Hewlêr Türkiye’nin bir vilayeti olmuş

Dosya Haberleri —

Hikmet Hatip

Hikmet Hatip

Bakur’dan Başûr’a "sürgün" hikayeleri-3

  • KDP yetkililerine de söyledik: Biz Kürt’üz. Kürtler dünyanın hiçbir yerinde zulme sessiz kalmaz. Biz de kalmadık, kalmayacağız. Onlar, ses çıkaran, muhalif olan insan istemiyorlar. Boyun eğen insanlara ihtiyaçları var. Biz bu rolü kabul etmedik.
  • Başûr ve Bakur arasında dağlar kadar fark var. “Hewlêr adeta Türkiye’nin bir vilayeti olmuş” diyoruz kendi aramızda. Kültürel ve ekonomik bağımlılık o kadar derinleşmiş ki, insan buna şaşırıyor.
  • Biz aslında iç sürgün yaşıyoruz. Hatta diyebilirim ki iç sürgünün de iç sürgününü yaşayan insanlarız. Bakur’dan Hewler’e gelmek zorunda kaldık, oradan da Süleymaniye’ye sürüldük. İnsanın yurdundan kopması elbette bir acı bırakıyor. Bir yerden bir yere gitmek zordur, ama buraya gelip yeniden sürgün edilmek, yeniden başlamak insanı daha fazla zorluyor.

ERKAN GÜLBAHÇE

Bingöl Karlıova doğumlu Hikmet Hatip, genç yaşta Kürt Özgürlük Hareketi’yle tanıştı, uyuşturucuya ve fuhuşa karşı yürütülen sosyal kampanyalarda yer aldı. Ancak yürüttüğü çalışmalar nedeniyle hakkında açılan davalar nedeniyle 2014 yılında Güney Kürdistan’a, göç etmek zorunda kaldı. Hikmet Hatip’in deyimiyle, bu bir klasik sürgün değil, “Kürdistan içinde bir iç sürgün”dü.

Hikmet Hatip ile yaşamı ve Güney Kürdistan’da yaşadığı sürgünlük dönemini konuştuk.

Kuzey Kürdistan’da nasıl bir süreçten geçtiniz? Hangi çalışmaların içindeydiniz ve sizi Güney Kürdistan’a sürükleyen temel neden neydi?

İlkokuldan itibaren dışarıda okudum. Lise ve üniversite eğitimimi de dışarıda tamamladım. Üniversite yıllarında Kürt Özgürlük Hareketi’yle tanıştım. O dönemde uyuşturucuya ve fuhuşa karşı kampanyalar yürüttük. Bu çalışmaların içinde aktif rol aldım.

Bu süreçte hakkımızda dava açıldı. 2007’de başlayan dosyamız, 2013’te sonuçlandı ve 6 yıl 3 ay hapis cezası aldım. 2014 yılında, cezanın ardından Başûr Kürdistan’ına geldim. Hewlêr’e yerleştim. Geçimimi sağlamak için çeşitli işlerde çalıştım.

Doğrusunu söylemek gerekirse, İbrahim Halil Sınır Kapısı’ndan giriş yaptığımızda Kürdistan bayrağını görmek tarifsiz bir duyguydu. Özgür bir Kürdistan’a ayak bastığımı düşündüm, hatta toprağı öpmek istedim. Ancak bu coşku uzun sürmedi. Sınırdan 10-15 kilometre geçtikten sonra güvenlik güçleri bizi durdurdu. “Neden geldiniz?” diye sorguladılar. Bu, ilk karşılaştığımız tavırdı.

Biz Bakur’dan ayrıldık ama Kürdistan’ın başka bir parçasına, özgür topraklara geldiğimizi düşünüyorduk. Fakat karşılaştığımız bu yaklaşım insanın moralini bozuyor. Hewlêr’de kaldığımız süre boyunca da çeşitli baskılarla karşılaştık. Bir dönem HDP Hewlêr Temsilciliği görevinde bulundum.

Göç sürecinde sizi en çok zorlayan neydi? Geride bırakmak zorunda kaldığınız şeyler arasında sizi hala etkileyen bir anınız var mı?

