Dersim dağlarından Filistin mevzilerine
Dosya Haberleri —
- Önderliğin Filistin alanına çıkışı tarihi bir olaydır. Bu hamle Hareket açısından çok önemli sonuçlar yarattı. O günlerin şartları ile iki yüz kişilik bir gücün eğitilmesi ve örgütlendirilmesi şimdinin hesabıyla bir ordu kurmak gibiydi.
EMRULLAH BOZTAŞ
İsrail devletinin 1948’de kurulması ile Ortadoğu’nun bu bölgesinde bitmeyen saldırı ve direniş ikilemi başladı. Filistinli örgütler dünyada gelişen siyasi konjonktüre göre siyasi partiler kurarak direniş örgütlediler. 1970’lere gelindiğinde Filistinli örgütlerin neredeyse ezici çoğunluğu sol-sosyalist söylem ve eyleme sahipti. Bu durum, kendisi ile birlikte enternasyonalist direnişi de getirdi. Yine Arap halkının birçok kesimi bu ulusal kurtuluş savaşına katılmak için Filistin ve Lübnan’a geçti.
Filistin direnişi, hem bir halkın var olma mücadelesi hem de enternasyonalistler için bir eğitim alanı haline gelmişti. Kürdistan İşçi Partisi (PKK) Filistin kamplarında askeri eğitim alan Sosyalist-Ulusal Kurtuluşçu hareketlerden biri olarak tarihi kayıtlara girdi. PKK, Filistin halkının haklı mücadelesinde savaş ve çatışmalarda ön saflarda yer alan partilerden biri oldu.
Takvimler 2 Haziran 1982’yi gösterdiğinde beklenen savaş başladı. İsrail güçleri Lübnan sınırını geçerek, üç koldan kuzeye doğru ilerledi. Lübnanlı ve Filistinli direnişçilerin yanında PKK gerillaları da mevzilerdeydi. Savaş kapıya geldiğinde, eğitim kamplarını boşaltıp cephe hattına yürüdüler. Geri çekilmeyi düşünmeden bulundukları mevzileri koruyan PKK savaşçıları, çatışmalar bittiğinde ya şehit ya da esir düşmüşlerdi. Yaşanan bu direniş geleneğe dönüşerek nesiller boyu Apocu hareketin karakteri oldu.
Güney Lübnan savaşı boyunca PKK’liler bir zamanlar Selahaddini Eyyubi’nin tekrar imar ettiği Şaqif Kalesi olarak da bilinen Arnon Kalesi, Name, Sayda, Nebatiye, Sur, Demorda ve Beyrut gibi birçok yerdeki direnişlere katıldı. Arnon Kalesi'nde dokuz PKK’li şehit düştü. Filistin direnişi boyunca şehit sayısı on ikiyi buldu. Savaştaki iradeli duruş ve tavırlarından dolayı Filistinliler PKK’lilere “Beyrut Aslanları” ve “Arnon Kahramanları” sıfatlarını layık gördüler. Bu direnişte on beş PKK gerillası esir düşmüş ve esaret bir buçuk yılı aşkın bir süre devam etmişti.
Güney Lübnan savunmasında yer alan ve İsrail esir kamplarındaki insanlık dışı muameleye tanıklık eden Xalid Çelik, Filistin’i ve o günleri gazetemize anlattı.
PKK’nin Ortadoğu sahasına geçişinden önce Kürdistan’da nasıl bir mücadele veriyordu? Türk devletine karşı diriliş savaşına başlayan partiniz nasıl bir başlangıç yaptı?
1978'de parti ilanından sonra, Türk devleti bir şeyleri fark etti. Kendilerine Apocular denen bir grup partileşmiş, örgütlenme çalışmasına başlamıştı. Örgütlenen gücün büyük gelişmelere sebep olacağı en başından beri belliydi. Onun için de harekete bir yönelim oldu. Özgürlük Hareketi henüz silahlı bir mücadele yürütmüyordu. Siyasal olarak fikirlerini açıklıyor ve Kürdistan’da örgütlenme çalışması yapıyor, bunu esas alıyordu. Kürdistan’da bazı kesimleri, ki bunlar gerici feodal büyük aşiretlerdi, devlet PKK’ye karşı harekete geçirdi.
