkiye gibi ülkelerin aleyhine bir trend var, yani beklenen şey faiz arttırmasıydı. Hatta 1 puan arttırması, yani 17’den 18’e çıkarması genel bir beklentiydi fakat o biraz gelen kara bulutları da dikkate alarak 2 puan arttırdı ve kendi içinde yine doğru bir şey yaptı. Ama bunu cezalandırmak gibi onu görevden almak, akıl alacak bir şey değil. Adam senin iyiliğin için, senin rejimin daha kötü sorunlar yaşamasın diye atılması gereken adımı atmış. Hadi bu adımı istemiyorsun, bu da alt tarafı bir telefonluk işti. Telefon açarsın, ”Yarın Para Kurulu toplanıyor, faizleri arttırmayın” dersin, bunu da yapmadılar.

 

Bu görevden alma, iktidar içinde faiz konusundaki anlaşmazlığa dayanan bir mesaj olabilir mi?

Bu var tabii. İktidarı destekleyen sermaye grupları içinde ”benden sonrası tufan” anlayışıyla ”faizler artmasın, bizim işlerimiz kötüye gitmesin” dar görüşlülüğü içinde olanlar var. Bunlar etki etmiş olabilir ama sonuçta herkesi memnun etmek mümkün değil. Daha önce bu faizler iki defa daha arttırıldı. Yüzde 17 faiz de ağır bir faizdi. Bunun üstünü istemiyorsan da uyarırsın. Uyarmadan böyle bir adım attıkları takdirde bunun yaratacağı dehşeti, kaosu nasıl öngörmemiş olabilirler? Bir akıl tutulması herhalde, başka bir biçimde izah etmek kolay değil.

 

Uzun süredir çarpıcı bir istatistik de var: Türkiye, Liberya ve Surinam ardından dünyada en yüksek faiz veren altıncı ülke...

Şöyle garip bir durum: Hem faiz arttı hem döviz arttı. Öyle bir hamle yapıyorsun ki, ne faizi düşürebiliyorsun ne de dövizin artışını durdurabiliyorsun. Böyle bir garabet belki de tarihte yoktur, yaşanmamıştır. Çünkü faizi arttırdığın zaman döviz düşer. Faizi arttırmışsın ve bunu geri almayacağını da beyan ediyorsun... ”22 Nisan’a kadar faizleri değiştirmeyeceğiz” açıklaması yapıldı. Hem bunu hazmediyorsun ama hem de bunun üstüne kırılıp dökülmüş döviz fiyatlarını göğüslemek durumunda kalıyorsun. Nereye gideceğini de bilmeden... Bunu nasıl öngörmemiş olabilirler? Bunu çok tecrübesiz siyasetçiler bile bilir.

 

Bugün Societe Generale de, ”Türkiye artık geri dönüşü olmayan bir noktaya geldi. Dolar/TL 9.70’e kadar yükselecek” dedi. Siz de böyle senaryolar bekliyor musunuz?

Bu dalganın nereye vuracağını tahmin etmek mümkün değil. Asya piyasalarında Dolar/TL 8.40’ları gördü. Bu tabii sığ bir piyasa. Türkiye’de piyasalar açılınca bunun yansıması bekleniyordu, tam olarak öyle olmadı. Hazine Bakanı da, ”Liberal kambiyo politikalarından vazgeçmeyeceğiz” dedi. Bu ne demek? Herhangi bir sermaye kontrolü, kısıtlaması yapmayacaklarını söylüyor, güven vermeye çalışıyor. Kamu bankalarının da el altından döviz sattığı konuşuluyor. Ellerinde ne kadar döviz var, onu da bilmiyorum. Herkes biraz birbirini kolluyor fakat yine de şu sıralar Dolar, 8 Lirada seyrediyor. Bundan sonra nasıl seyreder, onu bilmiyorum ama buradan geri dönüş zor gibi görünüyor. Geri dönmek için güven oluşturulması gerekiyor ama yok öyle bir şey. Şunu öğrendi insanlar: Türkiye’de bir gecede her şey değişiyor. Bu, hem içeride hem dışarıda ürkütür ve ürküttü. Kulaklara kar suyu kaçtı. Sermaye girişi olmaz, mümkün olursa çıkışı olur. İnsanlar makul fiyattan bulurlarsa döviz alarak ”Zararın neresinden dönülse kardır” derler. Onun için bu durum nereye gider, onu kestiremem ama bu rakamlar bile yeterince tahrip edici zaten.

 

Hangi açıdan tahrip edici? Bu durumun tam olarak nasıl tahribatları oldu ve olur?

