Paech: Başarılı olabilecek tek yaptırım UCM'dir

Dosya Haberleri —

NORMAN PAECH

NORMAN PAECH

  • Prof. Norman Paech: Kimyasal silah kullanımı savaş suçudur ve savaş suçu hukukunca Lahey'deki Uluslararası Ceza Mahkemesi'nde (UCM) yargılanması gerekiyor. Türk hükümeti, kimyasal silahların kullanımının yanı sıra Türkiye'den Suriye'deki isyancılara kimyasal silah teslimini de reddediyor. Bu nedenle, bu tehlikeli tartışma konusunu UCM önünde çözmek gerekir.

AGİT EREN

 

PKK’ye karşı yürüttüğü 40 yıllık savaşta altına imza attığı uluslararası savaş sözleşmelerini sürekli olarak ihlal eden Türk ordusu, 14 Şubat 2021’de Güney Kürdistan’daki Garê’ye yönelik operasyonunda da savaş suçları işledi. PKK tarafından 6 yıl önce alıkonulan asker ve polisler, Türk ordusunun saldırısında öldürüldü. Ölen asker ve polislerin aileleri, çocuklarının serbest bırakılması için hiçbir adım atmayan AKP-MHP iktidarına ve TSK’ye tepki gösteriyor; Türk devlet yetkilileri ise her zaman yaptıkları gibi PKK’yi suçlamakla yetiniyor.

Norman Paech, bir dönem Almanya’da Sol Parti’nin Dışişleri Sözcülüğü ve Demokrat Hukukçular Birliği’nin başkanlığını üstlendi. Hamburg Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde hukuk profesörlüğüne devam eden Paech, Türk devletinin uluslararası hukuka aykırı savaş suçlarının son yıllarda yoğunlaştığına dikkat çekerek Garê operasyonunun da ciddi bir savaş suçu olarak yargılanabileceğini belirtti.

Deneyimli hukukçu, Türk ordusunun Garê’de kimyasal silah kullanmasının da bağımsız uluslararası mahkemeler tarafından soruşturulması gerektiğini belirtti.

Uluslararası hukuk ve siyaset uzmanı Prof. Norman Paech ile Türk devletinin işlediği savaş suçlarını, bunların yargılanma ihtimalini ve özel olarak da Garê operasyonunun uluslararası hukuk açısından anlamını konuştuk.

 

Cenevre ve Lahey Sözleşmeleri, uluslararası savaş suçları açısından önemli sözleşmeler. Neden bu kadar önemli bunlar?

Dünyada savaşlar olduğu müddetçe, sivillerin ve belli durumlarda savaşlara katılan savaşçıların korunmasına yönelik uluslararası sözleşmeler önemlidir. 2020’de toplam 29 savaş oldu. Bunlara daha sonra Etiyopya, Azerbaycan ve Dağlık Karabağ’daki savaşlar eklendi. Savaş sürekli değiştiğinden ve yeni silahlar ve savaş teknikleri siviller için sürekli olarak tehlikeleri arttırdığından bahsedilen iki sözleşme, 1949’da dört yeni Cenevre Sözleşmesi ve 1976’da Cenevre Sözleşmelerinin iki protokolü ile tamamlanmış ve genişletilmiştir. Devletler ve ordular bu kurallara uygun davranmış olsaydı, yine de savaşlar olurdu tabi. Ancak sivil nüfusun, gençlerin, kadınların, yaşlıların, hastaların ve zayıfların üzerindeki korkunç etkileri, bugün güncel savaşlarda gördüğümüz oranda olmayacaktı.

 

Hem “uluslararası hukuk, hem evrensel adalet ilkeleri hem de kamuoyu vicdanı esas alınarak” imzalanan bu sözleşmeler, devletlerce kabul edilmelerine rağmen neden kağıt üzerinde kaldı?