En zor olanı aileyi geride bırakmaktı. İstanbul’dan Bingöl’e geldim ve ailemle doğru dürüst vedalaşamadan Başûr Kürdistan’ına geçmek zorunda kaldım. Annemin ve abimin beni uğurlarkenki hali gözümün önünden hiç gitmiyor. Hayatımda ilk defa annem ve abilerim böyle ağlayarak beni uğurladı. Normalde bir yere giderken bu durum bizde alışılagelmiş bir şeydi. Türkiye’de sürekli dışarıda olduğumuz için benzer ayrılıklara alışmıştık. Ama bu sefer farklıydı. Arkanda sevdiklerini bırakıyorsun, bilinmez bir geleceğe gidiyorsun. Evet, başka bir yerde mücadele alanı var diye düşündük ama en acı veren şey, ailenin geride bırakılmasıydı. Bu duygu kolay kolay silinmiyor.

Geldiğinizde nasıl bir ortamla karşılaştınız? Size nasıl bir yaklaşım gösterildi?

İlk geldiğimiz dönemde görece bir rahatlık vardı. Barış süreci konuşuluyordu. Bakurlu Kürtler bir dönem el üstünde tutuluyordu. Ancak barış süreci bozulduktan sonra durum tamamen değişti. Türkiye’nin uyguladığı baskının adeta beş katı burada uygulanmaya başlandı. Arkadaşlarımız gözaltına alındı.

Eskiden Rojava’ya dönük saldırılar olduğunda Kürtler sokaklara döküldü. Başûr Kürdistan’ında o dönem ulusal bir ruh ortaya çıkmıştı. Halkta bir sahiplenme duygusu vardı, bize karşı da güçlü bir dayanışma hissediliyordu. Ancak süreç değişince bu tablo da değişti. Baskılar yoğunlaştı, özellikle Bakurlu Kürtlere yönelik baskı giderek daha da derinleşti.

2018’e kadar baskılar doruğa ulaştı. Maxmur’a ambargo uygulandı, giriş çıkışlar yasaklandı. Siyasi çalışmalara katılanlara da baskılar arttı. Ben de o dönemde HDP Hewlêr Temsilciliği yapıyordum.

2024’ün sonlarına doğru dört arkadaşla birlikte, adeta bir operasyonla, Hewlêr’den alındık ve Süleymaniye’ye bırakıldık. Hiçbir gerekçe gösterilmedi. Sadece “Bu emir yukarıdan geldi” dediler. “Size bir telefon gelirse geri dönersiniz” denildi.

Bu sürecin ardından haftalarca belirsizlik içinde kaldık. Şenaz İbrahim o dönem bir açıklama yaptı: “Bu insanlar Hewlêr’den çıkarıldı, burada öldürülmeleri için” dedi. O süreçte bazı arkadaşlarımızın şehit olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu durum basına da yansıdı.

Bugün baskılar bir nebze hafiflemiş gibi görünüyor. Ama bu tamamen sürecin gidişatına bağlı. Süreç tersine dönerse baskılar da yeniden artar, bunu biliyoruz.

 

Hewlêr

 

Sizi Hewlêr’de nasıl aldılar? Bu süreç nasıl gelişti?

Hewlêr Genel Asayişi’nden telefonla arayıp “Gelin misafirimiz olun bir çayımızı için, görüşelim” dediler. Biz de gittik. İlk başta normal karşılandık. Agresif bir tutum yoktu. “Siz çağırdınız, biz de geldik. Kurallara aykırı davranmak istemedik” dedik. Gitmeyebilirdik ama gittik. Ancak saatler geçtikçe niyetlerinin iyi olmadığını anladık. “Sorularınızı sordunuz, cevaplarımızı verdik. Neden hala buradayız?” dedik. “Biraz daha bekleyeceksiniz” yanıtını verdiler.

Sonra dört araç hazırlamışlardı. İkisi askeri araçtı, her birinde 8-10 silahlı kişi vardı. İki tane de sivil araç vardı. O şekilde bizi Hewlêr’den çıkardılar. Yolda araçları birbirinden ayırdılar. İki kişiyi Digela Asayiş noktasına, iki kişiyi Simakoli’ye bıraktılar. “Hadi gidin, ne işiniz varsa görün” dediler.

Sebebini sorduğumuzda yine aynı cevabı aldık: “Biz bilmiyoruz, sadece emir uyguluyoruz.” Ama biz biliyoruz ki bu süreç Hakan Fidan’ın yürüttüğü görüşmelerle bağlantılıydı. Bunun bir parçasıydı.

Size herhangi bir makama teslim ettiler mi, yoksa araziye mi bıraktılar?

