'Öcalan'ın mektubu büyük moral oldu'

Dosya Haberleri —

Nesrin Akgül

Nesrin Akgül

  • Müebbet hapis cezası ile yargılanırken 14 yıllık tutsaklığın ardından serbest bırakılan Nesrin Akgül, 2014 yılında Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın onun şahsında tüm kadın tutsaklara mektup gönderdiği isim. Nesrin Akgül ile hikayesini ve cezaevi sürecini konuştuk.
  • Öcalan'dan gelen mektup için Akgül, şöyle diyor: "O an o mektup geldiğinde hepimiz büyük bir coşku ile mektubu okuduk, bütün zindanlarla paylaştık. Kişisel bir mektup değil, kolektif bir mektuptu. Bütün kadın yoldaşlaraydı ki biz de mektubu öyle sahiplendik. Özellikle biz kadın yoldaşlar için güçlü, moralli bir selamdı."

MASİS HESKİF

“Kürtler için aşkın imkansızlığından bahsetmiştim. Buna vereceğim şu yaşanan süreçteki yanıt; özgürlük bilincine ve eylemine kalkışan Kürtlerin ve dostlarının aşkı ancak kolektif ve sizlerin de değinmeye çalıştığınız gibi platonik olarak yaşanabileceğidir” dizeleri, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Nesrin Akgül şahsında cezaevindeki kadın tutsaklara gönderdiği mektuptan. 

Nesrin Akgül, 2008 yılında Van’da örgüt üyeliği iddiasıyla tutuklanır. Muş Varto’lu Kürt Alevi bir ailede doğan Akgül, 14 yıldır süren tutsaklığının ardından yerel mahkemenin verdiği müebbet kararının Yargıtay tarafından iki defa bozulması üzerine 25 Şubat tarihinde tutuklu bulunduğu Kandıra 1 No’lu F Tipi Kapalı Cezaevi’nden serbest bırakıldı. Akgül, 16 Ocak 2019 yılında ise Öcalan üzerindeki tecridinin kaldırılması talebiyle süresiz-dönüşümsüz açlık grevi eylemine dahil olmuş, 30 Nisan’da ise eylemini ölüm orucuna dönüştürmüştü. Nesrin Akgül ile hikayesini ve cezaevi sürecini konuştuk.

İlk olarak şunu sormak istiyorum, Nesrin Akgül kimdir, mücadele ile nasıl sizi Kürt nasıl bir yaşamı savundu biraz bahseder misiniz?

Muş Varto’lu, Kürt Alevi bir ailede doğmuş biriyim. İçinde doğduğum koşulların sonucu olarak bir kimlik edinimi var. Bu kimlik aktarılan toplumsal kimlik olduğu kadar aslında edinilen, şekillendirilen bir kimliktir. Kimlik kazanma sürecimin belirginleştiğini 90’lı yılların sosyal, siyasal koşulları içerisinde yaşadığım ikilemelerle belirginleştiğini söyleyebilirim. Siyasal tercihlerimi etkileyen esas koşullar, Kürt kimliğim ve Alevi inancımın örtüşmesi oldu. Çelişkiler kendini hissettirdikçe oluşan farkındalıklarla da arayışlar derinleşti. Tabi esas olarak kimlikler, çelişkileri gün yüzüne çıkartan dayanaklar oldu. Eee tabi günün sonunda da devrimcilik iddiası kendi yolunu buldu. 

Peki bu nasıl bir yol?

Benliği, kimliği şekillendiren bu koşullar aslında nasıl yaşanılamayacağını da sana göstermiş oluyor. Artık kendini yok sayarak, inkâr ederek, hiçleştirerek, egemenin altında yaşanamayacağını biliyorsun. O nedenle ‘Nasıl bir yaşam?’ sorusuna verilen cevaplar ‘Nasıl yaşanılamaz’ üzerinden oluyor. Köleliğin, hiçliğin reddi ile gelişen bir alternatif yaşam oluyor ve bu seni özgürlükle tanıştırıyor. Nasıl bir yaşam sorusunun tüm cevaplarını da retlerin üzerine inşa ediyorsun. Bu aslında varoluş savaşına dönüşüyor. Bir hakikatin içerisinde doğuyorsun ve o hakikatin peşine düşüyorsun. Bu senin esas yürüyüşünü, yolunu belirliyor. Neyi savunacağını biliyorsun.

