Muhattaplık krizi, çözüme katkı sunabilir mi?

Dosya Haberleri —

MEHMET NURI OZDEMIR

MEHMET NURI OZDEMIR

  • Kürt mahallesinde “muhatapların parçalılığı”, koşulların yarattığı doğal sonuçlardır; bu doğal sonuçlar bugüne kadar çözümün önünde herhangi bir engel oluşturmadı, aksine çoklu aktörlerin katılımıyla hem yapılan işler daha hızlı toplumsallaştı hem de meşruiyeti güçlenmiş oldu.
  • Kısacası mevcut yasalar “yasacılık” olarak işletildi, tekçiydi ve Kürt’ü gözetmeyen bir yerden işletiliyordu. Bu gerçeklerden hareketle yasanın meşruluğunun zayıflığı Kürdün yasa dışı kalmasının asıl nedenidir.
  • Altı partinin parlamenter rejime dönüş toplantısına HDP’nin çağrılmamış olması özgün kalabilmesi adına olumsuz bir durum değildir. Şüphesiz çözüm olanakları HDP’nin demokratik siyaseti üçüncü yol stratejisiyle sürdürebildiği oranda mümkün olabilir.

MEHMET NURİ ÖZDEMİR

CHP, Kürt meselesinin çözümünde HDP ile müzakereleri sınırlandırarak daha önce alınan mesafeyi, yani “muhataplık tartışmasını” yeniden başlatmış oldu. AKP de çözüm sürecinin başında bu yöntemi tersinden uyguluyordu; İmralı ile müzakereleri yürütürken ilk zamanlarda HDP’yi ve diğer aktörleri denklemin dışında tutarak olabildiğince “az aktörle hızlı iş” yapmayı hedefleyen bir strateji izliyordu.
Meseleye samimiyetle bakan biri her iki yöntemin de yanlış olduğunu rahatlıkla söyleyebilir. Sayın Öcalan, bu yöntemsel kusurları sürecin en başında öngörmüş ve yaptığı eleştiri ve önerilerle yöntemi amaca hizmet edecek şekilde ayakları üzerine oturtmaya çalışmıştı.
CHP bu hamlesiyle bir taraftan çözüm sürecinin tıkanmasını direk aktörlere bağlayarak yeni bir tartışmaya kapı aralarken diğer taraftan bu deneyimden faydalanmayı ıskalamış ve kısmen çözüm sürecinin gerisine düşmüş gibi görünüyor. Sürecin kendisi elbette eleştirilebilir, fakat eleştiriyi çözümün muhataplarına ve yöntemine sıkıştırmak rasyonel bir tercih gibi gözükmüyor.

Çoklu muhataplık meşruiyeti güçlendirdi
Esasında birçok kişi -muhataplık tartışmasının ötesinde- Suriye’de süren savaşın müzakerelerin en önemli başlığı haline getirilmesiyle çözüm sürecinin tıkandığını düşünüyor; buna ek olarak parlamentonun dahil edilmesinde geç ve gevşek davranılması ve çıkarılması gereken yasaların geciktirilmesi de tıkayıcı unsurlardı.
Çözüm süreci şimdiye kadar görülmemiş düzeyde kamuoyu desteğini arkasına almışken “muhataplık tartışması” yerine esasında eleştirilmesi gereken pratik belki de demokratik siyaset alanındaki bu gevşeklik ve rehavetti.
Kürt mahallesinde “muhatapların parçalılığı”, koşulların yarattığı doğal sonuçlardır; bu doğal sonuçlar bugüne kadar çözümün önünde herhangi bir engel oluşturmadı, aksine çoklu aktörlerin katılımıyla hem yapılan işler daha hızlı toplumsallaştı hem de meşruiyeti güçlenmiş oldu.
Bu açıdan hangi aktörün Kürt meselesine yönelik çözüm niyeti varsa öncelikle Kürt hareketinin aktörleri arasındaki bu “ontolojik bağlamla” yüzleşebilmeli. Ayrıca çözüm süreçlerinin halktan büyük oranda destek aldığı zamanların “aktörlerin aktörlere değil meseleye odaklandıkları” zamanlar olduğunu da unutmamalı.
Çözümsüzlüğün bugüne kadar uzamasının nedenlerinin başında aslında Kürt tarafının yaşadığı “parçalı” muhataplık gerçeğinden öte, devlet adına (1980’den sonra 8 ile 12 kez görüşme yapıldığına dair bir  rivayet var) Kürt meselesine yönelik muhattaplık riskini göze alamayan ya da alanların yaşadığı krizler geliyor.
Bu yönüyle riski göze alan aktörlerin kendi içinde yaşadıkları çelişki ve çatlaklar, meselenin çoğu zaman fırsata çevrilip istismar edilmesi ve tüm bunlardan dolayı oluşan “muhattaplık krizleri” daha çok odaklanılması gereken parametrelerdir.

