Biyopolitika ve kürtaj hakkı

Arzu DEMİR yazdı —

  • İktidarın “büyük ve güçlü devlet” planına bağlı olarak savaş kadın bedeninde yürütülüyor. Bugün gelinen noktada, iktidar, kadınların isyanı sonucu, kürtajı doğrudan yasaklayamadı. 

28 Eylül Uluslararası Güvenli Kürtaj Günü, kadın özgürlük mücadelesinde önemli bir mücadele günü.
Erkek egemen iktidarların kadınların kürtaj hakkına dönük saldırganlığının arttığı bu günlerde, 28 Eylül daha da önem kazanıyor.

İktidarların kürtaj politikalarında görüyoruz ki, kadınların cinselliği, doğurganlığı ve rahmi, kendisine ait değildir, devletin politika malzemesidir.

Tarihin özeti, doğum kontrolü ve kürtajın, iktidarların nüfus politikalarına bağlı olarak bir hak olarak tanındığını ya da tanınmadığını gösteriyor.

19. yüzyıla kadar üreme, hamilelik muğlak ancak doğumla sonuçlandığında gerçekliğe dönüşen bir durumdu.

Genel yaklaşım hamilelik ve doğumun, kadının kişisel beden deneyimi olarak görülmesiydi. Ancak 19. yüzyıl ile birlikte fetüs “yaşayan bir özne” konumuna yükseldi ve bununla birlikte de kürtaj da biyopolitikanın bir nesnesine dönüştü. 20. yüzyılın başında kürtaj Avrupa ve ABD’nin neredeyse tüm eyaletlerinde yasaktı.

Osmanlı’da 1859 tarihli yasada kürtaj “şiddet suçu” olarak tanımlandı. Bu düzenleme kaynağını 1830 tarihli Fransız Ceza Yasası’ndan alıyordu. Özetle yasa, kürtajı, topluma yönelik uygunsuz biyolojik ve cinsel saldırı olarak tanımlıyordu.

Türk devleti ise 1926’da kürtaj ile ilgili ilk düzenlemesini yaptı. Bu kez 1889 tarihli İtalyan Ceza Kanunu esas alındı. Bu kanunda kürtaj “kişilere karşı işlenen cürümler” başlığı altında “suç” olarak tanımlanıyordu. Nedenlerine ve kasıtlı yapılıp yapılmadığına bağlı olarak da ceza miktarı değişiyordu.

1938 yılında ise erkek egemen devletin kadın bedenine yönelik yaklaşımında bir üst aşamaya geçtiğini görüyoruz. Kürtaj bu kez “Irkın bütünlüğüne ve sağlığına yönelik cürümler” kapsamına alındı. Kürtajın yanı sıra doğum kontrolü de yasaklandı. Artık bu madde ile kadının doğurganlığı, “ulusun yapı taşı” haline geldi.

Genç nüfusa ihtiyaç duyan Türk devleti, kürtajı ırkçılık da içeren bu düzenleme ile yasaklarken, diğer yandan kadınları doğuma teşvik etti. Örneğin altı ve fazla çocuğu olan kadınlara maddi ödül ve madalya verilmesi öngörüldü. 1938 ile 1960 yılları arasında pronatalist bir politika izlendi.

Ancak 1960’dan itibaren durum değişti. Çünkü nüfus artışı “kalkınma”nın önünde bir engel olarak görüldü. Bu kez doğum kontrolüne ilişkin her şey serbest hale gelirken kürtaj yasağı -kimi esnemelerle birlikte- devam etti.

Kürtajın 10 haftaya kadar yasal hale gelmesi, 1983’de gerçekleşti. 1970 yılında başlayan tartışmalar 13 yılda tamamlandı.
Ancak devletin “kadının rahminin sahibi benim” yaklaşımı kürtaj serbestliği kararında da çok net görüldü. Söz konusu madde, “Gebeliğin sona erdirilmesi ve sterilizasyon devletin gözetimi ve denetimi altında yapılır" şeklindeydi.

Avrupa ve ABD’de kürtaj yasaklarında kimi gevşemelere gidilmesi de aynı döneme rastlıyor.
AKP döneminde ise kürtaj ve doğum kontrolünün yasaklanmasına “makbul kadınlığın” ve “ailenin” kutsanması politikaları eşlik etti.

AKP, 2002 tarihli programında ailenin toplumun temeli olduğunu vurgulayarak aileyi temel alan politikalara öncelik vereceğini ilan etti. Ancak bahsettikleri “çekirdek aile” değil, çok çocuklu “kutsal aile”ydi. İstedikleri “makbul kadın” gibi “makbul aile”ydi.
Bu politikaya bağlı olarak kürtaj da, Erdoğan’ın 2008’de “en az 3 çocuk” söylemi ile yeniden gündeme geldi.

Erdoğan, 2012’de ise “Her kürtaj bir Uludere’dir” sözü ile kadınların kürtaj hakkına savaş açtı.

Aynı yıl Erdoğan’ın yaptığı “Bir başbakan olarak sezaryene karşıyım” açıklaması da iktidarın biyopolitika stratejilerinin derinleştiğinin işaretiydi.

2008 yılından itibaren çok açık biçimde nüfus artışını hedefleyecek şekilde doğurganlığı artıran bir politika izlenirken, bunun yanına “fetüsün yaşama hakkı” argümanıyla kürtaj düşmanlığı eklendi.

Giderek sertleşen politikada, İslami referanslara da sıkça başvuruldu. İktidarın pronatalist politikalara bu kadar sıkı sarılmasında “fetüsün yaşama hakkı”nın bir demagoji olduğu ortada.

Asıl amaçlarının ne olduğunu 2013 tarihli “Onuncu Beş Yıllık Kalkınma Planı”nda çok net yazmışlardı: “Yaşlı nüfusun artmasıyla çalışma çağı nüfusunun (15-64 yaş) bakmakla yükümlü olduğu nüfus gelecekte artacak ve üretken nüfusun payı azalacaktır. Tedbir alınmaması durumunda 2038 yılından itibaren çalışma çağı nüfusunun, 2050 yılından itibaren ise toplam nüfusun azalmaya başlayacağı tahmin edilmektedir.”

Mesele tam olarak bu.

İktidarın “büyük ve güçlü devlet” planına bağlı olarak savaş kadın bedeninde yürütülüyor. Bugün gelinen noktada, iktidar, kadınların isyanı sonucu, kürtajı doğrudan yasaklayamadı.

Fakat kadınların artık bu hakka ulaşmaları neredeyse imkansız. Kadir Has Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Merkezi’nin yaptığı bir araştırma bu imkansızlığı gözler önüne seriyor.

Kadın doğum servisi bulunan 431 devlet hastanesinin yalnızca yüzde 7.8’inde isteğe bağlı kürtaj yapılıyor. Yüzde 78’inde tıbbi zorunluluk şartı var. Hastanelerin yüzde 11.8’i ise hiçbir koşulda kürtaj yapmıyor.

Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya tablo, yasal kürtaj hakkı için mücadelenin güncelliğine işaret ediyor. Bu nedenle de kadınlar 28 Eylül’de bu hakları için bir kez daha sokaklara çıkacak.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.