İran kaos sistemine geçti

Dosya Haberleri —

İran/ foto: AFP

İran/ foto: AFP

Prof. Dr. Hamit Bozarslan ile Ortadoğu’nun değişen siyasi topografyasını ve İsrail-İran savaşının arka planını konuştuk

  • Sanıyorum söz konusu olan sadece nükleer değil. Nükleerin ötesinde, direniş kavramının çökertilmesi, direniş anlamının çökertilmesi, kendisini direnişle meşrulaştıran diktatörlüklerin yok edilmesi ya da zayıflatılması. İkinci olarak da İsrail’in hegemonik bir güç olarak ortaya çıkması.
  • Burada tarihin ironisi şu; Yahya Sinvar, Hasan Nasrallah ve Netenyahu birlikte 2030’ların mimarı olarak ortaya çıktılar. Onların sözümona direniş stratejileri rasyonalitenin imhasına dayanmaktaydı. Onların bu stratejisi bugün böyle bir koşulun ortaya çıkmasını beraberinde getirdi. 
  • İran’da ne olup bittiğini bilmiyoruz. Şu anda yaşanan çok kısa bir dönem içerisinde İran bir kaos sistemine geçti. Milyonlar Tahran’ı, İsfahan’ı, Meşhed’i terk etti, Meşhed İsrail sınırına 2 bin kilometre uzaklıkta olan bir yer. Sistemin zamanına da mekanına da güven duyulmuyor artık.

ÖZGÜR BARIŞ DEMİR / BASEL

Ortadoğu’nun yeniden büyük bir kırılma eşiğine geldiği, jeopolitik fay hatlarının gittikçe daha belirgin biçimde çatladığı bir dönemin içinden geçiyoruz. İran-İsrail gerilimi, sadece iki ülke arasında bir güç mücadelesi değil; aynı zamanda bölgesel hizalanmaların, kimlik siyasetlerinin ve devlet-dışı aktörlerin de bu denkleme ne ölçüde etki ettiğini gösteren çok katmanlı bir kriz alanı olarak karşımızda duruyor. Bu durumu bölgeyi uzun yıllardır etraflıca çalışan, devlet şiddeti, kimlik siyaseti, direniş hareketleri ve Ortadoğu’daki dönüşüm süreçlerine ilişkin derinlikli analizleriyle öne çıkan Prof. Dr. Hamit Bozarslan ile konuştuk. İki bölümden oluşan söyleşimizde Bozarslan, güncel gelişmeleri tarihsel olarak değerlendirdi, aynı zamanda Ortadoğu’nun değişen siyasi topografyasında Kürt aktörlerinin, halkların ve devletlerin pozisyonlarına dair önemli belirlemelerde bulundu. 

 

 

 

İsrail’in İran’a saldırmasının temel gerekçesi yalnızca nükleer tehdit mi? İran ile İsrail’in tarihsel ve ideolojik düzeyde birbirine düşman hale gelmesinin arka planı nedir? Siz bu krizi Ortadoğu devlet yapılarının tarihsel krizleri bağlamında nasıl okuyorsunuz? 

Bunun cevabını kolay vermek mümkün değil, belki birkaç dönemle açıklayabiliriz. İlk olarak 1970 İran devriminden yola çıkmak mümkün. Bu devrimle birlikte eskatolojik bir vizyon oluştu. Bu vizyon İsrail’in ve ABD’nin yok edilmesini hedeflemekti. Milis yapılanmaları yoluyla İsrail’in kuşatılmasıydı. Devrimin Ortadoğu’da ihraç edilmesiydi. Ama giderek görüyoruz ki; devrim içte tümüyle çöktü ve eskatolojik boyut da bugün tümüyle çökmekte. İkinci bir zaman dilimine geliyoruz, bu da 7 Ekim ile başlayan dönem. Bu dönem, kendini direniş ekseni olarak tanımlayan eksenin çökmeye başlamasıdır. Bunu Hamas ile gördük, Hizbullah’la gördük. Suriye rejiminin 10 gün içerisinde çökmesi İran’ın zayıflamasını beraberinde getirmekteydi. Bu hem bir zayıflama hem de bir meşruiyet kaybı. Her halükarda içeride meşruiyete sahip olmayan bir İran dışarda Filistin davasını savunmakta başarısız kaldı. Hizbullah’ı savunamadı. Ve bu yaşananı Netenyahu neredeyse bir yıldır dile getirmekte.

