15 aylık Artîn’in ölümü: Kimlik mi, kimsesizlik mi?

Dosya Haberleri —

ARTIN

ARTIN

  • Artîn, daha 15 aylıktı öldüğünde. Cesedi bulunamadı. Ailesiyle birlikte yeni bir yaşam için Britanya’ya gidiyordu. Babası insan kaçakçılarına 21 bin 600 Sterlin ödemişti. Britanya’da kuracağı “yeni hayat” için Doğu Kürdistan’da neyi var neyi yok satmıştı. Manş Denizinde boğuldular, boyu beş metreyi geçen dalgalara karşı saatte 57 mil hızla giden derme çatma balıkçı teknesinin alabora olması sonucu.

İSMET KAYHAN

Oysa denizin rahatlattığını söylemişti Ece Ayhan, “Cemal Süreya’dan daha şanslı” olduğunu vurgulayarak. Cemal Süreya ile arasındaki farka işaret ederken Enis Batur’a verdiği cevapta, bunaldığında, boğulduğunda, çıkmazda hissettiğinde Çanakkale denizinde yüzdüğü söylüyordu. Dersimli Cemal Süreya bu şanstan yoksundu; o, sıkıntısı boyunu aştığında açılamıyor, aksine içine kapanıyordu. 
Galiba sadece şiirlerine bakılarak verilecek yargının ne kadar eksik olduğunu da hatırlatmış oluyordu böylece. Esas olarak iki farklı coğrafyanın ürettiği farklı yaşamların, deneyimin ve belki de şiirin varlığından söz ediyordu. 
Cemal Süreya ile yoksulluklarının ortak olduğunu da söylüyordu Ece Ayhan ama deniz ona kendi yoksulluğunu, bunaltısını giderebileceği bir sonsuzluk veriyordu. Cemal Süreya ise aşılmaz görünen “tarih öncesi” dağların arasında sıkışıp kalmıştı.
Denizin imkanlarından söz ediyor Ece Ayhan; her sorun, sıkıntı, onu yaratan koşullardan daha büyük bir zeminde ağırlığını, yoğunluğunu kaybeder. Sıkıntıyı çözmek, onu kendisinden daha büyük bir bağlamın içerisine yerleştirmekle mümkün olabilirdi ve deniz bu genişleme imkanını sağlıyordu.
Deniz, bir anlamda Cemal Süreya'nın ve Kürtlerin bu imkandan mahrum olmalarının, sorunlarının altında iki büklüm kalmalarının da metaforik bir anlatımı olmuştur.
Oysa deniz sadece Ece Ayhan'ın söz ettiği imkanları sunmuyor, tehlikeler de içeriyor. Ece Ayhan'ı ferahlatan sulardan, artık denizle geç tanışan Kürtlerin, Afganların, Iraklıların, Suriyelilerin ölüm haberleri geliyor. Çanakkale'de, Bodrum'da, Fethiye'de, Yunanistan sınırında…

Baba Resul Iran Nezhad 35, anne Şiva Muhammed Panahi 35, Anita 9, Armin 6 yaşındaydı. Manş Denizinde boğuldular.