Bunların biri Urfa’daki Bucak, diğeri Hilvan’daki Süleymanlar aşiretiydi. Batman tarafında ise Raman aşireti vardı. Bunlar Türk devletinin Kürdistan’da eli-ayağı, gözü-kulağıydı. Mehmet Bucak, aşiret reisi ve Demirel'in partisinden milletvekiliydi. Tabii o zaman bunların bize neden saldırdığını tam anlayamıyorduk. Haki Karer yoldaşın şehadeti öncesi kontralar vardı. Onlar da kendilerine “Sterka Sor” diyorlardı. Türk devletinin hazırladığı bir kontra örgütüydü. Onların da saldırıları oldu. Maraş katliamı da partiye karşı düşmanın cevabıydı. Amaçları bir an önce hareketi bir çatışmanın içerisine çekerek imha etmekti.
Bilindiği kadarıyla ilk PKK kadroları farklı yerlerde askeri eğitim almıştı. Bu tehlike karşısında başka hangi tedbirler alındı?
Partimiz için tehlikeli bir süreç gelişiyordu. Riskleri iyi kestiren Parti Önderliği bazı tedbirler almak istedi. Hazırlıksız, düzensiz, daha askeri gücünü iyi oluşturamadan kuru kuruya savaşa girilmesi, devlet karşısında imha ile yüz yüze gelmek demekti. Zaten Hilvan, Siverek ve Batman’da ulu orta bir savaşa girilmişti. Ciddi bir kayıp durumu da vardı.
Önderlik, tedbir olarak gelecekte kadroları daha iyi eğitmek, düzenlemek ve daha da motive edip güçlü hale getirebilmek için belli bir düzen yaratmak istedi. Bunun için en uygun alan Filistin hareketinin bulunduğu yerlerdi. Onun dışında doğru düzgün bir yer yoktu. Güney Kürdistan’da kısmen vardı, ama orada da ne yapacağı belirsiz Saddam rejimi vardı. Oraya güç aktarımı iyi sonuçlar doğurur mu bilinmiyordu. Doğu Kürdistan’da da bir Kürt hareketliliği vardı, ama İran KDP’si ve Komala kendi aralarında çatışma halindeydi. Bu durumda en doğru tercih Filistinlilerin mücadele ettiği alanlar ile Lübnan sahasıydı.
Önderlik ilk olarak Sait kod adlı Etem Akçam arkadaş ile Filistin alanına geçti. Biz de o zamanlar örgütsel çalışmalar içindeydik, ama doğrusunu söylemek gerekirse olup bitene fazla anlam vermiyorduk. Nedeni de bizde herkesin bir bölgesinin olmasıydı. Orayla ilgilenir, oradan bilgi sahibi olunurdu. Hareketin bir bütünü hakkında bilgi sahibi olunmazdı. Ben o zaman Kuzey Saha'daydım. Dersim ve çevresinde bulunuyorduk. Öyle çok gerillacılığımız falan da yoktu. Kendimizi olabildiğince hazırlamaya çalışıyorduk. Adına Silahlı Propaganda Birlikleri veya Fedai Birlikleri deniyordu. Herkes kendisini bir isimle tanımlayıp öyle hareket ediyordu.
Amatör bir dönemedi. Buna karşı devletin saldırıları ve bir karşı direniş de vardı. Hilvan ve Siverek’deki gibi var olan güç örgüte katılmış, bir direniş geliştiriyordu. Bir direniş kültürü oluşmuştu. Kürdistan’da zaten daha önceden bu denli politikleşmiş direniş kültürü ile yoğrulmuş bir güç yoktu. Böyle bir savaş pratiği ortaya çıktı.