Hedef sadece nükleer değil, hedef Ortadoğu’daki dengelerin değiştirilmesi. Şu ya da bu şekilde İsrail’in gerçekten bir hegemonik güç olarak ortaya çıkması ya da dayatılması ve bunun önü alınamayan bir süreç olarak değerlendirilmesi söz konusu. Belki burada da tarihsel bir karşılaştırma yapabiliriz 1967 dönemini ele alalım. Bu dönemde kendisini bir direniş ekseni olarak gören bir eksen vardı. Bu eksenin temelinde Mısır vardı, Cemal Abdünnâsır’ın Mısır’ı vardı. Bu direniş ekseni 1967 Altı Gün savaşı ile beraber birkaç gün içerisinde eridi. O zamanki söylemleri hatırlayalım, “İsral’i bir kaşık suda boğarız, ordularımız Tel Aviv’e varmaya başladı. İki günde Tel Aviv düşer.” Ancak bunların tam aksi oldu. Ve o dönemde, Arap milliyetçiliği ve Arap solunda ciddi bir sorun yaşanmasına neden oldu. Sanıyorum Arap ideolojisinde en önemli kopuş ve krizlerden birisi bu dönemde yaşandı. Ve bundan 60 yıl sonra ikinci bir direniş eksenin de çökmek üzere olduğunu görmekteyiz. Bu da yeni bir krizi beraberinde getirmekte. 

Bu yüzden sanıyorum burada söz konusu olan sadece nükleer değil. Nükleerin ötesinde, direniş kavramının çökertilmesi, direniş anlamının çökertilmesi, kendisini direnişle meşrulaştıran diktatörlüklerin yok edilmesi ya da zayıflatılması. İkinci olarak da İsrail’in hegemonik bir güç olarak ortaya çıkması. Burada tarihin ironisi şu; Yahya Sinvar, Hasan Nasrallah ve Netenyahu birlikte 2030’ların mimarı olarak ortaya çıktılar. Onların sözümona direniş stratejileri rasyonalitenin imhasına dayanmaktaydı. Onların bu stratejisi bugün böyle bir koşulun ortaya çıkmasını beraberinde getirdi. 

Direniş ekseninin çökmesinde Yahya Sinvar ve Hasan Nasrallah öncülük yaptılar diyebilir miyiz? 

İstemeden tabi, niyetleri tam aksine İsrail’in zayıflatılmasıydı. Niyetleri Filistin davasının ön plana geçmesiydi. Nasrullah’ın niyeti Gazze üzerinde baskıların azaltılması, Hizbullah yoluyla Şii milis mantığının dayatılmasıydı. Yani bunların niyetleri bu değildi. Sosyolojide ‘beklenmeyen ve hedeflenmeyen sonuçlar’ diye bir olgu var. Bunu Hegel ‘tarihin kurnazlığı’ olarak dile getirmişti. Şimdi bu tarihin kurnazlığı ile karşı karşıyayız. Şunu da hatırlatmak gerekiyor yarın İsrail de tarihin kurnazlığına kurban gidebilir. Yani İsrail’in bugünkü başarıları yarın İsrail’in hegemonya olmayı başarıp başaramayacağını da etkiler. İsrail’deki iç dengeler ne olur? İsrail’de son derece ciddi kopuşlar meydana geldiğini bilmekteyiz. Bunların oluşturabileceği sonuçlar ne olur? Çok temkinli olmak gerekiyor. Tarihin kurnazlığı söz konusu olurken sadece bugünden bakmak mümkün değil. Gelecekte ne olup biteceğini en azından benim bilmem mümkün değil. 