Bir yandan bakın, Türk Lirası faizleri yüzde 19. Bu dehşetli bir faiz. Bir taraftan da Dolar’ın fiyatı 8 Lira. Bu da dehşetli bir fiyat. Hem Türk Lirası faizi kullanmaya kalkarsanız ağır bir bedel ödüyorsunuz hem de dövizle ithalat yaparsanız ya da borcunuz varsa dehşetli bir fiyatla döviz almak durumunda kalıyorsunuz. Yani iki yönlü bir vurgun hali. Döviz ve faizin aynı anda arttığı bir durum; çift taraftan yenilmiş mızrak gibi. O açıdan hakikaten iş güç yöneten insanların bugün vay haline. Bu halde ne yaparlar, nerede nasıl denge kurarlar, onu bilmiyorum. Çok zor. Bundan sonrası da belirsiz.

 

Dünyanın farklı yerlerinde de böyle krizler yaşandı ve bu ülkelerde hızlı bir proleterleşme söz konusu oldu, orta sınıf giderek zayıfladı. En nihayetinde bunlardan bazıları, ucuz işgücü depolarına dönüştü. Türkiye için de, ülkenin uluslararası piyasalarla kurduğu ilişki açısından, böyle bir senaryo gündeme geliyor olabilir mi?

Bu zaten yeterince yaşandı. Şu anda Türkiye’de geniş tanımlı işsizlik yüzde 30, karşılığı da 11 milyon işsiz. İş bulabilen nüfus 17-18 milyon, buna karşılık yedek kulübesinde bekleyen 11 milyon insan var. Yani orta sınıf diye bir şey halihazırda kalmış değil zaten. Küçük üretici, küçük sanayici, bunlar sayıca da çok azalmış durumda. Tarım bir kere çok ciddi bir gerileme yaşadığı için insanlar tarımı terk edip uzun süredir kentlere geldiler; bunların bir kısmı ağırlıklı olarak inşaatlarda iş buldu, bir kısmı bulamadı. Tarımdaki küçük üreticilik, orta sınıf, ciddi bir şekilde eridi. Kentlerde de küçük girişimcilik son derece daraldı. Hem ticaret hem sanayide sürekli bir merkezileşme var. Küçük girişimcilik eriyor. Bu anlamda Türkiye toplumu artık bir ücretli ve işsiz toplumu. Bu açıdan belki birçok ülkeden daha hızlı ve ileride de bir durumda.

Bu, sonuçta bir sosyolojik tanım ama ortada örgütlü, organize bir emek sınıfı yok. Darmadağın, örgütsüz, bilinçsiz, yardımlarla yaşayan ve herhangi bir yol haritası olmayan bir kitle. Bu, dolayısıyla, dönüşüm sağlamak için bir potansiyel ama fiili olarak burada bir niteliksel dönüşüm potansiyeli, yakın zamanda, çok fazla yok.

 

  • ”Türkiye'de geniş tanımlı işsizlik yüzde 30, karşılığı da 11 milyon işsiz. İş bulabilen nüfus 17-18 milyon, yedek kulübesinde bekleyen 11 milyon insan var. Orta sınıf diye bir şey halihazırda kalmış değil zaten. Türkiye toplumu artık bir ücretli ve işsiz toplumu. Bu açıdan belki birçok ülkeden daha hızlı ve ileride de bir durumda.”

 

Bir yandan da son günlerde yine ”faiz lobisi” lafları ediliyor. Galiba bu lafların çıktığı her dönem, iktidarın faiz konusundaki iç anlaşmazlıklarının da su yüzüne çıktığı dönem oluyor. Ne kastediliyor bununla? Kim bu faiz lobisi?

Bir heyula arıyorlar. Gölge boksu bu. Komplo teorisi. ”Türkiye’nin sürekli aleyhinde çalışan bir dış güç” diyorlar ve insanların kafalarını bunlarla bulandırmaya çalışıyorlar ama artık açlık ve işsizlik o kadar tavan yaptı ki kimsenin buna prim verdiğini, inandığını sanmıyorum. Bununla açıklanabilir bir durum yok. Ancak kendi kendilerine bu propagandayı yapabilirler, onun dışında bunu ciddiye alan hiç kimse yok. Giderek de artık ne yapsalar gündemi değiştirmeyi bir türlü beceremiyorlar. İki günde yapay gündemleri iflas ediyor, hayat tekrar gerçeğine dönüşüyor. İş, aş meselesi şu anda Türkiye’de çok ağır bir mesele. Bunun ötesini insanlar, çok fazla konuşamıyor. İnsanlar pandemiyi bile iş aş sorunu kadar konuşamıyorlar. İşsizlikten virüsten daha çok korkuyorlar. Açlıktan pandemiden daha çok korkuyor insanlar.

