Bu topraklarda misafir değilim
Dosya Haberleri —

Aydın Yalvaç
Bakur’dan Başûr’a "sürgün" hikayeleri-2
- Buraya geldiğimde mücadele arkadaşlarımı, dostluklarımı, geçmiş yaşantımı geride bırakmak zorunda kaldım. Bütün bir hayatı, aidiyetleri, hatıraları. Sadece aile değil, bir mücadele geçmişi de orada kaldı. Bu kopuş, hem ruhen hem pratikte kolay değildi.
- Özgürlük Hareketi’ne dışarıdan laf edenler, gelip burada yaşananları görse, işbirlikçiliğin ne anlama geldiğini daha iyi kavrarlar. Biz sadece anlatan değil, bizzat yaşayan ve tanıklık eden insanlarız.
- Buradaki bazı yapılar beni sürgün ya da misafir gibi görebilir. Ancak ben hiçbir zaman bu kimliği kabul etmedim. Güney halkıyla kurduğum ilişkilerde de bu temeli esas aldım. Kendi toprağımda, kendi halkımın içinde mücadele ediyorum.
ERKAN GÜLBAHÇE
1976 yılında Van’da doğan Aydın Yalvaç, 1990’ların sonunda Kürt Özgürlük Hareketi’yle tanıştı. Genç yaşlarda siyasi faaliyetlere katıldı. Özgür Halk dergisinin Serhat temsilciliğini üstlendi. Bu çalışmaları nedeniyle defalarca gözaltına alındı, tutuklandı ve yıllarca cezaevinde kaldı. Son kez tahliye edildiğinde ise bir daha hapse girmemek için Güney Kürdistan’a geçmek zorunda kaldı. ''Cezaevinden çıktığımda Avrupa’ya gitme imkanım vardı. Ama ben gitmedim. Çünkü bu toprağa, bu halkın mücadelesine bağlıyım'' diyen Aydın Yalvaç, 13 yılı aşkın bir süredir Güney Kürdistan’da yaşıyor. 12 yıl Hewlêr’de yaşadıktan sonra tekrardan sürgün edilerek Silêmanî’ye gönderildi. Son bir yıldır ailesiyle birlikte Silêmanî’de yaşıyor. Ancak burası da onun için kolay bir sığınak olmadı. Aksine, yeni bir sürgünlük ve yeni bir mücadele hattı anlamına geldi.
Bu söyleşide Aydın Yalvaç’la, hem özel yaşamını hem sürgünlük yıllarında karşılaştığı zorlukları, ailesiyle kurduğu yeni yaşamı, Başûr’daki siyasal ve toplumsal atmosferi, Kürdistan özgürlük mücadelesine dair bakışını ve Kuzey’den gelen siyasetçilere Başûr’da gösterilen yaklaşımı konuştuk. Anlattıkları, parçalanmış bir halkın hafızasında yer etmesi gereken tanıklıklarla dolu.
Kendinizden bahsetseniz… Neler söylemek istersiniz bize?
Beş erkek bir kız kardeşten oluşan orta sınıf bir ailenin ikinci çocuğu olarak doğdum. 1990’lı yılların başından itibaren yurtsever çizgide kararlı bir duruş sergileyen bir ailede büyüdüm. Özgürlük Hareketi’yle tanışmam 1997-98 yıllarına denk gelir. Bu dönemle birlikte siyasi ve toplumsal çalışmalara aktif olarak katıldım.
Kuzey Kürdistan’da ne tür çalışmalar yürüttünüz?