CHP neden böyle bir yol izliyor?
CHP’nin bu hamlesinin birkaç senaryoya tekabül ettiği söylenebilir. Öncelikle meşruiyeti eksene alarak bir muhataplık tartışması başlatmakla bir taşla birkaç kuş vurmayı hedeflemiş olabilir; bir taraftan Kürt meselesinin çözümünde meşru bir aktör haline gelen Öcalan’ı yeniden meşruiyet krizine sürükleyip Kürt hareketinin içinde ikilemler yaratmak, diğer taraftan çözüm sürecini yasadışı bir iş gibi göstererek kriminalleştirmek ve en sonunda seçimlerde desteğini almak için (soruna göre değil kendine göre muhatap bulma) zaten yasal ve meşru bir parti olan HDP’yi muhatap almak istemiş olabilir. Tüm bunların yanında Kürt meselesini çözme gayreti içinde de olabilir. Bu olasılıkların tümü sadece CHP’ye bırakılarak açıklanamaz. Bu yüzden anlamaya ve tartışmaya devam etmek lazım.
CHP’nin “muhatapların meşruiyeti” üzerinden başlattığı bu tartışma olumlu bir taktik olsa bile, (olası milliyetçi reaksiyonları frenleme bağlamında ) tartışmanın bu şekilde sürdürülmesi gidişatı zorlaştırıcı risklere zemin sunuyor.
CHP’nin bu algı olasılıklarını ne kadar düşündüğünü bilemeyiz ama çözüm sürecini bir bütün olarak reddedip bir yasallık tartışması başlatmak, iktidara sürekli “yasadışı aktörlerle görüştünüz ama biz yasal olanla görüşeceğiz” göndermesi yapmak ve nihai olarak çözüm sürecini kriminalleştiren bir yerden sorunu tartışmaya açmak çok sağlıklı tartışmalar değil. Kaldı ki çözüm sürecini krimanalleştiren bir siyasal akıl Kürt meselesini çözemez. 
İktidar değiştiğinde elbette aktörler sorunu çözmek için başka bir perspektiften bakabilirler; fakat hakikati bükmemek, gerçeği gözden kaçırmamak koşuluyla. Sonuçta çözülemeyen sorunlar yeni iktidara alınan mesafe, deneyim ve birikim ile birlikte devredilir; herhangi bir sorunun çözümünde bu mesafenin yok sayılması büyük bir maliyet ve zaman kaybı oluşturmaktan başka bir işe yaramaz.
Şüphesiz bir aktör iktidara talip oluyorsa ülkenin temel sorunlarına da talip olduğunu deklere etmiş olur; haliyle kapsayıcı ve bütüncül olmak zorundadır 
Bu kısma özetle; muhatabı beğenmeme, karşıtlaştırma ve kendine göre muhatap arama keyfiyeti ile ortaya çıkan “muhattaplık krizi” her dönemde barışın meşruiyetine değil çözümsüzlüğün stratejisine hizmet etti.
CHP’nin bu tutumu, Kürt meselesini aktörlere indirgeyerek “tarihselliğine ve karakterine göre değil, kendine göre” bir çerçeveye sıkıştırdığını gösteriyor.
“Kendine göreciliğin” arka planın da ise daha önce denenmiş geleneksel çözümsüzlük pratikleri olduğunu hatırlayalım.
Buradan hareketle CHP’nin muhataplar üzerinden başlattığı tartışma ilk etapta “sorunun konuşuluyor olmasına” kamusal bir zemin hazırlaması bakımından olumlu görülebilir; ancak özellikle çözüm süreci gibi bir deneyimi aktörleriyle birlikte kriminalleştiren bir stratejide ısrar etmesi işleri zora sokabilir. Politika yapıcılar ve sorunu tartışan özneler, çubuğu çözümün yapısal karakterine bükmezse bu tartışmalar basit polemiklerle sınırlı kalır. 