Hayır, bizi kimseye teslim etmediler. KDP ile YNK arasındaki kontrol noktalarının ortasına bıraktılar. “Başınızın çaresine bakın, Hewlêr’e dönemezsiniz” dediler. Dönerseniz sonuçlarına katlanırsınız diye eklediler. BM’nin verdiği mülteci formlarına ve kimliklerimize de el koydular. Cebimizde beş kuruşumuz yoktu. Otostop çekerek Süleymaniye’ye geldik.

Gece saat 10-11 gibi Süleymaniye’ye ulaştık. Buradaki arkadaşlarımızla buluştuk, misafir olduk. İki gün bekledik; belki kriz çözülür diye. Genel Merkez’den arkadaşlarımız devreye girdi. Berdan Öztürk, Ebru Günay ve diğer arkadaşlar ilgilendi. Başta telefonlara cevap vermediler, sonra da “Bu bir emirdir, onların Hewlêr’e girişi yasaktır” dediler.

“Suçumuz nedir?” diye sorduk. Basın yoluyla da sorduk. Ama kimse cevap vermedi. En azından bir gerekçe sunulsaydı, “Evet, bu suçu işledik, haklı olarak çıkarıldık” derdik. Ama böyle bir durum yoktu. Sadece “yukarıdan emir geldi” denildi.

 

 

Bu süreçte sizi Süleymaniye’ye sürmelerinin esas amacı neydi?

O dönemde Hakan Fidan’ın yürüttüğü görüşmeler vardı. Biz de bu sürecin onunla bağlantılı olduğunu düşünüyoruz. Çünkü biz sessiz kalmamızı istedikleri konularda sessiz kalmadık. Gazeteci arkadaşlarımız katledildi, sivil arkadaşlarımız öldürüldü, evlerde gözaltında insanlar katledildi. Buna sessiz kalmamız bekleniyordu ama biz sessiz kalmadık.

Biz buraya bir mücadele alanı olarak gördük. Haksızlığa sessiz kalmak bizim tarihimize aykırıdır. KDP yetkililerine de söyledik: Biz Kürt’üz. Kürtler dünyanın hiçbir yerinde zulme sessiz kalmaz. Biz de kalmadık, kalmayacağız. Onlar, ses çıkaran, muhalif olan insan istemiyorlar. Boyun eğen insanlara ihtiyaçları var. Biz bu rolü kabul etmedik.

Özellikle Hewlêr’den Süleymaniye’ye geldiğiniz ilk dönemde yaşadığınız zorluklar nelerdi?

İlk geldiğimizde iki ay boyunca arkadaşlarımızın evlerinde misafir kaldık. Kimisinde bir gün, kimisinde üç gün kaldık. Çünkü ev kiralayamıyorduk. Kimliğimiz yoktu, evrakımız yoktu. Tüm kimlikleri KDP asayişi bizden almıştı. Bu yüzden ev sahipleri bize ev vermiyordu.

Sonunda arkadaşlarımızın yürüttüğü diplomatik girişimlerle bir ev tutabildik. Şimdi bir evimiz var. Ama bu kez de iş bulma sorunu başladı. Uzun süre işsiz kaldık. Son iki aydır bir inşaat firmasında çalışıyoruz. Sabah gidip akşam eve dönüyoruz. Hayatımızı bu şekilde sürdürüyoruz.

Geldiğinizden bu yana sosyal yaşamda nasıl bir değişim yaşadınız? İlk dönemlerdeki ortamı nasıl değerlendiriyorsunuz?

2020’nin sonlarına doğru burada sosyal yaşam neredeyse tamamen bitti. Özellikle Mam Zekî ve Heval Şükrülerin (Şükrü Serhat-Yasin Bulut) katledilmesiyle başlayan suikast süreci hepimizi derinden etkiledi. Bu cinayetler toplum üzerinde ciddi bir korku ve kaygı yarattı. İnsanlar bir araya gelemez hale geldi. Güvensizlik derinleşti. Türk devletinin yürüttüğü özel savaş politikaları burada sürekli devredeydi. Halkın üzerinde psikolojik bir abluka oluştu.

Son bir yıldır bu korkular biraz azaldı, insanlar yeniden bir araya gelmeye başladı. Bu durum biraz da mevcut süreçle bağlantılı. Barış söylemleri ve diyalog ihtimalleri insanlarda bir rahatlama yarattı. Ancak bu rahatlık da risklidir. Çünkü biliyoruz ki suikastlar ve katliamlar genellikle toplumun en rahat olduğu dönemlerde gerçekleşir. Paris’te de öyle oldu, burada da aynı şey yaşandı. Bu yüzden biz sürekli uyarıyoruz: Herkesin tedbirli olması gerekiyor.

