Ateşteki silahlar

Toplum/Yaşam Haberleri —

İlhami Leventoğlu (Mahsum)

İlhami Leventoğlu (Mahsum)

  • “Kenarda bir köşede çatılmış silahları, kahvaltı yapıyorlardı. Gülümsüyordu. Hayır, bildiğin gülüyordu. Çok mutluydu. O fotoğraftaki kadar güldüğüne şahit olmuşluğum nadirdir. Çok mutluydu diyorum…”

ÖMER LEVENTOĞLU

“O son gece yürüyüşünde biz, sekiz kişiydik” diye girdi söze ve devam etti: “Ay ışığı yoktu, çok karanlıktı, göz gözü görmüyordu. Ne kadar hızlı hareket edersek edelim, mevziye varmamız gece yarısını bulacaktı. Bir mola verdik. Kısa bir dinlenme molası. Yürüyüş kolunun ön tarafındaydı Mahsum arkadaş. Herkes bir kenara çekilip oturduktan sonra, geriye, bize doğru geldi, her bir arkadaşın durumunu tek tek kontrol ederek en arkaya, bana kadar ulaştı. Merak içindeydim, yürüyüş planını değiştirecek bir durum mu vardı acaba? Nihayet beni de geçip daha arkaya, oradaki büyükçe bir kayanın dibine oturdu. Biraz şaşkınlıkla izliyordum kendisini. Savaşta, çatışma alanlarında, mevzilenme, sığınma, intikal ya da intişar söz konusu olduğunda, temel ilkelerden, yöntem ve taktik pratikten asla taviz vermeyen, milim şaşmayan bir disiplin anlayışına sahipti. Oysa şimdi şaşkınlıkla izlediğim bir muziplik peşindeymiş gibi bir izlenime kapılmıştım. Sezgilerim beni yanıltmamıştı. Yanına çağırdı beni, ‘gel’ dedi, ‘atkını ver.’ Verdim, kendi atkısını da çıkardı, ikisini üst üste serdi, bir kat daha katladı ve üzerine attı, benim de gelip atkının altına girmemi istedi. Bir sır paylaşacak gibiydi. Sokuldum. Ben merakla ne söyleyecek diye beklerken cebinden tek bir sigara çıkardı. ‘Son sigaramız’ diye gülümsedi, çakmak ışığının yansımaması için yere kapaklandı ve yaktı sigarayı. Bir iki yudum da ben çektim. O gece şafak atarken, sekiz arkadaştan geriye ikimiz kalmıştık. İki kaya arasında dar bir gedik vardı, O gediği diğer tarafa geçebilirsek düşmanın karşı tepede tutunmasını engelleyecektik. Bu yöndeki çaba, altı arkadaşımızın şehadetine yol açmıştı. Bir anlık bir hamle. Tek bir adım. Bir sıçrama anı. Karşıda aman vermeyen bir keskin nişancı var, ama sadece bir anlık bir hamle işte, belki karşıya atlama şekli keskin nişancının öngörüsünü kırar, odaklandığı hedefi tutturamaz umuduyla kendi mevzisini bırakıp geldi. O gediği aşmak ve karşı tepeyi temizlemek istiyorduk, tek hedefimiz buydu, odağımız, olmazsa olmazımızdı bu hedef. O kadar ki, bize ulaşması an meselesi olan destek birliğini bekleyecek kadar bile sabrı kalmamıştı Mahsum arkadaşın. Bir şekilde keskin nişancıyı yanıltabileceğine inanıyordu.”

*

Burada durdu... “Ee, sonra ne oldu” diye sormak istiyordum. Hem de nasıl bir tutkuyla sormak... Fakat boğazıma düğümlenen bir acı ciğerlerimi söndürmüştü sanki. Değil soru sormak, nefes alamıyordum. Durduk karşılıklı. Sustuk. Herkes sustu. Kameraman, sağımızda solumuzdaki bir kaç arkadaş, herkesin eli, kolu, gözleri dondu. Her şey sustu. Kayalar, dağın yamaçları, kuşların cıvıltısı, cırcır böcekleri sustu, kelebeklerin kanatları dondu. Az önce yağan yağmurun ıslattığı taşlar, toprak, okyanusun ortasına çakışmış korsan teknelerini andıran küçük göletlerdeki kuru odun parçaları taş kesildi, kımıltılarını kesti yağmur damlaları. Altına oturduğumuz söğüt ağacının yaprakları rüzgarı unutmuş gibi donup kaldı öylece. Ve ara verdik röportaja...