 

İran / foto:AFP

 

Bu saldırının İran toplumunun iç dinamikleri ve devlet yapısı üzerinde kısa ve uzun vadeli etkileri ne olabilir? Ayrıca bu gelişmeyi, 21. yüzyılda devlet şiddeti ile devlet-dışı aktörler arasındaki ilişki üzerinden nasıl okumalıyız?

Bunları bilebilmek mümkün değil, ancak 2009’da ciddi bir halk kalkışması oldu. Ondan sonra İran tarihine baktığınızda 2014, 2019, 2022’de, toplumu neredeyse klinik bir vaka olarak gören bu iktidarın giderek yalnızlaştığını görmekteyiz. Şu anda şu ya da bu şekilde vakıflardan destek görenlerin dışında İran toplumunda rejimin en ufak bir popülariteye sahip olmadığını görmekteyiz. Bu durumu seçim sonuçlarını değerlendirirken de görmekteyiz. Seçime katılım oranlarının yüzde 45 veya 50 olduğu söyleniyor ancak bazı yerlerde yüzde 10’u bile aşmadığını görmekteyiz. Mesela Kürdistan 10 yıldır oy vermiyor. 2022’deki gençlik hareketlerini ele alırsak orada da bu çöküşü görebiliyoruz. Bu çöküşü, Gabriel García Márquez’in “Başkan Babamızın Sonbaharı” kitabından yola çıkarak söylüyorum. Yani neredeyse koma durumunda olan bir iktidar, şu veya bu şekilde hala devam ediyor. Fakat özellikle de şiddete başvurarak ya da ekonomi dahil her şeyi dondurarak devam ettiğini görmekteyiz. 

Şunu da hatırlatalım: İran’da generaller şunu söylüyordu, özellikle Pastaranlar, “Suriye bizim 35. bölgemizdir” diyorlardı. Eğer Huzistan ve Suriye aynı anda işgal edilirse, özellikle Suriye’yi kurtarmak gerekiyor. Çünkü eğer Suriye’yi kurtarırsak o zaman Huzistan’ı da kurtarabiliriz. Ama Suriye’yi kurtaramazsak Tahran’da yaşayabilmemiz, ayakta kalmamız mümkün değil. İran kendisinin hegemonya stratejisi için olmazsa olmazı olan Suriye’yi kaybetti. Daha doğrusu Suriye’yi savunabilmesi mümkün olmadı. İçte çöken bir rejimin aynı zamanda bölgedeki vaatlerini yerine getiremediklerini görmekteyiz. 

Suriye savaşına baktığımızda 2013’te Esad rejimini kurtaran aktörün ismi Hizbullah oldu. 2024’de Hizbullah artık Suriye rejimini kurtarabilecek bir durumda değildi. Oysa Halep’i düşüren cihatçıların sayıları 360’ı aşmıyordu. Halep direnmediği için çöktü. Rejim onu savunamadığı için çöktü. Fakat Halep çöktüğünde rejim, “zor kullanarak ezilecekler” dedi ancak 10 gün içerisinde Beşer Esad rejimi düştü. Tüm bunları bir arada okumak gerekiyor. Söz konusu olan sadece emperyalist müdahaleler değil. Söz konusu olan kendisini devrim olarak tanımlayan, İslami olarak değerlendiren, kendisini ezilenlerin rejimi olarak değerlendiren bir rejimin hem içte hem de bölgede çökmüş olması. Ve şunu çok net bir şekilde görüyoruz; İran’ın savunma sistemi çökmek üzere. Bu ne kadar devam eder bilmiyorum, tabi bu rejimin düşeceği anlamına gelmez. Söz konusu olan her halükarda nükleer meselesi değildi. Nükleeri kat kat aşan bir durum söz konusu hem rejim açısından hem de İsrail açısından. Rejim açısından direniş eksenine sonuna kadar sarılmak ve biz her halükarda İsrail’e karşı koyabiliriz mantığının geliştirilmesiydi. İsrail açısından da hegemonya meselesiydi. Nükleer ve İsrail hegemonya meselesinin ötesinde İran devlet sisteminin düşünülmesi gerekiyor. 

