Karl Marx'ın etkisi: Karşı olgusal bir senaryo 

Dosya Haberleri —

.

.

  • Onun yeri şimdi Platon ve Aristoteles ile birdir ancak üç olumlu ve beklenmedik dönüş olmasaydı, uzun zaman önce Londra'da ölen ve cenazesine sekiz kişinin katıldığı bir garip Alman göçmeni olarak adını bile duymamış olabilirdik.

BRANKO MILANOVIC
Çeviri: Serap Güneş

Karl Marx'ın doğumunun iki yüzüncü yıl dönümü, Marx'ın eserlerinin ve yaşamının sayısız yönlerine adanmış birçok konferansa ilham veriyor. (Hayfa'da böyle bir konferansa katılıyorum.) Buna, çalışmaları ve etkisinin daha da fazla sayıda incelemesini (Peter Singer birkaç gün önce yayınladı), hayatıyla ilgili yeni kitapları, Genç Marx üzerine bir filmi de ekleyin, liste böyle devam ediyor.

Burada ayrıca Marx'ın entelektüel etkisine de bakacağım - ama çok farklı bir açıdan: Karşı olgusal yaklaşımı kullanacağım. “Üç kayda değer olay olmasaydı etkisi ne olurdu” diye soracağım. Açık ki, tüm karşı olgusal anlatılar gibi bu da kişisel tarih okumasına ve tahmine dayalı. Doğruluğu kanıtlanamaz.  Başkalarının - belki de benimkinden daha iyi - farklı karşı olgusal senaryolarla gelebileceğinden eminim.

İlk olay: Engels olmasaydı. Bu karşı olgusal senaryo tartışılmıştı ancak bir kez daha incelemeye değer. Karl Marx 1883'te öldüğünde, Komünist Manifesto'nun, bir dizi politik ve toplumsal kısa çalışmanın, gazete makalelerinin (New York Daily Tribune'de) ve Kapital adında kalın ama iyi bilinmeyen veya çok çevrilmemiş bir kitabın (1. cilt) ortak yazarıydı. Kapital 1. cilt ölümünden 16 yıl önce çıkmıştı ve aradan geçen yıllarda çok yazmış ama çok az yayınlamıştı. Hayatının sonuna doğru daha bile az yazdı. Benzer şekilde yayınlanmamış ve karmaşa içinde olan, 1840'ların sonlarından, 1850'lerden ve 1860'lardan kalma el yazmalarından oluşan yüzlerce sayfa vardı. Marx, oldukça küçük eylemci işçi çevreleri ve Alman, Avusturyalı ve giderek artan Rus sosyal demokratları arasında biliniyordu. O şekilde kalsaydı, yani Engels on yıldan fazla bir süre boyunca Marx'ın makalelerini sıraya koyup Das Kapital'den iki ek cilt daha çıkarmasaydı, Marx'ın şöhreti 1883'te olduğu noktada sona erecekti. Bu da oldukça minimal olurdu. O durumda bugün doğum gününü birilerinin hatırlayacağından da şüpheliyim (5 Mayıs'ta doğdu).

Ancak Engels'in özverili çalışması ve adanmışlığı (ve Engels'in Alman sosyal demokrasisindeki önemi) sayesinde Marx'ın önemi arttı. Sosyal demokratlar, Almanya'daki en büyük parti haline geldi ve bu, Marx'ın etkisini daha da ileriye taşıdı. Kautsky'nin yönetiminde Artı Değer Teorileri yayınlandı. Çok dar bir çevre içinde de olsa etkili olduğu diğer ülkeler sadece Rusya ve Avusturya-Macaristan'dı.

20. yüzyılın ilk on yılı, Marksist düşüncenin artan etkisine şahit oldu; öyle ki Leszek Kolakowski, abidevi nitelikteki Marksizmin Ana Akımları’nda bu dönemi haklı olarak "altın çağ" olarak adlandırıyor. Gerçekten de Marksist çizgide yazan insanların kalibresi açısından Marksist düşüncenin altın çağıydı, ancak küresel etki açısından öyle değil. Çünkü Marx'ın düşüncesi, anlgosakson dünyasında asla atılım yapamadı (Das Kapital'in ilk İngilizce çevirisi - hâlâ tuhaf bir şekilde Almanca adıyla anılıyor - 1887'de, yani orijinal basımından yirmi yıl sonra oldu). Ve Fransa dahil Güney Avrupa'da anarşistlerin ve "küçük burjuva sosyalistlerin" gölgesinde kaldı.

Büyük Savaş olmasaydı her şey burada böylece bitecekti. Almanya'daki sosyal demokratlar reformizme ve "revizyonizme" doğru ilerledikçe Marx'ın etkisi giderek azalırdı diye düşünüyorum. Resmi muhtemelen Alman sosyal demokrasisinin tarihsel “maîtres à penser”ları arasında sergilenecekti ama ne politikada ne de (muhtemelen) sosyal bilimlerde etkisinin çoğu kalmayacaktı.