1998 yılında basın ve demokratik siyasal alanda görev almaya başladım. HADEP süreciyle birlikte siyasi faaliyetler içinde yer aldım. Aynı dönemde Özgür Halk dergisinin Serhat temsilciliğini yürüttüm. Bu faaliyetlerim nedeniyle 2001 yılına kadar birkaç kez kısa süreli gözaltı ve tutuklamalar yaşadım. 2001 yılında ise bir yıl boyunca Muş Cezaevi’nde kaldım. Serbest kaldıktan sonra çalışmalarımı kaldığım yerden sürdürdüm. Ancak 2006 yılında yeniden tutuklandım ve 2012 yılı sonlarına kadar Tekirdağ Cezaevi’nde kaldım. Aralık 2012’de, uzun yargılamalar sonucu TC yargı sisteminde yapılan bir düzenleme kapsamında tutuksuz yargılanmak üzere tahliye edildim. Ancak mahkeme sürecinde yeniden ceza alıp cezam kesinleşince aynı yılın sonunda Başûrê Kürdistan’a geçmek zorunda kaldım. O tarihten bu yana da Başûr’da yaşıyorum.
Güney Kürdistan’a geçişiniz sizin için nasıl bir deneyimdi? Sizi en çok zorlayan neydi?
Aslında Güney Kürdistan’la ilk temasım 2004 yılına dayanıyor. O dönemde ABD müdahalesi sonrası federal sistemin şekillenmeye başladığı süreçte annemle birlikte Mexmûr’a, akrabalarımızı ziyarete gelmiştim. Bu nedenle bölgeye dair az çok fikrim vardı. Ancak 2012’deki gelişim, gönüllü bir tercih değil, zorunlu bir göçtü. Ülkeye olan bağlılığımdan dolayı ayrılmak istemedim ama ceza koşulları ve artan siyasi baskılar nedeniyle başka bir çarem kalmadı. Buraya geldiğimde mücadele arkadaşlarımı, dostluklarımı, geçmiş yaşantımı geride bırakmak zorunda kaldım. Bütün bir hayatı, aidiyetleri, hatıraları. Sadece aile değil, bir mücadele geçmişi de orada kaldı. Bu kopuş, hem ruhen hem pratikte kolay değildi. Ben bunu mecburi bir iç göç olarak yorumluyorum. Yeniden bir hayat kurmak, temel ihtiyaçları karşılayacak bir altyapı oluşturmak kolay olmadı.
Güney Kürdistan’da ilk karşılaştığınız atmosfer nasıldı? Hangi duygularla geldiniz, neyle karşılaştınız?
İlk geldiğimde karşılaştığım tablo, beklediğimden daha sertti. Asayiş’te gördüğüm muamele, bana Türkiye’deki gözaltı sistemini hatırlattı. Aynı tarzda beni sorguladılar. Başvuruda bulunduğumda geçmişim didik didik edildi. “Neden geldin, bu davaya neden katıldın, özgürlük mücadelesine niye gönül verdin?” gibi sorgulayıcı bir yaklaşımla karşılaştım. Sanki bu halkın parçası değilmişim gibi davranıldı. Bu sorgu biçimi benim için çok zorlayıcı oldu.
2004’teki ziyaretimde de benzer bir deneyim yaşamıştım. O zaman annem yanımdaydı ve dönüşte Bakur’a geçerken Zaxo’da gözaltına alınmıştık. Sorgu oldukça sertti. O gün annem yanımda olmasa başımıza daha kötü şeyler gelebilirdi. Zira o dönemlerde kaybedilenler ve faili meçhule gidenler oluyordu. Bugün basının varlığı bazı şeyleri açıktan yapmalarını engellese de sistemin özü değişmiş değil. Bugün basın yaygın olduğu için apaçık yapamıyorlar. Ancak geçmişte bunun bir çok örneği vardı. Bakur’daki 90’ları aratmayacak şekilde burada faili meçhul cinayetler işlenmişti o süreçte.
Bunca yaşanmışlık sizde nasıl izler bıraktı? Bu süreç size ne kattı, ne götürdü?
Bu son 15 yıllık süreçte Başûr Kürdistan’da yaşadıklarımız, sadece benim değil, birçok insanın kitaplaştırması gereken bir dönemdir. Cezaevleri, tehditler, kayıplar, zindanlar… Bunlar kuru anılar değil; canlı, yakıcı ve sarsıcı tanıklıklardır. Türkiye’de 90’lar nasıl anlatılıyorsa, burada yaşananlar da benzerdi, hatta bazı yönleriyle daha sertti. Her biri toplumsal hafızada yer alması gereken deneyimlerdi. Çünkü yaşananların tamamı kolektif bir belleğin parçasıydı. Yazıya dökülmeyi, unutulmaktan kurtarılmayı hak ediyordu.