Kürt dilinin CHP’nin meşru ve yasal organ olarak kabul ettiği parlamentonun gündelik prosedürlerine
“bilinmeyen dil” olarak kaydedilmesini buyuran yasanın meşruiyet ölçüsü nedir acaba?

Meşruiyet krizi ve meşru barış 
Meşruiyetin (yasaya uygunluk mu toplumsal rıza mı) ölçütü nedir? Bu soru siyaset biliminin uzun süreden beri yanıtını tartıştığı bir soru olmaya devam ediyor.
Kürt meselesinde bu soruyu kavramsal ve kuramsal yönleriyle tartışmak gerekiyor. Yıllardır Kürt meselesi odaklı yapılan tartışmalar ağırlıklı olarak devletin güvenliğini merkeze alan bir projeksiyonu referans alarak yapıldı; yasallığı her türlü meşruiyetin önüne koyan ve bunu tek meşruiyet biçimi olarak gören bir görüşten hareket edildi. Meşruiyetin kaynağı “ortak irade” olması gerekirken devlet kurmayları devleti ve egemeni kutsayan görüşü fetişleştirerek “yasayla sınırlandırılan meşruiyeti” esas aldılar ve bu şekilde Kürtler ortak iradenin dışına itildi.

Peki hangi yasa ve kimin için meşruiyet? 
CHP’nin çözüm önerisinde öne sürdüğü yasallık ve meşruluk tanımını esas alırsak; meşruluk, sadece egemenin belirlediği yasalardan kaynağını alıyorsa o zaman yasaların Kürt meselesindeki meşruluğunu tartışmaya açmak hem bir sorumluluğu hem de zorunluluğu içeriyor.
Eğer yasallıkla sınırlandırılan bir meşruiyet tartışması başlatılacaksa Kürt halkının gövdesine asırlardır indirilen fiziki darbelerin ve prosedürel pratiklerin tümünün meşruiyetinin detaylı bir soruşturmaya tabi tutulması gerekir. 
Yasayı kirletmemek ve devletin karizmasını çizdirmemek adına yapılan yasadışı ve gayri meşru işlere hiç girmeye gerek yok, sadece yasalarla yapılan işlere bakalım: mesela kayyımlar yasaların ürünü değil miydi, sadece siyaset yaptıkları için halkın oylarıyla seçilmiş binlerce siyasetçinin bugün tutuklu olması, Kürt avukat, öğretmen ve doktorların işlerinden atılması, Kürt iş insanlarının ticaret yapmalarının engellenmesi ve tutuklanması yasalarla icra edilmedi mi?
Sivil toplum alanlarına yapılan müdahaleler ve sivil toplum kuruluşlarının birçoğunun kapatılmasının arka planında yine yasanın gücü yok muydu?
Kürt dilinin CHP’nin meşru ve yasal organ olarak kabul ettiği parlamentonun gündelik prosedürlerine “bilinmeyen dil” olarak kaydedilmesini buyuran yasanın meşruiyet ölçüsü nedir acaba? 
Her yasallığın meşru görülmesi, egemen devletlerin en büyük kuralı ama en büyük yanılgısıdır.
Biraz geriye gidersek; mesela Koçgiri, Şeyh Sait, Ağrı ve Dersim halk ayaklanmalarında on binlerce insanın katledilmesi yasanın gücüyle yapılmamış mıydı?
Yıllarca bölgenin ultra egemen yasası olan Ohal pratiklerine dönüp bakalım; faili meçhuller, Kürt köylülerine dışkı yedirilmesi, Kürt köy ve kentlerinin yerle bir edilmesi, Kürtlerin en ufak statü talebinin ayaklar altına alınması, tüm Kürdistan coğrafyasının askeri teknolojinin yeni aygıtlarıyla deneme tahtası haline getirilmesinin altında yine yasallığın gücü ve bu gücü Kürtlerin bedeni üzerinde gezdirerek onları ehlileştirme arzusu yok muydu?
Dolayısıyla Kürdün hafızasında yasallığın oluşturduğu yerin meşruiyeti zayıf olduğu için Kürtler tarafından sığınılacak bir liman olarak görülmemesi doğal bir sonuçtur. 

