Halkına adanmış 32 yıl
Dosya Haberleri —

Soydan Akay
32 yılın ardından tahliye olan Soydan Akay, biriktirdiği hikayeleri, anlamları, hayalleri ve kabusları anlattı:
- Zaman geçtikçe insan hapishanenin farklı boyutlarını görüyor. Hapishaneye ilk girdiğim dönemi ilkel komünal dönem olarak değerlendiriyorum. Aydın hapishanesine gittiğim dönemi uygarlık aşaması olarak görüyorum. 2000'li yılları demokratik uygarlık çağı olarak değerlendiriyorum.
- E siz ölmeye gelmişsiniz dedi. Yanlış yapıyorsunuz. Yaşamalısınız. Önderlik öyle söyleyince tuhaf olduk. Gerçekten ölmeye gitmiştik. Yaşamaya değil. Yani kendi kimliğimizin, özgürlüğün farkında değiliz. Oysa Önderlik'te ilk günden fark ettiğimiz şey ölümü reddeceksiniz oldu.
- 14 Temmuz'du. Aydın hapishanesinde yazdığım oyunu sahneledik. 14 Temmuz'da kalmış arkadaşlar var. Onları dinleyerek yazdım. Eski arkadaşların hepsi ağladı, kalkıp gittiler. Oyun yarım kaldı. Dedik ya biz hiç düşünmedik onları. Fuat Kav heval, Celalettin Delibaşlar, diğer arkadaşlar...
GÜLCAN DERELİ
Onlar ömürlerini anlama adayanlar... Hayatlarının yarısını dört duvar arasında geçirenler... Bizim için ve bizim yerimize hapis kalanlar... Bugünlerde 30 yıllık tutsakların tahliyelerine şahit oluyoruz. Pek çoğuyla karşılaştım, bazılarının hikayelerini haber yaptım. En çok dikkatini ne çekti diye sorarsanız, asla bir mağduriyet, bir şikayet ruh haline şahit olmadım. Birincisi onur duygusunun canlı halini gördüm. İkincisi, dört duvar arasında kendilerini yeniden inşa etmişler, anlam üretmişler. 30 yılın her gününü anlam üretmeye, insan üzerine düşünmeye adamışlar. Böylece hepsi genç kalmış gibiler. Çok övüp sizi 30 yılı cezaevinde geçirmeye teşvik etmek istemem! Bahsedildiği gibi her şey elbette toz pembe değil. Büyük sınamalar, büyük sorgulamalar gerekir. Kendiyle her gün derin hesaplaşmaları gerektirir. Onlar zorlukları, zahmetleri kendilerine saklıyor, kıssadan hisseleri ise bizimle paylaşıyor. Soydan Akay, işte onlardan biri. Kalbi elinde dolaşanlardan. 32 yılın kahrını, eziyetini, yorgunluğunu hiç yaşamamış gibi. Hayat ve anlam dolu bakıyor. Soydan'ın hikayesi, yeni hikayelere açılan bir pencere gibi. Çoğul bir hikaye... Soydan'a kulak değil kalp kabartıyoruz.
Kürtçe konuşmaya tokat
Soydan Akay, Muş Varto'ya bağlı çoğunluğu Alevi bir kısmı da Ermeni olan İskender köyünde 1971 yılında dünyaya gelir. Ailesi tarım ve hayvancılıkla uğraştığı için kendisi de çocukluktan itibaren kuzulara çobanlık yapar. Kürtlük bilinci henüz olmasa da ilkokula başlayana kadar Türkçe bilmiyordur. Dedesi emekli öğretmendir ve Kemalist özellikleri vardır. Akay'ın Kürtlük bilincinin gelişmesi ve kırılma noktalarından biri Kürtçe konuştuğu için dedesinden yediği tokatla başlar. Akay, 6-7 yaşlarında yaşadığı ve hafızasından silinmeyen o günü şöyle anlatıyor: "Abim okuldan geliyordu. Dedemlerin evindeydik. Kürtçe abimin geldiğini söyledim. Öyle bir vurdu ki ben feleğimi şaşırdım. Bir daha o dili konuşma dedi. Kimseye de söylemedim. Köye giderken hiçbir şey konuşmadım. Böyle nasıl diyeyim, üstü örtülmüş, tozlanmış bir kimlik vardı. Uzun yıllar zaten bu kimlikten habersiz yaşadık, kaçtık hep."
