1984'ün distopyası çoktan geldi
Toplum/Yaşam Haberleri —

Orwell: 2+2=5 belgeseli
- Cannes Film Festivali’nde gösterilen yeni bir belgeselde yönetmen Raoul Peck, Britanyalı yazar George Orwell’ın düşüncelerini kullanarak kitlesel gözetim, dilin manipülasyonu ve otoriter yönetimlerin yükselişiyle şekillenen bugünü analiz ediyor.
ÁLEX VİCENTE / Çeviri: Tijda YAĞMUR
“Kaç parmak gösteriyorum?” 1984 romanının başkahramanı Winston Smith, gözleriyle gördüğüne güvenerek cevap verir: dört. Ama yeniden eğitilmesinden sorumlu Parti görevlisi, beş olduğunu söyler. Elektrik şokları ve çeşitli işkence yöntemleriyle, Winston zamanla kendi algısından şüphe etmeye başlar; romanın sonunda o da artık tereddütsüz bir şekilde beş parmak gördüğüne inanır.
George Orwell’ın bu büyük distopya romanında gerçeğin iktidarın baskısına boyun eğdiği bu sahne, 71 yaşındaki Raoul Peck’in yeni belgeseli Orwell: 2+2=5’in çıkış noktası. Belgesel, Cannes Film Festivali’nin Cannes Première bölümünde izleyiciyle buluştu.
Kehanet değil, gerçek
Peck, Orwell’ın geleceğe dair öngörülerinin artık birer kehanet değil, düpedüz gerçek olduğunu anlatmak için bu sahneyi seçmiş. Büyük Birader, yenidil, çiftdüşün ve düşüncesuç gibi kavramlara dayanan Orwell’ın bakışı, bugünümüzü saran gözetim, toplumsal korku ve hakikat duygusunun çöküşüyle birleşiyor. Oyuncu Damian Lewis’in seslendirmesiyle anlatılan belgesel, Orwell’ın metinleri ve mektuplarını; arşiv fotoğrafları, 1984’ün 1956 yapımı (Edmund O’Brien’lı) ve 1984 yapımı (John Hurt’lü) film uyarlamalarından sahneler, Oliver Twist’ten Aşk Engel Tanımaz’a (!), çeşitli filmlerden kesitler ile televizyon ve sosyal medya görüntüleriyle harmanlıyor.
Orwell için her şey bir adaletsizlik duygusuyla başlardı. Peck için de durum farklı değil. İlk kısa filminden itibaren –Kübalı ozan Carlos Puebla’nın Soğuk Savaş dönemi Berlin ziyareti üzerine yaptığı filmden, James Baldwin’le ilgili Ben Senin Zencin Değilim belgeseline ya da geçen yıl Cannes’da gösterilen Güney Afrikalı fotoğrafçı Ernest Cole hakkında yaptığı filme kadar– Peck’in sineması açık ve tutarlı bir politik çizgiyi izliyor.
“Umut varsa, inşa edilmesi gerekir”
“Ben Haiti’den geliyorum. Daha küçük yaşlarda bile demokrasinin savunuculuğunu yaptığını iddia edenlerin ikiyüzlülüklerini gördüm. Ve ben siyah bir insanım: bana yaşama hakkı tanımamış toplumlarla karşılaştım” diyor Peck, Cannes limanına bakan bir terasta.
Peck, çocukluğunu Haiti’de François Duvalier rejimi ve sürgündeyken Zaire’de Mobutu Sese Seko yönetimi gibi özgürlük düşmanı rejimlerin gölgesinde geçirmiş; muhalif olduğu için babasının hapse atıldığına tanıklık etmiş biri olarak, herkesin sustuğu zamanlarda konuşmanın önemini erken yaşta kavramış.
“Orwell’ın dediği gibi: Umut varsa, inşa edilmesi gerekir. Kendi kendine ortaya çıkmaz. İnsanlık tarihinde bu hiçbir zaman böyle olmamıştır. Direnirsiniz, örgütlenirsiniz, gerçekleştirirsiniz. Otoriter rejimler ya savaş kaybettikleri için ya da bir devrimle yıkılır. Beş yıl da sürebilir otuz yıl da ama sonuç değişmez: Ya sistem çöker ya da halk direnir.”
Orwell’ın son yılları
Bu anlamda Peck’in filmi bir tür eylem çağrısı gibi. “Bu benim görevim değil, ama her yurttaşın kendine şu soruyu sormasını istiyorum: Bu dünyada ne yapıyorum? En azından, bu soruyu sorma ayrıcalığına sahip olanlar… Güney Kongo’da bir madende çalıştırılan ve sizin bir iPhone’unuz olsun diye ter döken bir çocuk böyle bir seçeneğe sahip değil. Ama belki siz sahipsiniz.”
Belgesel, klasik bir yaşam öyküsünden çok, Orwell’ın hayatının son yıllarını hatırlatıyor. Tüberküloz hastasıyken, İskoçya’nın Jura adasında ıssız bir çiftlikte inzivaya çekilmiş, 1984’ü zaman dolmadan tamamlamakta kararlıydı. Edebî vasiyeti sayılabilecek bu roman, ölümünden sadece altı ay önce, 1949 yılında yayımlandı.