Mesela kayyımlar yasaların ürünü değil miydi, sadece siyaset yaptıkları için halkın oylarıyla seçilmiş
binlerce siyasetçinin bugün tutuklu olması, Kürt avukat, öğretmen ve doktorların işlerinden atılması,
Kürt iş insanlarının ticaret yapmalarının engellenmesi ve tutuklanması yasalarla icra edilmedi mi?

 

Egemenliğin kaynağı nedir?
Kısacası mevcut yasalar “yasacılık” olarak işletildi, tekçiydi ve Kürt’ü gözetmeyen bir yerden işletiliyordu. Bu gerçeklerden hareketle yasanın meşruluğunun zayıflığı Kürdün yasa dışı kalmasının asıl nedenidir.
Eğer CHP hala yasal olanın meşru olduğunu savunuyorsa o zaman yasal olanın toplumda yarattığı travma ve tahribatlarla da yüzleşmesi gerekir. Toplumun karşısına demokratikleştirilmiş ve meşruiyeti güçlü yasalarla çıkmasının ön koşulu budur. CHP yasal olanı yasa dışı olarak görülen hakikatin üzerinde gezdirerek bitmeyen bir işkencenin sürdürücüsü olmak yerine, yasayı meşrulukla tertibatlandırıp güçlendirmeyi tercih etmelidir.
Meşruluk mefhumu toplumsal mücadelelerde her zaman büyük krizler yaratmıştır; oluşan krizleri çözmek ise siyaset kurumunun asli görevi ve sorumluluklarının başında gelmektedir.
Yasal olan her şeyi “meşru” görerek başkalarının meşru gördüğü her şeyi “yasadışı” ilan etmek ise, mutlak iktidarların hakimiyetini güçlendirmekten başka bir işe yaramamış ve toplumsal sorunlara kör kalmıştır. 
Zira zamanında meşru olmasına rağmen yasadışı ilan edilen sayısız etnik kimlik ve aktör zaman içinde müzakere edilerek yasallaşma şansı bulmuş ve ülkeler kendi meşruiyet alanlarını bu şekilde tahkim edebilmişlerdir.
Modern devletin egemenlik kaynağı olan “ulusun” kendisi bile bir zamanlar anarşinin, karmaşanın ve yasa dışılığın uzantısı olarak görülürken bir süre sonra ulus (halk) önce mutlak monarşilere sonra da sömürgeciliğe kafa tutarak yasanın meşru dayanağı haline geldi. 
Elbette CHP, bildiklerinde ısrar edebilir, son kertede “beni ilgilendirmiyor, ben çıkarıma bakarım” da diyebilir, Akp gibi masayı devirebilir ya da “masasız-muhatapsız” da bu işi çözerim diyebilir; ancak bunların tümü denendi ve hiçbiri rasyonel bir çözüme katkı sunmadı.