 

 

Kendinizi bu topluma ait hissediyor musunuz? Başûr halkı sizi nasıl karşılıyor?

Bu soru, sürgün psikolojisini en çıplak haliyle yüzümüze vuruyor. Gerçekten de kendimize sık sık soruyoruz: Burada bir parçamız eksik mi? Başûr ve Bakur arasında dağlar kadar fark var. Süleymaniye halkı daha ulusal bilinçle hareket eden bir halk. Daha kolektif düşünüyor, ulusal değerleri önemsiyor. Ama Hewlêr’de durum bambaşka. Orada halk kültürel olarak ciddi bir erozyona uğramış durumda. Sokaklarına girdiğinizde pazardan marketine, yeme içme alışkanlıklarına kadar her şey Türk mallarıyla dolu. İnsanlar Türkçe konuştuğunuzda daha sıcak davranıyor Kurmancî konuştuğunuzda sizi neredeyse düşman gibi görüyorlar.

Kimi zaman, “Hewlêr adeta Türkiye’nin bir vilayeti olmuş” diyoruz kendi aramızda. Kültürel ve ekonomik bağımlılık o kadar derinleşmiş ki, insan buna şaşırıyor. Elbette bu durumu genelleştirmek istemem. İktidar yanlıları özellikle bu yaklaşımı sürdürüyor. Bizi hala birer misafir olarak görüyorlar. Kardeşlik söylemleri var ama pratikte Bakurlu Kürtlere karşı kardeşlik pek işletilmiyor.

Bu yaklaşım, zamanla ister istemez bir antipatiye yol açıyor. Çünkü “biz” ve “onlar” ayrımına kadar gidiyor bu iş. Elbette çok değerli, halkına kendini adamış aydınlar var. Ama genel tabloya baktığınızda, yüzde 85-90 oranında bir yabancılaştırma hissi yaşanıyor.

Kültürel açıdan Bakur ile Başûr Kürdistan arasında sizi en çok şaşırtan farklar neler oldu?

Birçok şey söyleyebilirim ama beni en çok insan ilişkileri şaşırttı. Bakur’da insanlar birbirine daha yakın, daha sıcak. Sokağa çıktığınızda herkesle selamlaşırsınız. Esnaf size güler yüz gösterir, dükkanına girdiğinizde ayağa kalkar, sizinle ilgilenir. Burada ise bazen esnaf ayak ayak üstüne atmış oturuyor. “Şu an yemek saatim, satış yapmıyorum” diyebiliyor. Ama Süleymaniye’de farklı bir güzellik var. Mesela biri dükkanını kapatıp gidebiliyor, malını komşusuna emanet edebiliyor. Hatta bazen kapıya bir süpürge, ya da kapıya çapraz bir şeyler koyup, “Ben yokum ama dükkan kapalı” diyor. Kimse hırsızlık yapmıyor. Bu güven kültürü beni etkiledi. Bakur’da, Türkiye’nin hiçbir yerinde böyle bir şey yoktur. Her yerde kilit üstüne kilit vurulur. Burada pazarda, markette bile insanlar birbirine malını emanet edebiliyor. Ancak son zamanlarda burada da bu kültür zedelenmeye başladı. Güvenlik kameraları çoğaldı, başka kültürlerin etkisi arttı, genel bir güvensizlik yayılmaya başladı. Yine de buradaki güven duygusu Bakur’a göre hala farklı ve değerli.

Bugün hala sürgünde yaşıyor olmak size nasıl yansıyor? Kendinizi sürgün olarak mı görüyorsunuz?

Biz aslında iç sürgün yaşıyoruz. Hatta diyebilirim ki iç sürgünün de iç sürgününü yaşayan insanlarız. Bakur’dan Hewler’e gelmek zorunda kaldık, oradan da Süleymaniye’ye sürüldük. Çocukluktan beri, ilkokuldan bu yana ailemizden uzakta yaşamaya alıştık. Bu yüzden toprak meselesi bizim için ikinci planda. Neresi olursa olsun, Kürdistan olduktan sonra biz her yerde mücadele ederiz. Ama insanın yurdundan kopması elbette bir acı bırakıyor. Bir yerden bir yere gitmek zordur, ama buraya gelip yeniden sürgün edilmek, yeniden başlamak insanı daha fazla zorluyor. O yüzden biz bunu bir “iç sürgün” olarak tanımlıyoruz. Çünkü ülkenin dışına çıkmadık, hala Kürdistan sınırları içindeyiz.