‘Kimsesiz’ yaşamak ve ölmek
Gelin görün ki bu sorun, ne hak ettiği ölçüde bir tartışmanın ve çözüm arayışının konusu oluyor ne de biz ilgimizi sadece ölü sayısı ile sınırlayabiliyoruz. Türkiye'nin Avrupa'ya geçişlerde önemli bir merkez olduğu bilinmesine rağmen bu konudaki tartışmaları göremiyoruz. Göç olgusunun nasıl da politik bir araç olarak kullanıldığını ve sorunları ihraç etmenin bir yöntemi haline geldiğine dair vurgulara rastlamıyoruz. Türkiye dışında Irak, Suriye, Afganistan, Libya’daki uygulamalar, göç konusunda ulaşılmak istenen politik amaçların çeşitliliğini görmek açısından da son derece ilginç.
“Yerlerinden edilmiş" bu insanlar, yeni ve hızla büyüyen mültecilik statüsünü tartışmayı gerektiriyor. Ancak bugün sınırları ortadan kaldıran ve kapitalizmin kabusu olan mülteciler, sol/sosyalist hareketin gündeminde de kendilerine yer bulamıyor. Mülteciler “güvenlik sorunu”, “tehdit unsuru” olarak ele alınıyor. En muhalif kesim dahi mültecileri, bir kriz unsuru olarak görme eğiliminde. Hatırlayalım, kendisini “solda” tanımlayan Birgün Gazetesi bile Suriyelilerin plajlara akın ettiğini, halkın bu görüntüden şikayetçi olduğunu yazmaktan geri durmamıştı.
Devletlerden ziyade sosyalistler, kadın örgütleri ne yapabilir? Göç olgusu sadece denizleri aşmaya çalışırken hayatını kaybeden insanlarla gündeme geliyor artık. Mültecilik kategorisinin değişmesi, mültecilere yönelik ilginin artmasını sağlamıyor, hatta genelde aksi sonuç veriyor. 15-20 yıl öncesinde, yoğun mülteci akınlarında, uluslararası toplumun ya da devletlerin temel refleksi hiç değilse insanları hayatta tutabilmekti. Ancak bu değişti. Belki de öncesinde bir “trajedi” olarak görülen göç hareketleri şimdi kriminal olarak değerlendiriliyor. Brüksel’deki egemenler göç akışını tehlikeli bir felaket olarak tanımlıyor. NATO’nun son yıllardaki en önemli görevi ya da “yeni düşmanı” yoksul mülteciler.
 
Cansız bedenleri bile yok
Türkiye-İran sınırı, göç hareketinin önemli merkezlerinden biri. Van Mülteci Dayanışma Ağı, geçtiğimiz günlerde hazırladığı raporda, geçiş yollarında mültecilerin ya Van Gölü'nde boğularak ya da soğukta donarak hayatını kaybettiğine dikkat çekti. Sadece bir yılda Van Gölünde altmıştan fazla mülteci yaşamını yitirdi, ölen mültecilerin naaşlarına dahi ulaşılamadı. Sınırda çok sayıda mülteci, kolluk kuvvetlerinin işkencesine maruz kaldığını anlattı. Bir kadın karda doğum yaptı ve çocuğunun ölümüne tanıklık etti. Bu durum ne sivil toplum örgütleri ne de medyada hak ettiği ilgiyi buldu.
Göç hareketleri biçim değiştiriyor. Ancak göç hareketlerinin biçim değiştirseler bile dünyanın her tarafında devam edeceğini savunan Immanuel Wallerstein, bunun bir sınırlama olduğunu savunuyor. Güney'den Kuzey'e yönelen göçün aslında Kuzey'in Güney'den artı-değer aktarımının kaçınılmaz bir sonucu olduğunu söylüyor ve liberal ideologların maskesini indirmeyi öneriyor.
Wallerstein konuyla ilgili, “Güney'den Kuzey'e yoğun yasadışı göç durumu karşısında sınırsız serbest piyasa ilkesini -gelmek isteyen herkese açık sınırlar- talep etmek uygun bir taktik değil midir? Bu tür talep karşısında liberal ideologların tek yapabileceği, insan hakları konusundaki basmakalıp sözlerini bırakmak ve yerleşme özgürlüğünü kastetmediklerine göre, aslında göç özgürlüğünü kastetmediklerini kabullenmektir” diyor.
Kuzey'deki sistem karşıtı hareketlerin daha çok göçün Kuzey'de yarattığı sosyo-politik sonuçlar üzerine (göçmenlerin insan hakları, oy hakları vs.) durmasından yakınıyor Wallerstein ve ekliyor: “Ama hiç kimse 'izin verme' ve bunun sınırları konusuyla uğraşmış değil. Hareket özgürlüğü üzerinde herhangi bir kısıtlama olmalı mıdır? Eğer olacaksa hangi noktada? Tamamen özgür bir göç hakkı 'anında eşitlik' talebinin bir biçimi olurdu.”
Göçün dünya kapitalizminin işleyişinin bir zorunlu sonucu olduğunu hatırlatıyor Wallerstein ve böylelikle Kuzey'in muhaliflerine, sistem karşıtı hareketlerine sorunu yeniden tarif etmek gibi bir hedef öneriyor.