Nesrin Akgül, cezaevi arkadaşlarıyla...

2008 yılında 27 yaşında iken zindana girdiniz, 14 yıl aradan sonra 41 yaşında bırakıldınız. Çok uzun bir süre…

Türkiye’de olması gerekenler ve olanlar, iç içe karıştığı için 14 yıllık sürecin ardından böylesi bir tahliye benim için sürpriz oldu. Hukuk da bu noktada fazlasıyla siyasal konjonktüre göre belirlendiği için kendini her zaman en olumsuz duruma hazırlıyorsun. Ben de buna göre bir hazırlık süreci yaşadım. Yoksa şunu biliyordum; bu dosya hukukun kitabına göre ele alınsa bir üyelik dosyasıydı. Ama bu kadar uzun süreye yayılması, ısrarla ağırlaştırılmış müebbet istenmesi nedeniyle 14 yılın sonunda gelen bu tahliye benim için sürpriz oldu. Düşünün 14 yıl boyunca devam eden bir yargılama var ve sürekli bir uçtan bir uca gidiyorsun. Neyin hâkim geleceğini, günün sonunda hangi cezanın verileceğini bilmiyorsun. Sonuç olarak Türkiye’de böyle sürprizlere alışık değiliz. Aslında olması gereken hepimizi şaşırttı, maalesef. Bu da bu ülkenin gerçekliği, olması gerekenler bile bizi şaşırtıyor. Biz olmaması gerekenler üzerine kendimizi ayarlayacak pozisyonlara düşüyoruz. 

‘Nesrin Akgül tahliye’ sözlerini duydunuz ve bir an da dışarıya çıkacağınızı öğrendiniz. Ne hissettiniz? 

Tanımlaması zor. Her şey o kadar ani bir şekilde karşına çıkıyor ki duygularının neye göre şekillendiğini anlayamıyorsun. Kendimi hazırlama fırsatımın olmadığı bir şaşkınlıkla dışarı çıktım. Bir devrimci, içeride bir mücadele kararı almışsa, gerçekliği, karşındakinin kim olduğunu, neler yapabileceğini biliyorsa, kendini ve kendinin neler yapabileceğini de biliyorsan kendini her şeye hazırlar. Ben de kendimi en kötüsüne hazırlamıştım, ağırlaştırılmış müebbet olabilir, uzun süreli bir ceza da olabilir. Bugün birçok arkadaş ağır tecrit koşullarında bunun bedelini ödüyor. Müebbetle içerde tutulan nice arkadaş var. Her şeyden önce İmralı gerçekliği var. Bu nedenle tabi ki de kendini bu gerçekliğin dışında tutamazsın. Ama birdenbire bir uçtan bir uca gidiyorsun, şaşırtıcı oluyor. 

İçeride kalmanın her durumuna kendini hazırlıyorsun ama içerdeyken dışarıya kendini hazırlamıyorsun. Arkamda bıraktıklarım, belki de beni en fazla düşündürten şey oldu. Önümde neler olacak meselesi de en belirsiz düşüncelerdi. Arkamdaki her şey çok netti. Yoğun sevinçler, hüzünler, dostluklar, yoldaşlıklar… Anlam seviyesi çok yüksek bir yaşam içerisindeydik ve birdenbire belirsizliğe çıkıyorsun. Ne olduğunu bilmiyorsun, belki insan bilse de kendini hazırlayamaz. Yani aslında tahliye olacağımı bilseydim de kendimi hazırlamayabilirdim. Fakat arkamda arkadaşlarım, yoldaşlarımı bırakmam üzücüydü. Hasta tutsakları, yıllarını içerde verenleri, anıları, arkadaşlıkları, büyük direngenlikleri, hatıraları bırakıyorsun. Bu nedenle kapıdan dışarı çıkıp yürüyene kadar şok halindeydim, belirsizlikler beni çok korkuttu. Birdenbire kapı açılıyor ve seni belirsizliğin içine sokuyor ve o dünya çok başka. Tanımlanabilecek en güçlü duygu şoktu. Şaşkınlık duygusu bir noktada iyi bir şey alışmamalı insan, alışmamak lazım. 