Burada da cezaevi süreçleri, tehditler yaşandı. Bazı arkadaşlarımız katliamla korkutulmaya ve sindirilmeye çalışıldı. Diğer Kürdistan parçalarında yaşanan toplumsal gelişmeleri protesto ettiğimizde, karşımızda adeta TC’yi aratmayan bir Başûr asayişi buluyorduk. Onuncu yıl itibarıyla bu yönelişin tarzı, baskı biçimiyle bire bir TC’nin yaklaşımını andırıyordu.
Bugün bulunduğunuz noktadan baktığınızda kendinizi nasıl hissediyorsunuz?
Ben sadece Türkiye tarafından değil, Başûr Kürdistan içinde de iç sürgünü yaşamış biriyim. 13 yıl boyunca Hewlêr’de kaldım, yaklaşık 8-9 aydır ise başka bir bölgeye sürülerek yeni bir sürgünlük süreci yaşamak zorunda kaldım. Yani iki kez yerinden edilmiş, iki farklı sistem tarafından dışlanmış biri olarak konuşuyorum.
Burada karşılaştığım bazı yaklaşımlar, sahte milliyetçiliklerin ve merkezden yönlendirilen yapay öfke ve korkuların aslında neye hizmet ettiğini çok net biçimde gösterdi. Özgürlük Hareketi’ne dışarıdan laf edenler, gelip burada yaşananları görse, işbirlikçiliğin ne anlama geldiğini daha iyi kavrarlar. Biz sadece anlatan değil, bizzat yaşayan ve tanıklık eden insanlarız.
İzmir gibi merkezlerde yönlendirilmiş insanların sosyal medyada yaptığı sahte milliyetçiliği ve Başûr Kürdistan hakkında yazdıkları övgüleri görüyorum bazen. Gelip burada doğrudan yaşamalarını tavsiye ediyorum. Biz burayı ülkemizin bir parçası olarak görüyoruz, zaten bu yüzden buraya geldik. Ancak onlar parçacı bir zihniyetle bizi bu ülkenin bir parçası olarak görmüyor, yabancı gibi davranıyorlar.
Güney’e yerleştikten sonra nasıl bir yaşam kurdunuz? Aileniz yanınızda mıydı, geçiminizi nasıl sağladınız?
Güney’e gelirken ailemi de yanımda getirdim. Dört çocuğumla birlikte burada bir yaşam kurduk. Bir çocuğum Bakur’da doğdu, diğer üçü burada dünyaya geldi ve büyüdü. Ancak çocuklarımın hiçbiri Bakur’u görmedi. Fiziken burada yaşıyoruz ama zihinsel ve duygusal olarak sürekli bir kopukluk içindeyiz. Hala oturum izni alabilmiş değiliz. Özellikle Hewlêr gibi şehirlerde, siyasi tutsaklara dahi bu hak verilmiyor. Bu nedenle temel haklardan da yoksun bırakılıyoruz.
Cezaevinden yeni çıkmış, hiçbir altyapısı olmayan biri olarak geçinmek kolay olmadı. Eşimin pasaport süresi dolduktan sonra siyasi nedenlerle yenilenemedi. Aile birleşimi başvurularımız da kabul edilmedi. Bugün eşimin pasaportuna yansıtılan cezalar toplamda 50-60 bin dolara kadar ulaşıyor. Bu nedenle eşim ve çocuklarım 13 yıldır Bakur’u göremedi. Çünkü pasaportları yok. Yeniden pasaport çıkarabilmemiz için bu rakamları ödememiz gerekiyor. Bu bir tercih değil, yaşadığımız koşulların dayattığı bir sonuç.