İran’daki muhalif kesimlerin anti emperyalist olduğunu söyleyebilir miyiz? 

Onu da artık anti emperyalist olarak değerlendirmeyeyim, İran’da ne olup bittiğini bilmiyoruz. Şu anda yaşanan şu, bir kaos dönemi yani çok kısa bir dönem içerisinde İran bir kaos sistemine geçti. Şu an internet kesik durumda. İran’dan gelen bilgiler son derece sınırlı. Fakat milyonlar Tahran’ı terk etti İsfahan’ı, Meşhed’i terk etti, Meşhed İsrail sınırına 2 bin kilometre uzaklıkta olan bir yer. Yani toplumun katılmaması ille de rejime karşı çıkmaları olarak ortaya çıkmıyor. Mekanlarını terk etme ile karşımıza çıkıyor. Yani zamanın ve mekanın kayboluşu, güven meselesinin ortadan kayboluşu. Sistemin zamanına da mekanına da güven duyulmuyor artık. Burada söz konusu olan ne bir direniş ne de emperyalizme karşı bir direniş. Tahran’da bazı gösteriler oluyor ABD’ye karşı, her seferinde 300-400 kişi katılıyor ama Tahran 15 milyonluk bir şehir, 15 milyonluk bir şehirde 1 milyon kişiyi sokağa dökemiyorsunuz. Ya da rejimi savunmayı bir yana bırakalım 1 milyon kişi ile protesto bile yapamıyorsunuz. 2014’te Musul 1 milyon 300 bin kişilik bir nüfus direniş göstermeden çöktü. İslam devleti birkaç gün içerisinde şehri ele geçirdi. Sadece 2 bin militana sahiptiler. Halep 360 kişi tarafından ele geçirildi. Toplumların direnmeme meselesi rejimlerin niteliği üzerine de çok şey dile getirmekte. Toplumlar kendi rejimlerine güvenmemekte. Sanırım rejim düşse de düşmese de bu kaos döneminin sonuçları olacak. 

 

 

Ortadoğu büyük bir savaşın eşiğinde öngörüsüne katılıyor musunuz? 

Bu konuda realiteler ve realitelerin algılanması konularında bir ayrım ortaya koymak gerekiyor. Benim görebildiğim kadarıyla Ortadoğu büyük bir savaşın eşiğinde değil; 3. Dünya Savaşı’na ramak kalmış bir durumda değiliz. Bunun değişik nedenleri var, bunun ilk nedeni İran’ı savunan bir aktör yok. Çin geleneksel bir dış politika olarak dışarıda maceralara kalkışmayan bir ülke. Rusya biraz İran sayesinde ayakta kalabiliyordu. İran’ın şahin SİHA’ları Ukrayna üzerinde Rusya’ya üstünlük sağlamıştı. Şu anda Rusya’nın İran’a askeri destek vermesi teknik açıdan mümkün değil. Türkiye Pakistan çok yüksek perdeden konuşan ülkeler ama Türkiye’nin bir askeri maceraya atılacağını düşünmüyorum, İsrail’e saldırmak çok önemli bir karar. Pakistan ne kadar protesto etse de yaptığı ilk iş sınırları kapatmak oldu. O yüzden bölgesel bir savaşa yaklaşıldığını düşünmüyorum. Suriye artık İsrail’in arka bahçesi haline geldi. İsrail ordusu zaman zaman Şam’a 10 km yakınlaşabiliyor. Bir sembol olarak biz buradayız diyebilmek için, Türkiye’nin de manevra sahalarının daraldığını gördük.

 

Yarın: İsrail-İran savaşının Kürtlere etkileri ve Kürtlerin Ortadoğu'daki rolü…

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.