2018 yılında Öcalan'a uygulanan tecridin kaldırılması talebiyle cezaevlerinde başlatılan ölüm orucuna katılan isimlerdensiniz. O günleri anlatır mısınız, ölüm orucuna nasıl karar verdiniz ve nasıl geçti?

Ölüm orucu için bir düzeltmede bulunayım, ölüm orucu ismi içeride ‘yaşam orucu’ olarak değiştirilerek yeni bir kavram oluşturuldu. Belki de daha uygun bir isimdi. Tabi bu daha çok amaçla ilgili bir durum, daha fazla yaşatmak, daha iyi, daha özgür yaşamak için mücadele olduğu için o isim tercih edildi. Grev sürecine dair konjonktür, bunun ortaya çıkma ihtiyacını aslında çokça ortaya koydu. Ona çok fazla girmeyeceğim. Temel sebep tecridin kırılmasıydı ki bu başarıldı da. Sadece şunu belirteyim; ortada ciddi bir tecrit var, bu tecrit bugün her yere yayıldı. Bunu kırmak elbette uzun soluklu bir mücadele, mutlak başarıyı elde etmek kolay değil. Biz bu süreci başlatırken de mutlak bir başarı değil, bir kapı aralama, bazı şeyleri kırma hedefimiz vardı. İnsanlar cezaevlerindeki bu direnişlerle çok sonuç alınacağını düşünmüyordu, bu konuda negatif bir yaklaşım vardı. Ama sonu hasıl olunca herkes şaşırdı. Bu nokta çok önemli idi. En temel hukuksal haklar talep ediliyordu ama bu tecridin toplumda normalleşmesi ya da alışılmış olması çok ağır. Zindan, tecride, suskunluğa karşı bir cevaptı, direnişti. Bizim için de toplum için de bir moral oldu.  

Yanlış hatırlamıyorsam o dönem ortalama 3 bin kişi grevdeydi. 

Herkes kendisini önermişti ben de bunların içerisindeydim. Bu şekilde biz Bakırköy Cezaevi’nden 3 kadın arkadaş ilk yaşam orucu içerisinde yer aldık. İki kadın arkadaş da Gebze’den dahil oldular. Tabi o dönem atmosfer çok farklıydı, duygusal bir atmosfer vardı. Eylemin ismi bile insanlarda biraz negatif algılar oluşturuyordu. Annelerimiz içerde, dışarda çok duygusaldı, ailelerimiz çok duygusaldı. Annelerimiz hiçbir zaman bizleri yalnız bırakmadı, onlar en büyük destekçilerimizdi. Bize refakatçı olan arkadaşlar bile bizi izlemekte zorlanıyorlardı. Ama biz başaracağımıza inanıyorduk ve gerçekleşti. Kaygılar, duygusallıklar hepsi iç içe geçmişti. Herkesin gözü üzerimizdeydi bu sebepten kaynaklı bu süreç bizim için de zordu. O sürecin sonunda sadece duygusal, ruhsal, düşünsel anlamda değil, pratik anlamda da bir başarının önü açıldı. İnsan o süreçte kendisiyle en büyük savaşını yaşıyor. Sadece bir yemek karşısında kendini terbiye etmiyorsun, düşünsel, duygusal, bedensel olarak insanın kendisini her şekilde terbiye ettiği bir olay. İnsanın kendisini böyle bir sürece katması için amaçlarının büyük hayaller ve amaçlar içerisinde olması gerekir. Çok güçlü bir net terbiye süreciydi. Ve aynı zamanda insanın iç dünyasıyla en fazla buluştuğu süreçti. Elbette komünal bir süreçti, herkes birbiri için vardı. Diyebilirim ki zindanda yaşadığım en komünal süreç o süreçti. Hepimiz inanıyorduk, çok güçlü bir direniş ruhu oluşmuştu. Direniş maneviyatla kazanılıyor, insan bencilliği, bireyselliği terbiye ettiğinde, bir başkası için yaşamayı tercih ettiğinde yoldaşlık hakikati ortaya çıkıyor.

Abdullah Öcalan'ın mektubu...