Toplumun size bakışı nasıldı? Kuzeyli bir siyasetçi olarak mı, yoksa bir mülteci gibi mi görüldünüz?
Bu konuda bölgesel farkları gözetmek gerekir. Duhok, Zaxo ve Erbîl gibi yerlerde KDP’nin etkisi daha belirgindir ve yaklaşımı oldukça serttir. Bu bölgelerde Bakûr’dan gelen biri, ister siyasal bir geçmişe sahip olsun ister işçi olarak gelsin, genellikle doğrudan “PKK’li” olarak etiketlenir. Buna karşılık Süleymaniye daha aydın bir toplumsal yapıya ve daha temkinli bir yaklaşıma sahiptir.
Genel olarak toplumda Özgürlük Hareketi’ne karşı bir sempati vardır. Özellikle DAİŞ sürecinde gösterilen direniş, halkta ciddi bir karşılık buldu. Ancak bu sempati, KDP’nin baskısı altında görünmez hale geliyor. Örneğin, Başûr Kürdistan’ın birçok kentinde hizmet veren Family Mall adlı alışveriş merkezine girişte herkes üst aramasından geçirilir, X-ray cihazından geçmek zorundadır. Buna rağmen, Türk MİT’i burada bir kafenin işletmeciliğini yapan Kuzeyli bir yurtseveri, işlettiği yerde 11 kurşunla infaz etti. Fail, hiçbir engele takılmadan olay yerinden ayrıldı. Bu saldırıya kimse müdahale etmedi, hesap sormadı.
Family Mall’daki bu tür olaylar toplumda derin bir korku yarattı. İnsanlar artık konuşmaktan, hatta selam vermekten bile çekinir hale geldi. Hewlêr’de “Bakurluyum” dediğinizde size “Türk müsün?” diye soruluyor. Rojavalılara ise “Suriyeli misin?” deniyor. Kürtlük, coğrafi sınırlara ve ulusal kimliklere sıkıştırılmış durumda. Bu yaklaşım, parçacı zihniyetin topluma ne ölçüde yerleştiğini açıkça gösteriyor. Tam bir savaş konumu yaşandığı için toplumun bize bakışı ister istemez etkileniyor.
Aile, özellikle çocuklarınız, eğitim ve dil konusunda ne tür zorluklarla karşılaştı?
Dil meselesi ciddi bir sorun. Hewlêr’de Soranca konuşuluyor. Biz ise Kurmancî lehçesini kullanıyoruz. Çocuklar Türkçe ve Kurmancî biliyor ama Sorancaya hakim değiller. Mahallede, okulda bu nedenle zorluk yaşıyorlar. Ayrıca alfabe farkı da var. Türkiye’de Latin alfabesiyle eğitim alırken, burada Arami alfabesi kullanılıyor. Bu fark, eğitimde büyük sıkıntılar doğuruyor. Özellikle Türkiye’de belli bir yaşa kadar yaşamış çocuklar için adaptasyon süreci çok sancılı oluyor.
Eşim de benzer zorluklar yaşadı. Komşularla diyalog kurmak zaman aldı. Kürtçe konuşsa da lehçe farkı nedeniyle anlaşmakta güçlük çekti. Kısaca bir dükkana gidip ne istediğini dahi anlatamıyordu ilk dönemler. Soranca konuşan biri, ne dediğinizi anlamıyor. Bu nedenle biz kendimizi sürekli zorladık çünkü burada yaşıyoruz. Ancak karşı tarafta böyle bir çaba yok. Bu da dilsel bir dengesizlik yaratıyor.
Başûr’a geçtikten sonra yaşamınızı nasıl kurdunuz? Geçiminizi nasıl sağlıyorsunuz?