 Şimdi sokakta kalan Paris sınırındaki Saint-Denis kampındaki mültecilerden Rojavalı Hamo, “Bize fare gibi bakıyorlar” diyor.

Solun ‘örgütleme’ problemi
Yıllar önce İtalyan düşünür Antonio Negri de göç hareketi için sola farklı bir öneri sundu: “Emek gücünün hareket kabiliyeti ve göç hareketlerinin denetime alınamaması, sistemin çöküşünü hızlandırıyor. Devletler katı yasalar hazırlıyorlar, büyük bir operasyon yürütüyorlar. Ancak hareketi durduramayacaklar. İşte burada solun bu hareketi sermayeye karşı örgütleme problemiyle karşı karşıyayız.’’
Devamında, “Oturup bu yeni istilacı 'barbarların' sonsuz yollarından yeni bir hayat tarzını nasıl oluşturacağımızı düşünmeliyiz” diyen Negri, tarihin hiçbir döneminde şimdiki gibi bir göç hareketinin oluşmadığına dikkat çekiyor.
Peki böyle bir sorunun varlığını ve boyutlarını görmek istemeyen, Türkiye'ye gelen göçmenlere ilişkin hiçbir hukuki düzenleme için mücadele etmeyen, herhangi bir dayanışma örgütlemeyen, linç edilen göçmenleri görmeyen Türkiye'nin muhaliflerine ne önerilebilir? Belki de 1940'larda Struma gemisi için yapılan tartışmalarda Türk hükümetinin söylediği söz sanıldığından daha etkili olmuştur: "Türkiye kendi ülkelerinde istenmeyen insanlar için bir vatan olamaz."
Yine de Ece Ayhan'a haksızlık edemeyiz, denizin tehlikelerini biliyor. Batırılan Struma gemisindeki çocukların oyuncaklarının Çanakkale'de kıyıya vurduğunu o yazmıştı. 

Denizde kaybolan Artîn
Artîn, daha 15 aylıktı öldüğünde. Cesedi bulunamadı. Ailesiyle birlikte yeni bir yaşam için Britanya’ya gidiyordu. Babası insan kaçakçılarına 21 bin 600 Sterlin ödemişti. Britanya’da kuracağı “yeni hayat” için Doğu Kürdistan’da neyi var neyi yok satmıştı. Baba Resul Iran Nezhad 35, anne Şiva Muhammed Panahi 35, Anita 9, Armin 6 yaşındaydı. Manş Denizinde boğuldular. Boyu beş metreyi geçen dalgalara karşı saatte 57 mil hızla giden derme çatma balıkçı teknesinin alabora olması sonucu hayatlarını kaybettiler.
Armin ve Anita'nın cansız bedenleri Fransız sahil güvenliği tarafından Manş Denizinde bulundu, Artîn’in cenazesi ise henüz bulunamadı. Fransız yetkililer kurtulma umudu kalmadığını söyleyerek aramalara son verdi.
Bu Kürt aile, Güney Kürdistan sınırına yakın Serdeşt kentinin bir köyünde yaşıyordu. Baba Resul, inşaat işçisiydi. Nezhad ailesi İran-Irak savaşı sırasında Saddam güçlerinin savaş uçaklarından atılan zehirli gazla vurulan Serdeşt kasabasından. Bu saldırıda en az 113 kişi ölmüş, binlercesi de yaralanmıştı. Aile yaklaşık üç ay önce deniz yoluyla İtalya'ya, oradan kara yoluyla Fransa'ya varmadan önce Türkiye'ye geçmek için 7 Ağustos'ta Doğu Kürdistan’dan ayrılmıştı. İngiltere'ye geçmek için üçüncü teşebbüsleriydi. Daha önce iki kez trenle geçmek istemişler ama her seferinde başarısız olmuşlardı.

Tunus'un Safaks kenti açıklarında bir teknenin batması sonucu dördü hamile 19 kadın hayatını kaybetti. 