 

Mahsum ( sol arkada gülümseyen)

 

Geçtiğimiz günlerde şehitjiyane sitesine denk gelmiştim. Soyadı lewentoglu diye yazılıymış. Sitedeki fotoğrafların ikisi, benim çektiğim fotoğraflardı. Üzerindeki kaban benim kabanım, üzerindeki gömlek, değiştirerek giydiğimiz gömleklerden biriydi. Oysa daha küçük yaşlarda kıyafet yüzünden kavgalarımız çoktur. O benden daha yapılıydı ama babam genellikle aynı beden pantolon alırdı. Orta okuldan sonra aynı sınıftaydık, aynı sırada oturduk. Hep aynı yatakta uyuduk, hatta lisede, tek göz öğrenci evinde dört kişi kalırken de bizim ikimizin tek yatağı vardı. O kadar zayıftım ki, “kemiklerin batıyor” diye yataktan atmışlığı çoktur beni. İşte o fotoğraflara bakarken, benim ilk kez gördüğüm başka bir fotoğrafta ise bir grup gerilla arkadaşıyla birlikteydi. Kenarda bir köşede çatılmış silahları, kahvaltı yapıyorlardı. Gülümsüyordu. Hayır, bildiğin gülüyordu. Çok mutluydu. O fotoğraftaki kadar güldüğüne şahit olmuşluğum nadirdir. Çok mutluydu diyorum, çünkü sadece çok mutlu olduğunda gerçekten de gülümsemeyi aşan bir “gülme” belirirdi yüzünde. 

*

11 Temmuz günü silahlarını yakan gerilla grubunu izledikten sonra bir kez saha şehitjiyane sitesine girdim ve O’nun o gülen fotoğrafına baktım. Bugün burada, Barış ve Demokratik Toplum Grubu’nda görev alsaydı, oradaki hisleri ne olurdu acaba diye düşündüm. Sonra bundan 14 yıl önce, 2011 yılında yazdığım bir yazıda kullandığım ifadeleri hatırladım. Ankara için savaşı sürdürmenin yeni ve coşkulu bir enstrümanı olan silahlı ve insansız hava araçlarının (SİHA) henüz kullanıma girdiği bir dönemde yazmıştım o yazıyı ve mealen şöyle demiştim: “Beyim, enstrümanlarınız ne olursa olsun, eğer bir barış vizyonuna sahip değilseniz, siz daha baştan bu savaşı kaybetmişsiniz demektir.” İşte Mahsum da bu grupta yer alsaydı herhalde böyle düşünürdü. O’nun böyle düşüneceğinden adım kadar, O’nun kardeşi olduğum kadar eminim. 

 

 

Gerçekten de İlyada ve Odessia destanındaki savaş dahilerinden tutun da Spartaküs’e, İskender, Hannibal, Sezar, Marcus Avrelius, Zencler, Karmatiler, Napolyon gibi bütün büyük dehaların savaşları, hep insana ve topluma dair belirli bir sorunu aşmayı amaçlamıştı. Bu nedenle savaşa da barışa da hakkını vererek tarihe adlarını yazdırmışlardı. Dolayısıyla diyebiliriz ki savaş, asla savaşmayı amaçlamaz. Hani denir ya, “savaşta askerler hayatını kaybeder ama insanlık ölür”, bu bilinen klişeyi ben şöyle revize etmek istiyorum: Elbette her savaşta savaşçılar ölür, fakat eğer savaşınız insani amaçlar içermiyorsa, yani insani ilkelere, erdemli bir amaca sıkı sıkıya bağlı değilse, sizin savaşınız “insan”ı da öldürür. Yani öfke ile verilen savaşta, insanlık ölür. Nasıl ki ölümlü bir “varlık” olarak insanın dünyaya geliş amacı ölümlü olma vasfına hakkını vermek ise, tıpkı bunun gibi, bir insan eseri olarak savaş da, “hakkı verilerek sonlandırılmak” içindir. 

Silahlarını yakan gerilla grubunu izlerken, üzerine düşündüğüm şeyler işte buna benzer şeylerdi. Yani zihnimde, bilincimde akıp devinen parametreler, politik mülahazaların bütünüyle uzağındaki parametrelerdi. Zaten hep öyle oldu. Savaşın içine doğmuş, hep savaş koşullarında yaşamış biri olarak, kendimi bildim bileli, içinde yaşadığımız dünya hakkında edindiğim fikirler, insana ve topluma, savaşa ve sanata, akla ve duygulara dair dağarcığımda birikenler, bütünüyle politik mülahazaların dışında toplaştı ve belki de bu nedenle, silahlarını yakan gerillaları izlerken, Mahsum’un da benimle aynı hisleri paylaştığından zerrece şüphe etmedim.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.