Cezaevinden çıktığımda aile sorumluluğum çok büyüktü. Eşim ben içerideyken doğum yapmıştı, çocuklar büyümüştü. Aramızda ciddi bir kopukluk oluşmuştu. O baba-çocuk ilişkisinin yeniden kurulması, sadece zaman değil, büyük bir emek gerektiriyordu. O bağları tekrar kurmak, iletişimi sağlamak yıllarımı aldı. Psikolojik olarak zaten zor bir dönemdi, bir de ekonomik yük üstüne bindi. Elimde bir meslek yoktu. Bu yüzden ne iş bulduysam yaptım. İstanbul’da gözaltına alınmadan önce işlettiğim bir kafeterya vardı ama orada çok çalışmamıştım. Burada ise geçinebilmek için nohutlu pilav sattım, halka tatlı satım, lokantalarda çalıştım, inşaatlarda amelelik yaptım. Lokantalarda çalıştım Hâlâ da inşaatlarda çalışıyorum. Sıfırdan başlamak zorunda kaldım, çünkü başka seçeneğim yoktu.
Bakur ve Başûr arasında sizi en çok etkileyen farklar neler oldu?
Ben Kürdistan’ı parçalı değil, bir bütün olarak gören biriyim. Ancak toplumsal yapı itibarıyla Bakur’la Başûr arasında ciddi farklar var. Bakur’da toplumsal geçişkenlik çok daha yoğun. Türklerle iç içe yaşanmışlık, gündelik hayatı, siyaseti, kültürü, dili etkiliyor. Başûr’da bu yok. Araplarla, Farslarla iç içe geçme durumu sınırlı; halklar daha ayrışık yaşıyor. Bu fark, kimlik algısını da belirliyor. Burada milliyetçilik daha keskin, ama buna rağmen toplumsal bilinç daha zayıf. Örneğin Bakur’da bir Kürt Galatasaray’ı tutabilir. Ama Başûr’da bir Kürt Bağdat’ta bir takımı tutmaz. Hatlar çok keskindir.
Bakur’da sıradan bir aileyle oturup dünyadaki gelişmeleri konuşabilirsiniz. Başûr’da ise bunu yapmak çok zor. Toplum gündelik yaşamın dışına çıkmak istemiyor. Kürtlüğün duygusal temelleri dahi yıpratılmış. Umutsuzluk çok yaygın. İnsanlar düşünmekten, üretmekten uzaklaştırılmış. Her şey maaşa bağlanmış. Özgür düşüncenin gelişmesinin önüne geçmek için özel sektör bile kasıtlı olarak güçsüz bırakılmış. Çünkü düşünen, sorgulayan insan istemiyorlar.
Bu tablo içinde Süleymaniye size farklı geldi mi?
Süleymaniye, Başûr’un diğer bölgelerine göre nispeten farklı. Burayı Hewlêr’le aynı kefeye koymak doğru olmaz. 1991’den bu yana bu iki yapının tam olarak bütünleşememesi de zaten bunun bir göstergesi. Kendi adıma şöyle söyleyebilirim: KDP bana göre AKP zihniyetine çok yakın; otoriter, merkeziyetçi ve kontrolcü. YNK ise CHP’ye benzer bir siyasi kültüre sahip. Elbette birebir örtüşmüyorlar ama politik davranışlar açısından böyle bir ayrım gözlenebilir.
Yine de unutulmamalı ki siyaset menfaatle yürür. Ortak çıkarlar oluştuğunda yakınlaşma, çıkarlar çatıştığında ise dışlama her an mümkündür. Bu nedenle buradaki farklılıkları anlamak için her yapıyı kendi dinamiğiyle analiz etmek gerekir.
Bugün kendinizi bir sürgün ya da mülteci gibi hissediyor musunuz?
Hayır, kendimi hiçbir zaman sürgün ya da mülteci olarak tanımlamadım. Bunu yapsaydım hayat benim için çok daha zor olurdu. Ben bu süreci ülkenin bir parçasından diğerine geçiş olarak gördüm. Cezaevinden çıktığımda Avrupa’ya gitme imkanım vardı. Ama ben gitmedim. Çünkü bu toprağa, bu halkın mücadelesine bağlıyım. Avrupa bana hiç çekici gelmedi. Ne olursa olsun burada kalmak, burada mücadeleye devam etmek istedim.