Peck, romanın temelini oluşturan meşhur Parti sloganını çıkış noktası olarak alıyor: “Savaş barıştır. Özgürlük köleliktir. Cehalet güçtür.” Bu sloganı, faşizmin dünya genelinde yeniden yükselişe geçme tehdidini analiz etmek için bir araç olarak kullanıyor. Belgeselde Putin, Netanyahu, Milei ve Meloni görüntüleri akıp geçerken, asıl başrol elbette Donald Trump’a ait — çünkü gerçeği sistematik biçimde hiçe sayan bir lider olarak öne çıkıyor.
“Beni anlıyordu, kardeşim gibiydi”
Orwell baskı mekanizmalarını yakından tanıyordu. Bu mekanizmaları, İspanya İç Savaşı’nda Uluslararası Tugaylar’la birlikte savaşırken Avrupa’da gözlemlemişti. Ama aynı zamanda bu baskının bir parçası da olmuştu: Britanya’nın Afyon Dairesi’nde görev yapan bir yetkilinin oğlu olarak sömürge Hindistan’da doğmuş, Burma’da beş yıl boyunca İmparatorluk Polisi’nde çalışmıştı. Bu iki deneyim, yazarın içinde hem otoriterliğe karşı derin bir tepki hem de güçlü bir suçluluk duygusu uyandırmıştı.
Bir keresinde şöyle yazmıştı: Eğer imparatorluk olmasaydı, Britanya “soğuk ve önemsiz bir ada olurdu, hepimiz çok çalışmak zorunda kalır, başlıca besinimiz ringa balığı ve patates olurdu.” Bu da, neredeyse kehanet niteliğinde bir başka gözlemiydi.
“Orwell’ı ilk okumaya başladığımda, bana en çok yakın gelen şeylerden biri onun sanki Üçüncü Dünya’dan biriymiş gibi görünmesiydi. Bana yakın geliyordu, beni anlıyordu, sanki kardeşim gibiydi” diyor Peck; 1970’lerin Berlin’inde sol çevrelerde siyasileşmiş biri olarak. “Berlin’e 16 yaşında geldim ve direnişin belirlediği bir dünyayı keşfettim. Şehir tam anlamıyla politik bir kazan gibiydi. Benim kuşağım Avrupa’da eğitim görüp sonra memleketine dönüp mücadele etmeye —gerekirse ölmeye— hazırdı. Kariyer yapmak, ev sahibi olmak ya da araba almak gibi bir modelimiz yoktu. Amacımız otoriter rejimleri sona erdirmekti.” Peki, bugün de filmleriyle aynı mücadeleyi mi sürdürüyor? “Ne yazık ki evet.”
“Kimse intihar yeleğiyle doğmaz”
Belgeselin en çarpıcı bölümlerinden biri ise yenidile ayrılmış. Bu yapay dil, düşünme yetisini bastırmak ve eleştirel düşünceyi kısıtlamak amacıyla, deyim yerindeyse, örtülü ifadeler ve hazır kalıplarla örülmüş.
“Sanki her yıl, yenidilin büyük sözlüğüne yeni sözcükler ekleniyor. Yeni sözcükler evet, ama işlevleri hep aynı: İnsanların gerçekle yüzleşmesini engellemek.”
Belgeselde Peck, son dönemdeki pek çok örneği sıralıyor: “özel askerî operasyon” (savaş), “yasal güç kullanımı” (polis şiddeti), “tasarruf” (sosyal programların kısıtlanması) ya da “vergi optimizasyonu” (vergi kaçırma). Ve daha da tartışmalı bir tanesini: “antisemitizm.” Peck’e göre bu terim, “İsrail Devleti’nin askerî eylemlerine yönelik her türlü eleştiriyi gayrimeşrulaştırmak için” kullanılıyor. Cannes’daki gösterimde bu tespiti alkışla karşılandı. “Elbette antisemitizm diye bir şey var, ama ben başka bir şeyden bahsediyorum. Ve kimse beni muğlak olmakla suçlamasın. Filmlerimin çoğunda Holokost’u anlattım” diyor yönetmen.
Peki Peck için, Orwell’ın savunduğu gibi, ezilenler her zaman haklı mıdır? “Temel olarak, evet. Ama bu, her yöntemi onayladığım anlamına gelmez. Örneğin Hamas’ı ve politikalarını desteklemiyorum. Direnişi destekliyorum, çünkü bir halk başka bir halk tarafından işgal ediliyor. Ama savaşma yöntemi bu olmamalı” diye açıklıyor Peck.
Ona göre terörizm bir anda ortaya çıkmaz; diğer yollar tükendiğinde ortaya çıkar. “Kimse intihar yeleğiyle doğmaz. Bir insandan her şeyi alırsanız —kimliğini, onurunu, hayatta kalma ihtimalini— onu bir hayvana dönüştürürsünüz. Naziler Yahudilere bunu yaptı: Onları böcek ya da sıçan gibi gördüler. Bir halkı bu şekilde aşağılamak, geleceğin teröristlerini üretmektir. Ve şu anda Gazze’de olan da bu. Binlerce çocuk cehennemin içinde büyüyor. Eğer hayatta kalırlarsa, neye dönüşecekler?”
Ve bir anda, iki artı iki, dört eder.
Kaynak: https://english.elpais.com