 

Peki bütün bu ”dış güçler” anlatısının ardındaki hakikat içinde: Türkiye ekonomisi, bugünkü hâline dış müdahaleler ya da koşullar nedeniyle mi, yoksa içerideki politikalar sonucunda mı geldi?

Bu bir ”kendim ettim kendim buldum” hali. AKP iktidara geldiğinde, 2001 krizinin hemen ertesinde, şartlar her anlamda çok lehineydi. Dünya şartları da lehineydi. Bu ikisini kullanarak kendisine siyaseten de alan açtı. Ekonomide büyüme, iç talep eksenli olarak sağlandı; sektörel öncelik olarak inşaat seçildi ve bunun sağlamış olduğu ekonomik büyümeyi de basamak olarak kullanıp siyaseten alanlarını genişlettiler. Benimsedikleri bu büyüme tercihi, kendi kaynağına dayanan değil, döviz harcayan, yani başkasının kaynağını kullanan bir ekonomi yarattı. Bunun kalıcı olabileceğini düşündüler; ”Biz büyüdükçe bize borç para verirler, biz de onun faizini öderiz ve hayat böyle sürer gider” beklentisi içindeydiler. Daha çok iç talebe dayanan bir ekonomi kurdular. İhracatı önemsemeyen, döviz kazanmayı önemsemeyen bir yol tutturdular.

Tabii bu birkaç mevsim böyle sürdü, ondan sonra durum değişti. Dünyada para bolluğu son buldu, faizler yükseldi, bunlar aldıkları dövizleri geri ödeyemediler, şemsiye ters döndü ve Türk Lirası dışarıdan eski akış olmadığı için hızla değer kaybetmek zorunda kaldı. Ondan sonra da bu paradigma tekledi ama bunu şimdi dönüştürmek tabii çok zor. Bir sürü başka bedeller istiyor, kemer sıkmak istiyor ama siyaseten bunu göze alamıyorlar. Hem siyasi iktidarda kalmaya hem de bu sürdürülemeyecek paradigmayı sürdürmeye çalışıyor. Durum böyle oldukça da tahribat büyüyor.

 

Peki ne olacak, nereye kadar gidecek böyle?

Bu paradigma ile kalabilmeleri mümkün değil. Dolayısıyla artık Türkiye’nin ve kapitalizmin ihtiyacı bir paradigma değişikliği. Bu, ağır bir dönüşüm ve acı bir reçete de gerektiriyor. Ayrıca bu dönüşümün olabileceğine dair güven vermek gerekiyor. Siyasi rejim, hem buna katlanabilecek durumda değil hem de dışarıya böyle bir güven veremiyor. Çünkü dış kaynak sahipleri de artık Türkiye’ye güvenmiyorlar.

 

Tam olarak nasıl bir ”kurtarma planı” Türkiye ekonomisinin ihtiyaç duyduğu o paradigma değişikliğini sağlayabilir?

Bir kere yüksek bir enflasyon var ve bunu aşağı çekmek için kemer sıkmak, yani talebi daraltmak gerekiyor. Arkasından bunu yaptığınıza, yani bir istikrar çabası içinde olduğunuza dış dünyayı inandırmanız gerekiyor. Dış dünya, bu hükümetin bunları yapabileceğine inanmıyor ve hem de sosyal ve siyasal olarak bu hükümet profiline kendini yakın bulmuyor. Hukuk devleti, yargının bağımsızlığı, ifade özgürlüğü gibi hakların olduğu, gerilimin olmadığı bir pazar beklentisi var ve hükümet bunları veremiyor. Yani hem ekonomide adımlar atacaksın ama hem de dış ortakları, para sahiplerini, ülkede hukukun işlediğine, bir keyfiliğin olmadığına, emrivakilerin ya da anlık arızaların olmadığına inandıracaksın ki yatırım yapsınlar, para gelsin. Türkiye buna muhtaç çünkü. Kısa vadede Türkiye, dış para olmadan yapamaz ve dolayısıyla dış finans odaklarının beklentilerine de karşılık vermek durumunda.

AKP, bütün güveni kaybetti ve ağzıyla kuş tutsa bu güveni kazanamıyor. Dış politikada da güven vermiyor, dış ekonomik ilişkilerde de. İçeride de güven verici işler yapamıyor, çünkü siyaseten son derece zayıfladı. Erdoğan’ın MHP gibi bir çürük ortağı var ve bunlarla hareket etmeye çalıştıkça daha çok yanlış yapıyor. Dolayısıyla ekonomik önlemlerden ziyade bir siyasi değişim ön şart.