Öcalan’a mektup gönderen isimlerdensiniz ve siz 2014 yılında Şakran Cezaevi’ndeyken Öcalan sizin şahsınızda kadın tutsaklara mektup gönderdi. Ne sık aralıklarla mektup yollardınız?

İçerideki herkes Ada’ya mektup yazıyor, bu imkânımız var. Genelde belirli rutinlerle yazıyoruz, bizim için bir fırsattı elbette. Zaten içerinin en temel iletişim aracı mektup. Dışarda insanların kalemleri bile yok, etrafta kalem bulmakta zorlanıyorum ama içerde sürekli yazıyorsun. Ben de girdiğimden beri belirli aralıklarla yazdım. Bilge benim şahsımda bütün kadın tutsaklara mektup gönderdi. Hepimizi kapsayan kişisel bir mektup değil, kolektif bir mektuptu. Sadece ismen bana gelmişti. Yoksa mektup bütün kadın yoldaşlaraydı ki biz de mektubu öyle sahiplendik. O dönemde ikinci defa Ada’dan mektup alma fırsatı olmuştu. Daha önce 1999 yılında Sivas Cezaevi’ndeki tutsak bir arkadaşa mektup gönderilmişti. O açıdan biz kadın yoldaşlar için farklı bir deneyim olduğunu belirtebilirim.  

Mektubunuza yanıt geldiğinde neler hissettiniz, o süreci biraz anlatır mısınız?

Doğrusu bu soruyu cevap vermekte zorlanıyorum. Benim için biraz özgün, aslında bu soruya daha fazla cevap vermek istemiyorum. Bu mektupla çok fazla öne çıkmak istemedim. Kişisel olarak şunu söyleyebilirim, mektup ağır geliyor bana. Psikolojik, düşünsel olarak sorumluluk anlamında çok şey yüklediğim ve onun ağırlığıyla yaklaştığım için sanırım, bilemiyorum… Mektuba dair çok ayrıntılı yanıt vermek istemiyorum. Çok kısaca şunu söylemek istiyorum; o an o mektup geldiğinde hepimiz büyük bir coşku ile mektubu okuduk, bütün zindanlarla paylaştık. Özellikle biz kadın yoldaşlar için güçlü, moralli bir selamdı. Sadece bunu paylaşmanın yeterli olacağını düşünüyorum…  

Öcalan’ın mektuba yanıt verdiniz mi, yanıtınız ne çerçevede oldu? 

2014 ile 2016 yılları arasında zindanda Adalı’nın yanındaki arkadaşlarla bir iletişim alanı oluşmuştu. O yüzden ortalama o yıllar aralığında Öcalan ile yazışan bütün arkadaşlara, Öcalan’ın yanındaki arkadaşlar üzerinden cevap verdi. Bu bizler için çok önemli bir iletişim alanı oluşturdu. Bunların her satırını kendi aramızda paylaştık. Her arkadaş mektupları birbiri ile paylaşıyordu. Bizim için çok kıymetli bir hazine oldu.

Mektuba cevap içerikle ilgili bir şey aslında sürekli yazışıyoruz. O yıllar belki istisna olabilir ama biz hiçbir zaman yazdığımız mektuplara doğrudan cevap alamadık. O nedenle aslında ne kadar cevap bekleme istemi olsa da aslında Öcalan ile yazıştığında kendini anlıyorsun, kendine yazıyorsun. Onunla yazışmak başka bir dünya. Cevap beklenen bir alan değil aslında cevap olmaya çalışılan bir dünya. Sayın Öcalan ile mektuplaşmalarda cevap beklemenin ötesinde bir cevap bekleme hali var. Onunla kendini paylaşıyorsun, zaten onu biliyoruz o her şeyini sunmuş, sen onun karşısında kendine cevap vermeye çalışıyorsun. Bizim için etik ve estetik alanı önermişti, kadınlar olarak o öneriye yoğunlaşmalarımızı daha da somut, etik ve estetik üzerinden daha yoğunlaşarak cevap olmaya çalıştık. Bu hepimiz açısından böyle bir süreç oluşturdu. Yoksa çıkana kadar da mektupların gidip gitmemesi çok önemli değildi. Bizim için ona yazmak önemliydi, sonrasını bilemiyorduk. Bildiğimiz genel bir tecrit var. Ondan sonraki alan hiçbir şekilde iletişimin olmadığı bir tecrit alanı. Yazarken hepimiz zorlanıyorduk, en seçkin mektuplardı o mektuplar, o yüzden yazma kendi başına önemli bir eylem oluyor. 