Filistin sahasına geçişiniz nasıl oldu?
Orada Önderliğin ilişkide olduğu Filistin Demokratik Cephe Hareketi, Filistin Halk Cephesi ve Filistin Kurtuluş hareketi vardı. Biz bunlarla ilişki içerisindeydik.
Filistin sahasına 1979-'80 yıllarında gruplar halinde gidildi. Başta çok zorlu bir durum olsa da, Önderlik kendisini bir biçimde kabul ettiriyor. Parça parça arkadaşları Filistin alanına geçiriyor.
Kürdistan’da 12 Eylül cuntasından önce zaten darbe iklimi hüküm sürüyor, sıkıyönetim uygulanıyordu. Kürdistan’da birçok yer bu biçimde yönetiliyordu. Hareketin biraz örgütlendiği toplumu bilinçlendirdiği bölgelerde devlet harekete geçti. Maraş katliamı bu sebeple yapılmış bir Alevi-Kürt katliamıdır. Devlet Kürdistan’a ordusunun en vurucu güçlerini sevk etmişti.
Bizim doğru düzgün bir silahlı gücümüz olmadığı halde, devlet Kürdistan’da yeniden bir işgal hareketi geliştiriyordu. Zaten o tarihlerde Türkiye sol örgütleri merkezlerini sağa sola savurmaya başlamıştı. Kürdistan’da da bazı örgütler vardı. Bu yeniden işgal dalgası karşısında onlar da illegale geçmek adına sahadan kayboldular. Yani bir biçimde herkes kendisini bir kenara çekti. Meydanda kala kala Apocular kalmıştı. Devletin asıl hesabı da buydu. Bununla hareketimizi bitirmeyi hedefliyor, bizim için ‘doğdu ve öldü’ demeye getiriyordu. İşler onların dediği gibi gelişmedi. Apocu hareketin bir direniş kültürü vardı.
Bunun için de başta Kürdistan için yaptıkları sıkıyönetim uygulamalarını Türkiye’ye taşıdılar. Ardı sıra 12 Eylül 1980 askeri darbesi ile de toplumu toptan ezip susturmayı esas aldılar. Maraş ve Çorum katliamları bunun görünen yüzü olsa da Elazığ ve Malatya’da da ciddi katliamlar oldu. En arı şekli ile söylemek gerekirse PKK nerede bir uyanış ve örgütleme çalışması yaptıysa faşist Türk devleti orada yerli işbirlikçileri ve ordusu ile bir katliam gerçekleştirdi. Bu saydığımız yerler PKK’nin ilk örgütlendiği yerlerdir.
Bu nedenle Önderliğin Filistin alanına çıkışı tarihi bir olaydır. Toparlanma ve mücadeleye daha güçlü hazırlanma hamlesiydi. Geleceği görerek yapılmış bir hamleydi. Daha darbe resmi olarak yapılmadan da PKK’nin önemli kadrolarından şehadetler vardı. Salih Kandal, Halil Çavgun gibi arkadaşlarımız şehit düşerken, tutuklanan merkez kadrolar çok fazlaydı. Kemal Pir, Hayri Durmuş gibi niceleri zindana girdiler. Önderlik bana göre bunları da gözeterek daha örgütlü bir gerilla savaşını yaratmak, gücü hem korumak hem de eğitmek için bu kararı aldı.
Bu hamle Hareket açısından çok önemli sonuçlar yarattı. Orada güç toplandı, daha değişik yerlerden de katılım oldu, oraya aktı. Teknik donanım olarak tamamlandı. Parti konferanslarını, toplantılarını, kongrelerini orada yapma imkânlarına kavuştu. O günlerin şartları ile iki yüz kişilik bir gücün eğitilmesi ve örgütlendirilmesi şimdinin hesabıyla bir ordu kurmak gibiydi. O döneme göre aslında bir ordu kuruldu.
Siz ne zaman Ortadoğu sahasına geçtiniz? Orada karşılaştığınız durum ile ilişkili olduğunuz güçler kimlerdi?