Evet, buradaki bazı yapılar beni sürgün ya da misafir gibi görebilir. Ancak ben hiçbir zaman bu kimliği kabul etmedim. Güney halkıyla kurduğum ilişkilerde de bu temeli esas aldım. Kendi toprağımda, kendi halkımın içinde mücadele ediyorum.
Kürt Halk Önderi’nin çağrısıyla çözüm süreci yeniden gündeme geldi. Bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce bu süreç kalıcı bir barış umudu taşıyor mu?
Ben bu süreci “yeni” olarak görmüyorum. Çünkü bu yaşananlar bir günün değil, onlarca yılın birikimidir. Önderlik, en başından beri bu toplumu yeniden inşa etmeye çalışıyor sadece bir çözüm arayışı değil, aynı zamanda Kürdistan halkları için bir özgürlük formu sunuyor. Bu model yalnızca Kürtler için değil, bölgedeki tüm halklar için de geçerli bir toplumsal projedir.
Önder Apo’nun 80’li ve 90’lı yıllardaki çözümlemelerini, mahkeme savunmalarını, kitaplarını yakından takip ettim. Zamanla söylemler değişse de öz değişmedi: Toplumsal sosyalizm ve halkların özgürlüğü. Bugün de bu çizgi devam ediyor.
Türkiye’de yaşanan derin kriz ve siyasi çöküş, devlet aygıtını tek bir kişinin iradesine indirgemiş durumda. Kurumlar işlemiyor, içeriden çürümüş bir yapı söz konusu. Emperyalist baskılar, bölgesel gelişmeler ve toplumsal yıpranma iktidarı sıkıştırıyor. Böyle dönemlerde yine Önder Apo’nun kapısı çalınıyor.
Bu nedenle umutluyum. Umudum, Önder Apo’nun siyasetinde ve tutarlılığında. Bugüne kadar ne söylediyse, bir şekilde hayata geçti. Kolay olmadı ama Rojava modeli bunun en somut örneğidir. Şimdi asıl soru şu: Bu modeli dört parçaya yaymak mümkün olacak mı? Bunu halkların ortak mücadelesi belirleyecek.
Peki, bu süreç sizin sürgünlük durumunuzu etkileyebilir mi? Geri dönmeyi hiç düşündünüz mü?
Dönüş ancak bütünlüklü bir demokratik dönüşümle anlam kazanır. Parça parça adımlarla değil. Önder Apo özgür olmadan, halk kendi kaderini tayin edemiyorken ben oraya dönmeyi düşünmem. Çünkü ben Bakur’u Önderlikle özdeşleştiriyorum. Onun özgür olmadığı bir ortamda dönüş eksik kalır.
Dönsem bile her şey sıfırdan başlayacak. Aile, sosyal çevre, siyaset… On beş yıl geçmiş. Akrabalarımı tanımıyorum artık. O nedenle bireysel dosyam ne aşamada, ne kolaylık sağlanabilir gibi beklentilere hiç girmedim. Hareket neyi gerekli görürse, ben orada olurum. Her zaman böyle yaptım, şimdi de öyle yaparım. Ama sürecin kolay olmayacağını düşünüyorum. Ciddi gelgitler olacak. Devletin gerçekten dönüşmek isteyip istemediği belirsiz. Erdoğan bu süreci sadece kendi iktidarını koruma aracı olarak kullanıyor gibi görünüyor. En büyük tehlike de bu zaten. Evet, devlet bazı şeyleri dillendiriyor ama hala iktidar merkezli davranıyor. Gerçekten demokratik bir dönüşüm istiyorlar mı, bundan emin değilim.
Yine de bu halkın direnci, örgütlü duruşu ve Önderliğin ısrarı bu süreci yönlendirebilir. Bu süreçte asıl mesele, bizim ne kadar katkı sunabileceğimizdir. Nerede olduğumuz değil, neyi büyüttüğümüz belirleyici olacak.