Birçok arkadaşımız baskılar, katliamlar, suikastlar nedeniyle Avrupa’ya gitmek zorunda kaldı. Biz bu tercihe hep karşı çıktık. Çünkü sistemin istediği de bu zaten. Kürdistan boşaltılsın, halk insansızlaştırılsın, geriye sadece toprak kalsın. “En iyi Kürt, ölü Kürt’tür” zihniyetiyle Kürdistan’ı boşaltmak istiyorlar. Maalesef çoğu insan da ailevi kaygılarla bu yolu seçmek zorunda kaldı.

Bizim için Bakur’un bir şehriyle Başûr’un bir şehri arasında fark yok. Sürgün psikolojisi ağır bir şeydir. Ama biz kendi ülkemizde sürgün olduğumuzu kabul etmek istemiyoruz.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla yeniden gündeme gelen çözüm süreci hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu süreç kalıcı bir barışa dönüşebilir mi?

Toplumda genel bir güvensizlik var. Bir önceki süreçten dolayı insanlar devlete güvenmiyor. Çoğunluk, Türk devletinin bu konuda samimi olmadığını düşünüyor. Ama biz artık devletin ne düşündüğüne değil, Kürt halkının ve önderinin ne düşündüğüne bakıyoruz.

Sayın Öcalan’ın çağrısına inancımız tamdır. Eğer bir süreç başlatıldıysa bu sürecin olumluya evrilmemesi için bir sebep yoktur. Yeter ki biz de Önderliğin çağrısına uygun hareket edelim. Demokratik toplumdan, komünal yaşamdan söz ediliyor. Tüketici toplumdan üretici topluma geçtiğimizde devlet bu süreci durduramaz, adım atmak zorunda kalır.

Devletin geçmişten bugüne güven vermediğini biliyoruz. Bu devlet Kürt yokluğu üzerine kurulmuş bir devlettir. Ama artık milliyetçi kesim de Türkiye’nin bekasını düşünmek zorunda. Türkiye’nin bekası Kürtlerle barıştan geçiyor. Kürtlerle barışıldığında beka korkusu da ortadan kalkar. Daha demokratik, daha güçlü bir Türkiye ortaya çıkar.

Gençlik de buna inanıyor. Bu adımlar biraz da mecburiyetten atılıyor. Ortadoğu’daki savaşlar, İran-İsrail gerilimi, bölgedeki gelişmeler bu süreci tetikledi. Devlet Bahçeli gibi isimlerin “sıra bize gelecek” korkusuyla böyle bir sürece zorlandığını da biliyoruz.

Ama gerçek şu ki yol Kürtlerle barıştan geçiyor. Sayın Öcalan ilk adımı attı. Şimdi karşı tarafın atacağı adımları görmek gerekiyor. Cezaevlerindeki siyasi tutsakların bırakılması, Terörle Mücadele Kanunu’nun değiştirilmesi, Kürt kimliğinin yasal olarak tanınması gibi adımlar atılırsa süreç başarıya ulaşır.

Olası bir siyasi değişim bu sürgünlüğü sona erdirebilir mi? Geri dönmeyi düşündünüz mü?

Bu süreç gerçekten çok önemli. Eğer olumluya evrilirse ve siyasi atmosfer geri dönmemize imkan tanırsa elbette dönmek isterim. Doğduğum topraklarda yaşamımı sürdürmek isterim.

Ama bir korkum var. Döndüğümde 2007-2008 ya da 2013’teki toplumu bulabilecek miyim? En büyük kaygım bu. Çünkü köylerden gençler Avrupa’ya göç ediyor. 10 hanelik bir köyün neredeyse her hanesinden 2-3 kişi Avrupa yollarına düşmüş durumda. Yozlaşma mı var, gelişme mi? Bunu kestiremiyoruz.

Ülkedekilerle sürekli irtibat halindeyiz. Ama duyduklarımız kaygı verici. O dönemin bıraktığı bir gençlik yok gibi. O toprağın ruhu kalmamış gibi eleştiriler duyuyoruz. En büyük korkum bir hayal kırıklığıyla karşılaşmak.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.