İnsan kaçakçıları
Göç hareketleri kadar insan kaçakçıları da biçim değiştiriyor. İnsan kaçakçıları çaresiz binlerce göçmeni Avrupa’ya nasıl sokuyor? Guardian gazetesinin haberine bakalım: İnsan kaçakçıları, Irak, İran, Afrika ve Pakistan’daki yoksul aileleri ziyaret ederek çoğunlukla abartılı İngiliz cömertliği hikayeleriyle işlerini hızlandırıyor. “Potansiyel” göçmenler, her şeylerini satıp para (10 bin sterlin) ödemeyi kabul etmek zorunda kalıyor. 
Ortadoğu'dan gelen göçmenler, Akdeniz boyunca tehlikeli bir yolculuk yaptıktan sonra genellikle Yunanistan'da Avrupa'ya ilk adımlarını atıyorlar. Daha sonra kamp kurdukları Calais'e -genellikle bir kamyonun arkasında- gidiyorlar. Kaçakçılar genellikle göçmenleri toplu halde Calais'e getiriyor ve önceki grup kanalın karşı yakasında karaya bırakıldığında bir yenisi çoktan gelmiş oluyor. Göçmenler daha sonra tekneye bindiriliyor, Britanya yönü işaret ediliyor ve Birleşik Krallık sularına kurtarılabilecekleri mesafede ulaşana kadar durmamaları söyleniyor. İnsan kaçakçılarının, insansız hava araçları tarafından tespit edilmemek için Fransız balıkçı teknesi mürettebatlarını kullandıklarına dair haberler de var. Göçmenler Birleşik Krallık Sahil Güvenliği tarafından alındıklarında, işleme alınmak üzere bir gözaltı merkezine götürülüyorlar. 2020 yılında şimdiye kadar en az 7 bin 500 göçmenin küçük bir botla İngiltere'ye geçtiği biliniyor. Bu rakam 2019'un tamamından dört kat fazla.

  • Sadece bir yılda Van Gölünde altmıştan fazla mülteci yaşamını yitirdi, ölen mültecilerin naaşlarına dahi ulaşılamadı. Sınırda çok sayıda mülteci, kolluk kuvvetlerinin işkencesine maruz kaldığını anlattı. Bir kadın karda doğum yaptı ve çocuğunun ölümüne tanıklık etti. Bu durum ne sivil toplum örgütleri ne de medyada hak ettiği ilgiyi buldu.

Bizi kurtaramayacaklar
Alarm Phone, 2014’te denizdeki ölümleri durdurmak için sivil politik eylemlilik ihtiyacıyla kuruldu. Aynı zamanda sınırlar boyunca gerçekleşen insan hakları ihlallerini de belgeliyor. 29 Mayıs 2019, saat 23:47’de denizde mahsur kalmış bir mülteci telefonla Alarm Phone’a ulaştı. Telefondaki kişi, 20 kadın ve 15 çocuğun olduğu yaklaşık 100 kişilik bir botun batmak üzere olduğunu söylüyordu. Batmakta olan bot, İtalyan donanmasından bir geminin yakınlarındaydı. Buna rağmen ne İtalya ne de Malta mültecileri kurtarmaya yanaştı. Alarm Phone ile bottaki mülteci arasında şu konuşma kaydedildi:
- 23:47: “Çok yorulduk. Hortumlardan biri hava kaçırıyor, bota su giriyor, daha fazla dayanamayacağız... Bütün gece beklememiz gerekirse hiçbirimiz hayatta kalamayacak.”
- 00:13: “Fazlasıyla soğuk. Çocuklar soğuktan acı çekiyor, onlar için endişeleniyoruz. Islaklar ve donuyorlar. 15 çocuk var. En küçüğü 9 aylık, bir tanesi 3, bir tanesi 4 yaşında. Çocukları botun köşesine taşımaya çalıştık, orada daha az su var ama bot sabit durmuyor, o yüzden hareket etmek zor. Burada 20 kadar kadın var. Kadınlar güçlü ama hamile olan bir tanesi çok hasta.” 
- 00:47: “Bazı insanlar panik halinde. Bazı insanlar korkudan aklını kaybetmiş durumda. Bizi kurtarmayacaklar.” 
- 01:20: “Bize yaptıkları hiç insani değil. Bir günden uzun süredir burada denizdeyiz. Helikopterle, uçaklarla, her şeyle geldiler. Nerede olduğumuzu biliyorlar, sadece Libyalıların gelip cesetlerimizi götürmesi için bekliyorlar. Hala yaşayan birileri olursa onlar da belki suya atlayacak çünkü Libya’ya dönmektense ölmeyi tercih ederler. Neden bir balıkçı botunun bizi kurtarmasına izin vermiyorlar? En azından insanların ölmesini önlerler. Her ne boktan hapishaneye isterlerse bizi götürebilirler ama buradaki durum insanlık dışı, nasıl acı çektiğimizi tahmin bile edemezsiniz.” 
- 04:50: “Güneş doğdu ama hala yalnızız, hiçbir bot göremiyoruz.” 
- 07.50: “Çok yorgunuz.” 
- 08.00: “5 yaşında bir çocuk öldü.” 
- 08:19: “Bir gemi görüyoruz. Çok uzakta ama büyük.” 
- 09:05: “Hoşça kalın.” 