Benim gidişim biraz geç oldu. Dağdaydık. Önderlik grupları en yakına göre çağırdı. Mardin ve o hatlar ilk önce gitti. Bizde Dersim'deydik. Kuzeyin en kuzeyinde. Mecburen en sona kalmış olduk. Benim gidişim 1981’lerde gerçekleşti. Önderlik öyle planlamıştı, öyle bir geçiş yaptık. Tabii geçişler çok zorlu oluyordu. Yol hattımız Rojava Kürdistan’ı üzeri Suriye, oradan Lübnan ve son olarak Bekaa Vadisi denilen alana geçiş şeklinde oldu. Ben de planlanan bir grupla birlikte gitmiştim.
Oraya ulaşan her grubu Önderlik karşılıyordu. Hem tanışma amacı taşıyordu hem de moral ve motivasyon sağlamak açısından bunun çok büyük önemi vardı. Bu karşılama, kadro için de, yapı için de bir heyecan yaratıyordu. Sonrasında orada düzenleme yapılıyordu. O dönem oranın pratik işlerini yürüten bir yönetim vardı. Bunlardan en önde gelenlerden biri de Mehmet Karasungur arkadaştı. Yine Sabri arkadaş ve şimdi hatırlayamadığım birçok arkadaş daha oradaydı. Bu işleri onlar organize ediyordu.
Bu arkadaşlar, kadroları üçerli beşerli gruplara ayırarak o zaman Filistin'de tanışılmış olan gruplara teslim ediyordu. O gruplar ve partiler de eğitim devreleri açarak eğitimlere katıyorlardı. Biz kuzeyden büyük bir grupla ulaştık ve eğitime öyle gittik. Sayı yirmi beşin üstündeydi. Bu, yalnızca Dersim-Bingöl çeveresindeki güçtü. Biz ulaştığımızda El Fetih ile de ilişkiler kurulmuştu.
Arkadaşlar, bu hareketlerin içerisine grup grup örgütlenmişti. Filistinliler içerisinde kalınacağından, Beyrut'ta her arkadaşa bir kimlik yapılıyordu. Bu işlere Karasungur arkadaş bakıyordu. Yanına gittik. Bize, “her arkadaş kendisine bir isim bulsun, ama Arapça olsun” dedi. Ben o ara düşünüyorum, acaba nasıl bir isim bulmalıyım diye. Bana dönüp, “Benim adım Xalid, seninki de Xalid olsun” dedi. Öncesinde de Bingöl’de TÖBDER dönemlerinden bir samimiyetimiz vardı. Böylece benim ismim de Xalid oldu gitti. Karasungur arkadaş şehit düştükten sonra da ismimi değiştirmedim. Hiç bir zaman da değiştirmeyi düşünmedim. İsmim ondan bana bir yadigâr olarak kaldı. Ardından biz El Fetih gurubunun yanına gittik.
El Fetih grubunun kampına gittiniz ve orada eğitim gördünüz. Filistinlilerin sizlere yaklaşımını sormak istiyorum. Filistinli örgütler PKK’yi nasıl bir örgüt olarak görüp yaklaştılar?
Bu bizim için önemli bir konuydu. Nihayetinde Filistinliler Arap toplumundan, PKK de Kürt halkının bağrından çıkmış bir güçtü. Onlar bizi fazla tanımıyordu. Bir de Arap burjuvazisinin bize yaklaşımı farklıydı. Doğaldır ki devrimcileri başkadır, onları ayrı tutuyoruz.