Bu sözleşmelere Cenevre’deki Uluslararası Kızılhaç şemsiyesi altında imza atan devletlerin aynı zamanda silahlı çatışmada bu sözleşmeleri defalarca ihlal eden devletler olması, uluslararası insancıl hukukun trajedisi ya da paradoksudur. Savaş çıktığında zaferi sağlayan veya en azından yenilgiyi önleyen silahlar, malzemeler ve teknikler kullanılır. Bu aşırı durumlarda tüm kurallar zayıf yasal çerçeveden dolayı devre dışı kalır. Örneğin Uluslararası Adalet Divanı, 2004 tarihli görüşmesinde nükleer silahların üretiminin ve kullanımının yasadışı olduğunu açıkladı ancak varlığıyla tehdit edilen bir devletin nükleer silah kullanımına ilişkin bir karar veremeyeceğini ekledi. Bu nedenle şimdiye kadar nükleer silaha sahip hiçbir devlet onlardan vazgeçmedi ve ellerinden bu silahlar alınmadı.

 

Bu sözleşmelerin egemen devletler tarafından sık sık ihlal edildiği malum. Türk devleti de bu sözleşmelere taraf devletlerden biri. Oysa devletin, PKK’yle savaş hukuku sınırları çerçevesinde bir savaş yürüttüğünü uluslararası mecralarda ifade etmesine rağmen Garê’ye dönük saldırılarında bu hukukun dışına çıktığı görülüyor. PKK bu saldırılarda kullanımı yasak olan kimyasal silahlar da kullanıldığını açıkladı. Söz konusu sözleşmelerin Türkiye’nin Garê’de yaptığı ihlaller dolayısıyla bir yaptırım uygulaması beklenmez mi?

Biyolojik ve kimyasal silahların kullanılması kesinlikle yasaktır. Buna rağmen yakın geçmişte özellikle Suriye’de bu silahlar defalarca kullanıldı. Deneyimler, siyasi veya ekonomik yaptırımların caydırılıcığının çok az olduğunu göstermiştir. Kimyasal silah kullanımı savaş suçudur ve savaş suçu hukukunca Lahey’deki Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde (UCM) yargılanması gerekiyor. Türk hükümeti, kimyasal silahların kullanımının yanı sıra Türkiye’den Suriye’deki isyancılara kimyasal silah teslimini de reddediyor. Bu nedenle, bu tehlikeli tartışma konusunu UCM önünde çözmek gerekir.

 

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Güney Kürdistan/Garê’de düzenlediği saldırılarda 6 yıldır PKK’nin alıkoyduğu asker ve polis 13 devlet elemanı öldürüldü. PKK kaynakları bu rehinelerin Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından kimyasal silahlarla kasıtlı olarak infaz edildiğini duyurdu. Böyle bir olayın uluslararası sözleşme ve anlaşmalarda yeri nedir?

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Irak topraklarına yaptığı bombalama saldırıları, Irak’ın egemenliğini ihlal ediyor ve uluslararası hukuku ciddi şekilde ihlal ediyor. Temmuz 2018’den bu yana saldırganlık, yani egemen bir devlete saldırı, UCL nezdinde uluslararası savaş suçu olarak yargılanabilir. Türk Silahlı Kuvvetleri kimyasal silah kullansaydı, bu ek bir kovuşturma sebebi olurdu. PKK’nin kaynakları genellikle NATO ülkeleri tarafından tanınmadığından bu kaynakların bağımsız bir uluslararası mahkeme tarafından doğrulanması daha da önem kazanıyor.

 

PKK ile Türk Silahlı Kuvvetleri arasında 40 yılı aşkın süredir devam eden savaşta Türk devleti, bu anlaşma ve sözleşmeleri defalarca ihlal etti. Şehirlerin bombalanması, sivillerin katledilmesi, PKK gerillalarının cenazelerine işkence ve mezarlarının tahribi, mezarlıkların bombalanması gibi örneklerin gösterdiği ihlaller var. Bu sözleşmeleri imzalayan devletler, savaş suçlarına karşı neden herhangi bir yaptırım uygulamadılar? 