12 bin göçmen
Tunus Ekonomik ve Sosyal Haklar Forumunun verilerine göre 2020 yılında 12 bin göçmen, teknelerle Tunus’tan İtalya’ya geçiş yaptı. Uluslararası Göç Örgütü (IOM), 2019 yılında Akdeniz üzerinden Avrupa’ya geçmek isterken 1200 göçmenin hayatını kaybettiğini, 2020 yılı Ocak ve Ağustos ayları arasında aynı rota üzerinde ölen göçmen sayısının ise 900 olduğunu bildirdi.

  • Türkiye'ye gelen göçmenler için mücadele etmeyen, herhangi bir dayanışma örgütlemeyen, linç edilen göçmenleri görmeyen Türkiye'nin muhaliflerine ne önerilebilir? Belki de 1940'larda Struma gemisi için yapılan tartışmalarda Türk hükümetinin söylediği söz sanıldığından daha etkili olmuştur: "Türkiye kendi ülkelerinde istenmeyen insanlar için bir vatan olamaz."

Mültecinin günlüğü

* Avrupa'nın kalbinde, Paris sınırındaki Saint-Denis kampı. 2 bin 500 kişi, bir köprünün altında sıkıştı. Kasım ayında Fransız polisi bu çadır kampa baskın düzenledi. İnsanları dövüp çadırlarını yaktı. Kamptaki mülteciler şu an sokakta. Rojavalı Hamo, kamptaki durumu, “Tuvalete gitmekle duş almak arasında seçim yapmak zorunda olduğunuz bir yaşam düşünün! Böyle insanlık dışı koşullarda kim yaşayabilir? Bize fare gibi bakıyorlar” sözleriyle anlatıyor.
* Tunus'un Safaks kenti açıklarında bir teknenin batması sonucu dördü hamile 19 kadın hayatını kaybetti. 
* Ağustos’ta Sudan uyruklu 28 yaşındaki Abdulfatah Hamdallah, 3 metrelik bir botla geçmeye çalışırken boğuldu.
* 31 yaşındaki İranlı Mitra Mehrad, bir bebeğin hayatını kurtarırken denize düştükten sonra boğuldu. 9 Ağustos'ta korkunç koşullarda kaybolduğunda, aralarında bir çocuk ve bir bebeğin de bulunduğu 19 göçmeni taşıyan küçük bir sandalla seyahat ediyordu.
* Atlas Okyanusunda sadece 24 Ekim-30 Ekim tarihleri arasında 5 tekne battı. 480 mülteci yaşamını yitirdi ya da bir daha kendilerinden haber alınamadı
* 19 Aralık, Türkiye’den Midili’ye geçmeye çalışan bir teknenin alabora olması sonucu bir Somalili kadın öldü, bir Afgan erkek ise kayboldu.
* Sınır Tanımayan Doktorlar (MSF), 2020 yılında sadece Midilli Adasında intihar girişiminde bulunan 49 çocuğu tedavi ettiklerini belirtti. 

 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.