 

Yani bir iktidar değişimi olmadan Türkiye’de ekonomiye dair bir toparlanma mümkün değil...

Olmuyor, evet. Bir doğru adım atıyorlar, sonra üç eğri adım atıyorlar. Onun için siyaseten bir dönüşüm bu işin ön şartı. Türkiye bunu yapmadıkça kan kaybı devam edecek.

 

Bu sırada ama, Türkiye giderek üretemez hâle gelmişken, ekonominin hâli ortadayken ve ülke endüstrisizleşmişken bir ”silah sanayisi” anlatısı dolaşıyor. Avrupa basınında da son günlerde yine Türk silah sanayisinin AKP dönemindeki büyümesine dair haberler yapıldı; Türkiye’nin güçlü bir silah ihracatçısına dönüştüğü yazıldı. Bu tür haberleri nasıl yorumluyorsunuz?

Bunların hepsi bence zorlama yorumlar. Türkiye bir yandan sanayisizleşecek ama bir yandan da silah sanayisi dünya gücü olacak... Böyle bir şey yok, bu bir illüzyon. Bunlar Batılıların da doğru dürüst araştırmadan, kulaktan dolma edindikleri bilgiler. Silah endüstrisi dediğiniz şey sonuçta kimyadır, makinedir, elektroniktir. Bütün bunlar Türkiye’de dışa bağlı sektörler. Türkiye’de bir araya getirilen her şey de alabildiğine dışa bağımlıdır. Üretimden uzaklaşan, inşaat ve ticaret gibi palyatif işlere bel bağlamış bir ülkede bir anda silah sanayisinde harikalar yaratılıyor! Bu bir şehir efsanesi. Batılılar böyle hikayeleri seviyor ama verdikleri istatistikler bile yanlış. O istatistikleri teyit ettirseler bunu kendileri de görecekler. Bizim yaptığımız buna dair araştırmalar da var.

 

Son soru: Bütün bu makro ekonomik meseleler, Borsa İstanbul’da yaşananlar, kurla ilgili olan biten... Bunlar, moda tamlama ile ”sokaktaki vatandaşı”, Türkiye’deki alım gücü zaten iyiden iyiye düşmüş insanları nasıl etkiliyor, etkileyecek?

Bu durumda zaten var olan sorunlar derinleşecek tabii. Bunun fiyatlara yansımasını yine göreceğiz, enflasyon daha da yükselecek. İş yapma, yatırım yapma iştahı ve niyetini donduracak ve dolayısıyla işsizlik biraz daha artacak. Sonuçta derinleşen bir yoksulluk hali. Buna zaten pandemi koşulları tuz biber ekiyor. Dolayısıyla insanların gündelik hayatını idame ettirmesinin daha da zorlaşacağı bir konjonktür.

Bu sırada yönetme krizi de biraz daha derinleşiyor. Bu durumda ne yapacaklar? Belki bir baskın seçim gündemi yaratmaya çalışıyorlar, bunun iklimini oluşturuyorlar ve bu sırada da kırıp döküyorlar ama hükümetin manevra alanı gittikçe daralmış durumda. Hükümet, sıkışmış vaziyette. Bu sırada muhalefet de bir pasiflik içinde ama taban artık belki de muhalefeti zorlayacak, ”Kalkın, bir şeyler yapın” diyecek.

Bundan sonra Türkiye’ye daha çok siyaseten bakmak lazım. Yoksulluk ve işsizliğin tavan yaptığı bir yerdeyiz, ekonomik olarak daha fazla ne olur, bilemiyorum ama insanların sesi biraz daha yükselecek gibi görünüyor.

 

Kimdir?

Mustafa Sönmez, ODTÜ İdari İlimler Fakültesinden 1978 yılında mezun oldu. Gazetecilik serüveni, 1983 yılında Nokta dergisinin ekonomi editörlüğü ile başladı. Sönmez, 2009-13 arasında Cumhuriyet, 2013-14’te Yurt, 2014’te Sözcü, 2015’te Birgün gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı. Ekim 2016’dan bu yana Al Monitor’a haftalık yazılar yazan Sönmez, 2017-19 arasında ise Artı TV’de ”Ekonomi Politik” programını hazırladı. Şu anda TMMOB danışmanlığı yapan Sönmez, ilki 1977 yılında yayınlanmak üzere Türkiye ekonomisi üzerine 30’a yakın kitap yazdı.

 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.