Bana Tirko diyordu
Röportaj sırasında Akay'ın telefonu hiç susmuyor. Tabi röportajın da bölünmesini istemiyor, ama gelen telefonları cevaplamadığı için de mahcup hissediyor. Israrla çalan bir telefonu müsaade isteyip açtı. Telefonun ucunda 36 yıldır görüşmediği halası Saime vardı. Konuştuktan sonra bir anısıyla devam etti: "O da bana çoban derdi. Köyde Gûle nene vardı, o da Tirko diyordu. Türkçe bilmiyordu. Ben de artık o tokattan sonra Türkçe konuşuyordum. Aslında onun bana Tirko demesinin nedenini yıllar sonra anlamıştım. Uzun yıllar sonra demek ki onda bir Kürtlük bilinci var ki bana böyle söylüyor dedim."
Serxwebûn'un etkisi
İlerleyen süreçlerde Akay ailesi İzmir'e sonra da İstanbul'a yerleşir. Nerelisin dediklerinde doğulu olduğunu söyler, çünkü o dönem Kürt olduğunu söylemek tehlikelidir. 1987 yılından sonra bilinci yavaş yavaş gelişiyor. İlk olarak İstanbul'daki evlerinde Kürtçe şarkılar dinlediğinde annesi kapı pencere her yeri kapatır, sesin dışarı gitmemesi için çabalar. Tüm bunlar soru işaretlerini beraberinde getirir. Ve ilk olarak abisinin eve getirdiği Serxwebûn Dergisi onun için dönüm noktası olur.
Şimdilerde yayın hayatına son veren Serxwebûn Dergisi, köylerde okunduktan sonra toprak altına gömülen bir hazine, kentlerde ise en müstesna ve gizli yerlerde saklanan bir cevherdi. Soydan bunun canlı bir hikayesini anlatıyor: "Abim dedi ki, bu eve bundan sonra Özgür Halk'tan başka hiçbir şey girmeyecek. Ben de kitaplığın çekmecesini açtım. Serxwebûn Dergisi vardı. Abim okumuş, oraya koymuş. Serxwebûn'u açtım, Başkan'ın fotoğraflarını gördüm. Başkan'ın bıyıkları var. Dedim aa bizim Hasan amcaya benziyor ya. Tam Alevilere benziyor. 'Abdullah Öcalan yoldaş değerlendiriyor' diye bir yazı vardı. Aldım, okudum, baktım şehitlerin resimleri de var. Sonra Maşallah arkadaşın fotoğraflarına baktım. Muşlu yazıyor. Allah Allah dedim ya bizim Muş da Kürdistan'a mı giriyormuş yani? Şimdi ben o dergiyi okuduktan sonra bir de İsmail Beşikçi'nin 'Kürt aydını üzerine düşünceler' diye bir kitabı vardı. Onu okudum. Ve artık karar verdim."
Özgürlüğe ilk adım
Lise yıllarında Dev-Genç içerisinde yer alır. Akay okuduklarının etkisiyle Kürtlük bilinci geliştikçe sol içindeki konumunu sorgular. Karar noktasına gelir. Nedenini şöyle anlatıyor Akay: "Sol içinde Kürt olarak yer alamıyordun. Kürtlüğünü 'unutarak', gizleyerek, gündem yapmayarak var olabiliyordun ancak. Bu bende kopuşa yol açtı. Dev-Genç içindeki kadın arkadaşa gittim ve ben artık yurtsever gençlerle olacağım dedim, ayrıldım."