Mektup hangi ay, kaç yılında geldi?

Mektup 26 Nisan 2014 tarihinde yazılmıştı ancak bizlere bir ay sonra iletildi. 

Cezaevinden çıktıktan sonra 14 yıl önce yaşadığınız yerlere gittiniz mi, ne hissettiniz? 

Cezaevine girmeden önce Ankara’daydım, şimdi de Ankara’dayım. Hiçbir şey bıraktığım gibi değil, 99 yılındaki Ankara’ya yeniden geldim. Her şeyden önce ben değiştim, insan bıraktığı gibi olmuyor. Her şey çok karışık, yön duygumu kaybediyorum, teknoloji çok gelişmiş. Binalar sıra sıra çok kalabalık insan topluluğu var, hiçbir şey bıraktığım gibi değil… Tarif etmek de zor ama en son bıraktığımda neredeydim, hangi duygulardaydım diye düşünüyorum, ben biraz onu arıyorum. Onun üzerine bir şeyler eklemek istiyorsun çünkü, aradığın mekânsal kopukluklar var, anılarla, hatıralarla yeniden buluşmayı sağlamaya çalışıyorum. 

***

Amed Newrozu'nun hayalini kurduk

Nesrin Akgül, cezaevi sonrası Amed Newrozu'nda

*Newroz haftasındayız, Türkiye ve Kürdistan’ın birçok yerinde bu yıl “Dem dema serkeftinê ye” şiarıyla kutlanıyor. En son ne zaman Newroz’a katılmıştın? 

En son 98 yılında Ankara Newrozu’nda kutladığımı hatırlıyorum. 

Şimdi Amed Newrozu’na katıldım. Aslında 2000 yılından itibaren hem içerde hem dışarda arkadaşlarla hep Amed Newrozu’nun hayalini kurardık. Bir gün o Newroz’a katılabilecek miyiz diyorduk. Amed’teki Newroz’da buluşmak benim için en büyük hayallerden biriydi. Nice arkadaşın hayali de öyledir. Arkadaşlarımı da o Newroz’a götürdüm. 

Belki çokça eksik var, bazı arkadaşlarla asla buluşamayacağız, yitip gidenler çok oldu çünkü. Kalanlar da nicesiyle yüreklerini büyütüyorlar o yüzden hep buluşma noktasıydı Amed Newrozu...

****

Tecrit normalleştirilmemeli

İçeriden yeni çıkmış biri olarak içerden dışarıyla neler paylaşmak istersin, söylemek istediğiniz bir şey var mıdır? 

İçerde neler yaşandığını benden daha iyi herkes dile getiriyor. Buna dair çokça haber yapılıyor, hemen hemen herkes sürecin tanığı. Bence biraz içerde neler yaşandığından ziyade neden içeriye ses olunmadığını, bir şeyler yapılmadığını tartışmak lazım. Evet içerdekilerin moral, direnme seviyesi dışarıya göre çok yüksek. İçerde insanlar onurlu yaşamanın tercihini çok güçlü bir seviyede tutuyor. Şu soruyu çok kişiye sormak lazım: Karşı tarafın neler yaptığı ortada… Biz neden bir şey yapamıyoruz? Bu sessizlik niye? Bunu tartışmak gerekiyor. Temel soru bence biraz bu. Yakın zamanda yeni bir infaz sistemi çıkarıldı ve dışarıda ses çıkartılmadı. Bence zindan herkese ayna olmalı, bu ayna insanlarda bir sorgulama yaratmalı. Sorum fiili bir eylemin ötesinde, nerede duruyoruz? Bir acımak, duygusal yaklaşmak değil, tüm tecride rağmen içeride çok güçlü bir moral seviyesi var. Ben biraz da buradan yaklaşılması gerekildiğini düşünüyorum. Bazı şeyler normalleştirilmemeli.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.