Cumhurbaşkanı Erdoğan yönetimindeki Türkiye, son yıllarda çeşitli uluslararası hukuk ihlallerinde ve savaş suçlarında bulundu. Türk devletinin bu suçları NATO’nun diğer üye devletleri tarafından eleştirilse de BM Güvenlik Konseyi veya iç hukuk tarafından hiçbir zaman yargılama konusu yapılmamıştır. Bunun temel nedeni, Türkiye’nin NATO üyeliğinde yatmaktadır. Rusya ve Körfez ülkeleri karşısında gelişmiş bir ortak olarak Türkiye stratejik öneme sahip olmaya devam ediyor. Ayrıca Türkiye, AB ülkeleri tarafından milyarlarca Euro ile finanse ediliyor, çünkü Ortadoğu’nun savaş bölgelerinden gelen mültecilere karşı bir siper görevi de var. Böyle bir ortak eleştirilebilir ancak onu yargılamaya cesaret edemezler.

 

Garê, Sur, Cizre, Nusaybin gibi yerlerde olduğu gibi Kuzey-Doğu Suriye Federasyonu’na bağlı bölgelerde de Türk devleti tarafından kimyasal silahlar kullanıldığı, uluslararası bağımsız insan hakları örgütlerince açıklandı. Suriye’deki istikrarsızlık, başıboş çete örgütleri ve DAİŞ gibi vahşi bir örgütle boğuşan Kuzey-Doğu Suriye Federasyonu’na dönük bu saldırıları nasıl yorumlamak gerek?

Türk ordusunun Irak’ta Garê veya Kandil Dağları’ndaki gerilla mevzilerine yaptığı saldırılar olsun, Kuzey Kürdistan’daki kendi şehirlerine veya Êfrin’e ve Kuzey-Doğu Suriye Federasyonu’ndaki Kürt yerleşim bölgelerine yönelik silahlı saldırıları olsun, hepsi daha önce işlenmiş ciddi savaş suçlarıdır ve Uluslararası Adalet Divanı Lahey’de yargılanması gerekir. Türk savaş politikasının yargılanıp hükmedilmesi için BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri olarak Rusya, Çin Halk Cumhuriyeti veya doğrudan etkilenen ülke olarak Suriye, uluslararası hukukun bu sürekli ihlallerini BM Güvenlik Konseyi’ne veya en azından BM Genel Kurulu’na getirmelidir. Şimdiye kadar bu gerçekleşmediğinden Mart 2018’de Paris’te Türk hükümetinin kendi ülkesindeki insan hakları suçlarının soruşturulduğu ve kapsamlı delillerle kınandığı bir uluslararası Türkiye mahkemesi (Tribunal) toplandı.

 

Türk devleti, Kuzey, Güney ve Doğu Kürdistan’da yürüttüğü savaşı NATO silahlarıyla sürdürüyor. İhlal ettiği savaş anlaşma ve sözleşmeleri gereğince savaş süresince başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı gibi görevlerde bulunan ve hala Türkiye’de tek adam rejiminin tepesinde bulunan Recep Tayip Erdoğan’a dönük bir yaptırım uygulanabilir mi?

Yaptırımlar şu anda ABD ve AB dış politikasında önemli bir rol oynuyor. Ekonomik yaptırımlar söz konusu olduğunda bunlar öncelikle halkı etkiledikleri ve hesaplanamaz hasara neden oldukları için reddedilmelidir. Küba ve Irak örnekleri, bu tür yaptırımların orantısız olduğunu ve dolayısıyla uluslararası hukuka aykırı olduğunu göstermektedir. Politik olarak da hedeflerine ulaşmadıkları kanıtlandı. Aynı durum, örneğin, uluslararası hukuka göre çoğu durumda sakıncalı olmayan ancak genel olarak etkisiz kalan kişilere yönelik siyasi yaptırımlar için de geçerlidir. Başarılı olabilecek tek yol, Uluslararası Ceza Mahkemesi yoludur. 

 

Türk devletinin yürüttüğü popülist politikaların mağdurlarının sadece Türkiye’de ve Türkiye’ye komşu ülkelerde yaşayanlar olmadığı biliniyor. Türk devletinin Libya, Kıbrıs, Somali gibi coğrafyalarda da silahlı şiddet odaklı yayılmacı politikalar sürdürdüğü de gerçek. Öte yandan Ermenistan ve Azerbaycan arasındaki Karabağ Savaşı’nda da Türkiye’nin açık taraf ve müdahil olduğu bir gerçek. Hatta Türkiye’nin bu savaşa Suriye’den radikal İslamcı savaşçılar taşıdığı da iddia edildi. Tüm bunları bir araya getirdiğimizde Türkiye’nin amacına dönük neler söyleyebiliriz?