CHP çözümü nasıl düşünüyor?
Bu bakımdan CHP’nin Kürt meselesinin genel çözümüne yönelik programını açıklaması en doğrusudur. Nasıl çözmeyi düşünüyor? Mesela Kürt meselesinin çözümü ile yerel yönetimler arasındaki bağlamı nasıl kuruyor, HDP’nin kapatma davası ile demokrasi ilişkisini nasıl tanımlıyor, binlerce siyasi tutsağın sorununa nasıl bir çözüm öneriyor ve nihai olarak eğer kalıcı bir barış düşünülüyorsa “ateşkes çağrısı ve silahsızlanma” gibi çözümü kolaylaştıran hayati sorunları “hangi zeminlerde, nasıl ve kiminle” çözecek?
Bu sorulara verilecek yanıtlar hem Kürt mahallesinde yaratılmak istenen hem de devlette oluşan “muhataplık krizine” önemli ölçüde cevap olacaktır. 
Kürtler açısından, esasında hem Kemalistler hem Muhafazakarlar muhataptır. Her iki tarihsel bloğun sorunun derinleşmesinde payı olduğu kadar etik ve politik olarak da çözüme katkısı olmak zorundadır.
Elbette bir ülkede kim iktidarda ise devlet adına muhatap o aktördür, muhalefette kalan aktörler ise meselenin en az maliyetle çözülmesi için “düzeltici-onarıcı mekanizmaları” işletmek ve daha iyi sonuçlar almaktan sorumludur; bu bakımdan muhalefet doğal olarak hem sorunun müsebbibi hem de muhattaplığın bir parçasıdır.  
Nihai olarak devletin Kürt meselesinde yaşadığı meşruiyet krizini çözmesinin yolu meşruiyet alanlarını başkalarıyla paylaşarak genişletmek ve demokratik bir sözleşme ile bunu güvence altına almaktan geçer. Meşru bir barış da ancak böyle kurulabilir.
Aktörler, Kürt meselesinin çözümüne böyle bir perspektiften bakabilmeyi başarırlarsa en rasyonel yolu tercih etmiş olacaklar. Böylece Kürt barışında alınacak mesafe “kurucu bir mutabakata” dönüşebilir; olası Kürt barışı ile CHP laikliği ve cumhuriyeti kurtarabilir, AKP rövanşizmin önünü alabilir ve Kürtler politik ve kültürel haklarına kavuşabilir.
Polemiklere ve trollere takılmadan büyük resme bakıldığında kazan-kazan siyasetiyle ancak Cumhuriyet demokratikleşebilir.  
Bu denklemin belki de en önemli parametresi ise HDP’nin üçüncü yol siyasetinde diretmesi ve bu stratejiyi siyasallaştırmasıdır.
Bu anlamda iki gün önce altı partinin parlamenter rejime dönüş toplantısına HDP’nin çağrılmamış olması özgün kalabilmesi adına olumsuz bir durum değildir. Durduğu yer söz kurmasına ve katkı sunmasına engel değil. Şüphesiz çözüm olanakları HDP’nin demokratik siyaseti üçüncü yol stratejisiyle sürdürebildiği oranda mümkün olabilir. Ve daha da önemlisi Kürt barışı ile Cumhuriyetin demokratikleşmesi gibi iç içe geçen iki olgunun gerçekleşme olanağı yine üçüncü yol siyasetinin varlığına ve kurumsallaşmasına bağlıdır.
Sonuçta uzun vadede de tüm iktidarlara karşı toplumcu siyasetin öznesi olabilecek, çoklu ve eril eşitsizlik biçimleriyle mücadele edebilecek ve daha da önemlisi iki tarihsel bloğa karşı üçüncü bir blok olarak bu çizgide tüm ezilenlerin sözünü kırabilecek sol bir alternatifin varlığı konjonktürel değil, stratejik bir hedeftir. Buradan yürüyecek siyasi akıl kurucu olmaya adaydır ve belirleyicidir; buradan sözünü sürüklediği sürece. 

Mehmet Nuri Özdemir kimdir?

Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nden mezun oldu. Aynı zamanda sosyoloji eğitimi aldı. 29 Ekim 2016’da Diyarbakır Eğitim Sen yöneticisi iken 675 sayılı KHK ile öğretmenlik mesleğinden ihraç edildi. 
Şimdilerde yazarlık yapıyor. Yazıları Emek ve İnsan dergisi, Gazete Emek, Gazete Duvar ve Artı Gerçek’in forum sayfalarında yayımlandı. Halen Gazete Karınca’da yazmakta.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.