Yurtsever gençlikle tanışması yeni bir dönemin kapısını açar. Soydan, bu noktadan sonra kendisine yönelir. Kimliğine, doğduğu topraklara çevirir yüzünü. Kürt sanatçılarının şarkılarını dinler. Akay, "Hele o Kîne em’i dinleyince ben böyle uçuyordum" diyor. 90'larda şartlı tahliye sürecinde serbest bırakılan isimlerle görüşür. Bu da onun için dönüm noktası olur. 25 Mayıs 1992 yılında artık tüm varlığıyla mücadelede yer almaya karar vererek aralarından Ayhan Kaya (Mordem) gibi isimlerin de bulunduğu bir grup arkadaşıyla yola çıkar. Soluğu Şam'da alır. Bu yol onu bugünlere getiren yol olur...
Akademi'nin son öğrencileri
Katılım kararından sonra Şam'a giden Akay'ın ilk durağı Mahsum Korkmaz Akademisi olur. Orada Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile karşılaşır. Akay, Abdullah Öcalan ile aralarındaki ilk diyalogu hiç unutmaz: "E siz ölmeye gelmişsiniz dedi. Yanlış yapıyorsunuz. Yaşamalısınız. Asli gerçeklik yaşamalıda. Ben İzmir'e gelirken dedi bak silah kullanmayacaksın. Öyle bir zora girince kafana sıkmayacaksın, ola ki tutuklandın kendini herhangi bir şekilde sıkıntıya sokmayacaksın, eğiteceksin kendini. Bu mücadele uzun soluklu bir mücadeledir. Bir andan ibaret değil, bir dönemden ibaret değildir. Böyle bakacaksınız. Beni o şekilde gönderdi. Ahım şahım bir hayatınız yok. Biz de biliyoruz ama yine de Önderlik öyle söyleyince biz de tuhaf olduk. Gerçekten ölmeye gitmiştik. Yaşamaya değil. Kendi kimliğimizin, özgürlüğün farkında değiliz. Oysa Önderlik'te ilk günden fark ettiğimiz şey ölümü reddeceksiniz oldu. Biz son kişilerdik. Beka Mahsum Korkmaz Akademisi bizim dönemimizde kapandı. Orada görüşmemiz oldu, sohbetlerimiz oldu, geldikten sonra telefonla da birkaç defa görüştüm. Ondan sonra geri kalan hayat hep hapishanelerde geçti."
Öldürme kararı almışlar
Bir yıl sonra 1993 yılında tesadüfen yakalanır. Aslında emniyet kimi yakaladığını bile bilmiyordur. Sonradan Akay olduğunu öğrenir. Akay, "Öldürme kararı almışlar. Aslında öldürülebilirdim" diyor. Sonradan Ege sorumlusu olarak tutuklanır. Akay, uzun gözaltı sürecinde en vahşi işkencelere maruz kalır. Akay işkenceleri anlatmak istemiyor, umursamıyor, "Herkese aynı şey yapıldı, bana özel değil" deyip geçiyor. İzmir'de bilinen biridir. Herkesle teması vardır. İşkence altındayken tanıdığı birçok kişi, ailesi getirilir, onlarla tehdit edilir. Asla teslimiyeti kabul etmez. Yurtsever bir ailenin onu korumak için parmaklarına taktığı yüzüğü de ağır işkencenin nedeni olur. Yüzüğün işkencesini anlatmak istemiyor...
Vay be 10 yıl geçti mi?
Akay, hapishane yıllarının akış hızına şaşırdığını vurguluyor. Bir de cezaevinde önceki dönemin görkemli direnişleri sayesinde örgütlü bir yaşamın içinde olduklarını belirtiyor. Akay, şöyle anlatıyor: "Bizden önce zaten çok ağır bedeller ödendiği için biz hep o miras üzerinde var olmaya çalıştık. Hatta özellikle 12 Eylül dönemi ve sonrasındaki miras olmasa bizim ayakta kalıp kalmayacağımız bir sorundu. O yüzden hep bağlı kaldığımız, hep üzerinde yaşadığımız, kendimizi yaşattığımız tek şey varsa o mirastır. Kaldı ki hapishaneye düştüğümde de o dönemde Mazlumların, Kemallerin yoldaşlarıyla birlikte kalma fırsatım oldu. Özellikle Aydın'a giderken. Canlı canlı o tarihin içerisindesin. Bizim aklımız hep halktaydı. Örneğin kampanyaları başlatıyoruz, gelen paraları değerlendiriyoruz, dışarı gönderiyoruz, ilaçları dışarı gönderiyoruz, elbiselerin fazlasını dışarı gönderiyoruz. O kadar yoğun bir hayat geçiyor ki kültür ve sanat faaliyetleri derken muazzam bir yoğunluk var. Hatta ben 10. yıla geldiğimde vay be 10 yıl geçti mi diye şaşırmıştım."