Erdoğan’ın politikası açıkça Türkiye’nin uluslararası konumunu yükseltmeyi ve Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihsel önemini yeniden kazanmayı hedefliyor. Bunu siyasi ya da ekonomik yollarla başaramadığı için de askeri yollarla yapmaya çalışıyor. Türkiye, NATO’daki stratejik konumu sayesinde belli bir özerklik ve bağımsızlığa kavuşmuş, bununla da en azından Yakın ve Orta Doğu’da gücünü genişletmek istiyor.

 

17. yüzyılda terk edilmiş savaş uygulamalarını ve bu uygulamaların bir daha yaşanmaması için üzerinde yüzlerce yıl önce uzlaşılan temel ilkeleri 21. yüzyılda hâlâ konuşuyor olmamızı bir hukukçu olarak nasıl yorumlarsınız?

Uluslararası insan hakları hukuku normları, yalnızca uzun bir geleneğe sahip olmakla kalmaz, aynı zamanda tüm devletlerin üzerinde anlaşabildiği tek kuraldır. BM’ye katılmak isteyen herkes bu kuralları tanımalı ve onlara boyun eğmelidir. Güçlü devletlerin tek taraflı çıkarlarını desteklemiyorlar, aksine tüm devletlerin fikir birliğini formüle ediyorlar. Dünyada bununla karşılaştırılabilir bir başka kurallar dizisi yoktur. Uluslararası hukuk, zayıf devletleri ve halkları korumak içindir. Tekrar tekrar ihlal edilse bile en azından uluslararası ve ulusal mahkemeler tarafından yargılama olasılığı vardır. Silahlı şiddetin ve savaşın araçları ve biçimleri de sürekli olarak yeni boyutlar geliştirdiği için uluslararası savaş hukuku da sürekli geliştirilmelidir. Halkların bu hakların gözetilmesi ve güvence altına alınması için mücadele etmesi gerekir.

 

Norman Paech kimdir?

  • Türk silahlı kuvvetlerinin Irak topraklarına yaptığı bombalama saldırıları, Irak’ın egemenliğini ihlal ediyor ve uluslararası hukuku ciddi şekilde ihlal ediyor. Temmuz 2018'den bu yana saldırganlık, yani egemen bir devlete saldırı, UCL nezdinde uluslararası savaş suçu olarak yargılanabilir.

Norman Paech, 12 Nisan 1938’de Almanya’nın Bremerhaven kentinde doğdu. Hamburg, Münih, Tübingen ve Paris’te hukuk bilimi okuyan Paech, 60’lı yıllardan bu yana hukuk profesörü. Almanya’nın insan hakları hukuku alanındaki yaşayan en önemli hukukçularından biri olan Paech, Kürt Özgürlük Hareketi ile de 80’lerden bu yana dayanışma içinde. Paech’in siyasi partilerle ilişkisi ise 60’lı yılların sonundaki SPD üyeliği ile başladı. 1973’te partinin gençlik örgütü Jusos’un federal yönetiminde yer alan Paech, 2001 yılında ise SPD’den, parti Alman ordusunun Afganistan’a gönderilmesine destek verdiği için istifa etti. 2005’te Sol Parti’den Hamburg milletvekili adayı olan Paech, 2009’da kadar Federal Parlamento’daydı. Hukukçu, 2007’den bu yana resmi olarak üyesi olduğu Sol Parti’nin dış politika sözcülüğünü de üstlendi. Paech’in ayrıca çok sayıda özellikle insan hakları hukukuna dair çok sayıda kitabı da yayımlandı. Prof. Paech, 1996 yılında Şam’da, 1999 yılında ise Roma’da Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile de görüşmeler yaptı. Öcalan’ın özgürlüğü için yapılan uluslararası kampanyaların da daimi destekçilerinden biri olan Paech, en son Mart ayında, “Böyle değerli bir ismi 22 yıl cezaevinde tutmak, başlı başına bir insanlık suçudur. Onun dünya ile bağlantısını kesmek, ağır izolasyon altında tutarak işkence etmek, bu suçu daha da artırıyor” demişti.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.