Filistin'in başat güçleri Önderliği başta istememişler bir biçimde. Önderlik, bu devrimci örgütler ile ilişkileri geliştirerek kendisini kabul ettirmiş. İsrail'in geleceğini ve onların bulundukları yerleri işgal edeceğini bilselerdi belki o zaman bize yaklaşımları iyi olabilirdi. Bizi kendileri için çalıştıracakları, savaştıracakları diğer insanlar gibi görüyorlardı. Nihayetinde kendilerine savaşacak insan lazımdı. Kürtlerin de savaşçılığını az buçuk biliyorlardı, ama o günün şartlarında dünya onlar için adeta deştti (ovaydı). Sovyetler, Çin, tüm doğu bloğu ve Arap devletlerinin onlara her türlü yardımı vardı. Her şey onlara hiçbir gayret sarfetmeden bol keseden geliyordu. Onun içinde zaten yalnızca bizi değil, kimseleri ciddiye aldıkları yoktu.
Enternasyonalist olarak oraya gelmiş olanların bazıları onlara göre yüktü, bazıları hamaldı, bazıları sıradan işçiydi. Örnek vereyim, Bangladeşliler gelmişti. Onları mağaralarda, tünellerde işçi gibi çalışıyorlardı. Gerçi Bangladeşlilerin devrim gibi bir amacı ya da kaygıları yoktu. Onlar da zaten alacakları maaşa bakıyordu. Yine Sudanlılar ve Afrika'nın birçok bölgesinden gelenler vardı. El Fetih hareketinin kenarında köşesinde durup çalışıyorlardı. Zaten kendilerine soruduğumuzda da bize “mekanik” diyorladı. Yani makine gibi, bedensel olarak çalışıyorlardı. Tabii bizi de o katagoride görüyor, oraya koymak istiyorlardı. Bize yaklaşımları en başlarda zaten sorunmuş. Biz gittiğimizde bizden önceki gruplar çok çalışarak ve irade göstererek kendilerini kabul ettirmişlerdi. Bu nedenle biraz daha anlam veriyorlardı.
Hatta maddi şeyler vermek istemişler. Kemal Pir arkadaşın sözleri var, “biz devrimciyiz, siz de devrimcisiniz. Biz sizin paranızı alamayız’ diyor. Orada bulunan herkese, Araplardan diğer halkların örgütlerine, bireylerine kadar herkese para veriliyor. Sonradan kabul ediliyor, bu da partiye bir kaynak oluyor. Biz gittiğimizde bir aşama vardı, ama biz El Fetih’te ilk güç olduğumuz için biraz zorlanma oldu. Zaten El Fetih'in bir askeri gücü, gerilla gücü var, ama eğitimsiz, disiplinden uzak. Hani eskiden dediğimiz gibi lümpen proletarya gibi. Apocular ideolojik ve politik olarak eğitimli, disiplinli devrimcilerdi.
Bizim eğitime ihtiyacımız var. Parti talimatları oluyor, onları okuyoruz. Günlerce tartışıyoruz. Bunun yanı sıra El Fetih'in komutanları gelip bize askeri eğitim veriyor. Boş kalan zamanımızı sağa sola gezmeye giderek harcamıyoruz. Eğitimimiz var. Bunlar bunu kabul etmiyordu. Sanıyorlardı ki biz her gün toplantı yapıyoruz. Onlara göre biz işten kaçmak için toplantı yapıyorduk. Zaten onlarda eğitim falan yoktu. Bir iş yaptıkları da yoktu. Bizden beklentileri onlara hizmet edelim, temizliklerini yapalım şeklindeydi. Halbuki biz sabah şafak sökerken uyanıyoruz, kampımızı, çevremizi temizliyoruz. Sonra kahvaltı yapıyoruz. Biz kahvaltıdayken onlar daha yeni uyanıyor, tek tek kahvaltıya geliyorlardı.
Biz bu duruma o zaman anlam veremiyorduk. Zaman zaman öfkelendiğimiz de oluyordu. Zamanla anladık ki bunların yaşam tarzları böyleymiş, bir art niyet yok. Bu yaklaşımlar bizi de zorladı tabii. Biz de kendimize “madem bunlar böyledir, ne yapalım, biz eğitim almaya geldik. Bunları böyle kabul etmek zorundayız” deyip sineye çektik. Bu durum 1982 Haziran ayına kadar sürdü.