Üç farklı dönem
Akay 32 yıllık hapishane sürecini üç farklı dönem olarak tarifliyor. Şöyle açıklıyor: "Hapishaneye ilk girdiğim dönemi ilkel komünal dönem olarak değerlendiriyorum. Aydın hapishanesine gittiğim dönemi uygarlık aşaması olarak görüyorum. 2000'li yılları demokratik uygarlık çağı olarak değerlendiriyorum. Mücadele nasıl ki dışarıda bütün gerçekliğiyle devam ediyorsa orada da devam ediyor. Sınıf çatışmaları, her türlü anlayışı kendimizle birlikte taşıyoruz ve çatışıyoruz. Çatıştığımız oldu ama her zaman mücadeleye bağlı kalan insanlar oradan güçlü çıktı."
Küçük bir Kürdistan...
Buca, Aydın, Nazilli, Kırıklar 1 ve 2 Nolu, Siirt, Diyarbakır, Silivri 9 ve 5 Nolu, Maltepe... 32 yıl sürgünlerle süren hapishane süreçlerinde Akay'ın en çok etkilediği hapishane Diyarbakır D Tipi olur. Niye mi, kendisinden dinliyoruz: "Diyarbakır D Tipi'ne 2006'da gittim. 10 yıl kaldım. Ben Diyarbakır'ın sokaklarında yaşamışım gibi bir duyguya kapıldım. Bağlar sanki oraya gelmişti. 12 Eylül döneminde işkence görmüş, çıkmış tekrar gelmiş Kemal Aktaş gibi arkadaşlar var, başka arkadaşlar var. Böyle bizim bütün tarihimiz sanki o insanlardı. Örneğin Agit arkadaşı tanıyan Ape Şafi vardı. Bir başka arkadaş 15 Ağustos'a katılmış. 12 Eylül'den önce Önderliği tanıyan bir başka arkadaş. Böyle geniş bir yelpaze. Böyle küçük bir Kürdistan oldu. Orası Kürdistan'ın gerçek genel tablosuydu. Ben o insanlardan çok şey öğrendim. Özellikle çocuklardan, yaşlılardan... Dışarıda yaşamış gibi bir duyguyla yaşadım hep."
Zagros'un peşine düştü
Dedik ya onlar içeride anlamın peşine düştüler diye. Herkes kendi ilgi alanına göre yoğunlaşır. Akay da öyle. Onun eğilimleri çeşitlidir. Etimoloji ve mitoloji üzerine ciddi çalışmalar yapar. Kültür-sanat da ilgi alanındadır. Yazma sürecinin Diyarbakır'da başladığını söyleyen Akay, "Öyküler vardı ama etimoloji, mitoloji konusunda özellikle Zagros'un hikayesinin peşine düşmüştüm. Zagros Dağları'nın hikayesi nedir? Toroslar'ın, Zagrosların hikayesini yazdım. Onları inceledikçe çok farklı boyutların olduğunu gördüm. Gerçekten saklanmış, sırlanmış bir sosyoloji var orada. Özellikle kadın gerçeği. Ama en sevdiğim yazı yazdığım özgürlüğün arkeolojisi yazısıdır. Aslında onu belgesel olarak tasarladım" diyor.
***
'Al mendil'in hikayesi
Tutsaklık sürecinde kültürel ve sanatsal çalışmalardan hiç kopmaz Soydan Akay. 32 yılına sazı da eşlik eder. "Sazım hep vardı" diyor. Hapishane süreçlerinde tüm etkinliklerin şarkılarını da hep O çalar. En çok söylediği şarkıyı sorunca, istemeden bir yarayı deştiğimi fark ediyorum. "Al Mendil"in arkasından çıkan çarpıcı hikaye için sözü Akay'a bırakıyorum: "Maltepe'de bir arkadaşımız vardı. Sevdalısı bir kadın arkadaştan bahsetti. Mücadeleye katılmadan önce birbirlerine söz vermişler. Gerillaya katılmışlar. Sonra o yakalanıyor. Bana sözlüsünü anlattı. Dedi ki işte duyduğuma göre 'Armanç itirafçı olmuş ama inanmıyorum' dedi. 'Onu bir araştıralım, öğrenelim' dedi. Tamam, ben sorarım dedim. Sorduk. Armanç arkadaş, adı Suna'dır. O da bizim Vartolu. Haber gönderdik, ama o ara 9 No'lu'ya sürgün edildim. İşte ona yazdım, 'Armanç arkadaş yaşıyor, durumu iyidir, öyle itirafçılık falan yok, mücadele içindedir, haberin olsun' dedim. Mayıs'ta gittim. Benim de dilimde hep Al Mendil diye bir türkü var. Ama öyle yanık söylüyorum. Temmuz ayındayız. Abim geldi. Ya dedi Armanç var ya şehit düşmüş. Dedim siz yaşıyor demiştiniz. Haber göndermişti ona söyleyin, ben sağlamım, yerimdeyim, beni merak etmesin diye. O haber arkadaşa ulaşırken meğer o da hapishanede radyodan Armanç'ın şehit düştüğünü öğreniyor. Meğerse Armanç 'Al Mendil'i çok seviyormuş. Birçok şarkı severim Kürtçe, Türkçe ama onun öyküsünü öğrendikten sonra bu şarkının üzerimde etkisi başka oldu." Şimdi ben de 'Al Mendili' dinlerken boğazıma bir şeyler düğümleniyor.
Akay tahliye edildiğinde 32 yıldır ona eşlik eden sazını bir tutsağa bırakıyor...
***
14 Temmuz sahnede!
Yazmak Akay'ın vazgeçilmezidir. Her fırsatta kaleme sarılır. Her şeyi, hayallerini, rüyalarını, kabuslarını kaydeder. Yaklaşık 20 defter günlükleri olduğunu söyleyen Soydan Akay, şöyle devam ediyor: "Orada insanların öyküleri de var. Hapishaneye düştüğümüzde biz bir dergi çıkardık. Raperin diye bir dergi. Çernişevski'nin 'Nasıl yapmalı?' kitabında Rahmetov diye bir karakter var. Benim orada ilk yazdığım yazı, o Rahmetov'la yaptığım röportajdı. Dergilere kısa kısa makaleler yazıyordum. Tiyatro metinleri yazdım. En etkili oyun hangisi dersen 14 Temmuz'du. Aydın hapishanesinde sahneledik. Orada da 14 Temmuz'da kalmış arkadaşlar var. Onları dinleyerek yazdım. Örneğin orada beni çok etkileyen kesit; Akif arkadaş ve Fuat Kav arkadaş oldu. Karar almışlar, ölüm orucuna giriyorlar. Onları bir hücrede tutuyorlar. Birbirleriyle konuşuyorlar, asker 'konuşmayın yasak' diyor. Akif arkadaş askere sesleniyor, 'Biz özgürüz, özgürüz' diyor. Fuat arkadaş da 'biz özgürüz, özgür' diye karşılık veriyor. Şimdi biz onu sahneledik. Bizim eski arkadaşların hepsi ağladı, bir baktık kalkıp gittiler. Biz oyunu yarım bıraktık. Dedik ya biz nasıl dokunduk ya? Hiç düşünmedik onları. 14 Temmuz'da Fuat heval orada. Celalettin Delibaşlar, diğer arkadaşlar. Hepsi orada yani. Aynı blokta kalıyoruz..."
YARIN: Frankfurt Okulu hayali...