Ama sonra Ekim Devrimi geldi (ikinci olay). Bu, sahneyi tamamen değiştirdi. Tek bir büyük ülkede ve dünya tarihinde önemli bir değişimden ideolojik olarak tek başına sorumlu olmak gibi sosyal bilimciler arasında kimseye nasip olmamış bir ihtişama mazhar olduğu için değil sadece; sosyalizm, dünya çapındaki çekiciliği nedeniyle, Marx'ın düşüncesine ve şöhretine sıçrama yaşattığı için de. İster iyi, ister kötü olsun, entelektüeller, politik eylemciler, öncü işçiler ve sıradan işçiler arasında olsun, Avrupa'nın çoğunda onun fikirleri kaçınılmaz şekilde yaygın hale geldi. Yazılarını incelemek için sendikacılar tarafından akşam okulları düzenlendi; siyasi liderler, komünist partilerin bilhassa dogmatikleşmesi nedeniyle, hamlelerini Marx'ın şimdiye kadar az bilinen tarihsel yazılarına göndermelerle planladılar ve açıkladılar.

Sonra Komintern, Avrupa merkezciliğini terk etmeye ve Üçüncü Dünya'da antiemperyalist mücadelelere girmeye başladığında, Marx'ın etkisi kimsenin tahmin edemeyeceği alanlara yayıldı. Asya, Afrika ve Latin Amerika'daki yeni toplumsal devrim ve ulusal kurtuluş hareketlerinin ideoloğu oldu. Siyasi liderler onun öngörülerine ister sadık kalsınlar ister onları terk etsinler (Mao'nun devrimci sınıf rolüne işçilerden çok köylülüğü koyarak yaptığı gibi), Marx onları etkiledi - ve politikalarını açıklamak için ona atıfta bulundular. Rusya'da Troçki ve Stalin, İspanya'da solcu cumhuriyetçiler, Fransa'da Halk Cephesi, Çin'de Mao, Vietnam'da Ho Shi Minh, Yugoslavya'da Tito, Küba'da Castro, Angola'da Agostino Neto, Gana'da Nkrumah, Güney Afrika’da Mandela sayesinde Marx küresel bir "etkileyici" oldu. Bir sosyal bilimcinin hiç bu kadar küresel bir etki alanı olmamıştı. Kim 19. yüzyıldan kalma sakallı iki Alman'ın özel günlerde Pekin'deki Cennetsel Barış Kapısı'nı süsleyeceğini düşünebilirdi?

Ve etkisi sadece küresel olmakla kalmıyor, aynı zamanda sınıfsal ve mesleki çizgileri de aşıyordu. Devrimci liderlerden, politikacılardan ve sendikacılardan daha önce bahsetmiştim. Ancak etkisi akademiye, yüksek öğretime yayıldı; hem kendisine muhalefet edenleri hem de onu yüceltenleri güçlü bir şekilde etkiledi. Bu etki, lise öğrencilerine öğretilen temel Marksizm’den sofistike felsefi incelemelere veya iktisatta "analitik Marksizm"e kadar vardı. Marx'ın 1844-46 arası el yazmalarının yayınlanması bize bilinmeyen genç Marx'ı tanıştırdı ve bu da tartışmayı daha da yüksek bir düzeye taşıdı: Artık genç ve klasik Marx arasında felsefi bir savaş vardı.

Ekim Devrimi ve avrupamerkezcilikten Üçüncü Dünya'ya kesin bir dönüş olmasaydı bunların hiçbiri olmazdı. Marx'ı Alman ve Avrupalı bir düşünürden küresel bir figüre dönüştüren ikincisidir.

Komünizmin suçları daha iyi bilinir hale geldikçe ve giderek artan bir şekilde Marx'a sorumluluk bindirildikçe ve dört bir yanda komünist rejimler bitiverip bunların kederli ve zayıf eğitimli ideologları öngörülebilir ifadeler ürettikçe Marx'ın fikirleri bir tıkanma yaşadı. Komünist rejimlerin düşüşü, onu en düşük noktasına getirdi.

Ama sonra - üçüncü olay - Marx'ın Das Kapital’de çok güzel bir şekilde tanımladığı tüm özellikleri sergileyen küreselleşmiş kapitalizm ve küresel mali kriz, onun fikirlerini yeniden anlamlı hale getirdi. Artık küresel filozoflar Pantheon'una sağlam şekilde yerleşmiş durumda, yazdığı her kelime yayınlandı, kitapları dünyanın tüm dillerinde yayınlandı ve statüsü hala zamanın belirsizliklerine tabi olsa da güvende - en azından şu anlamda: Asla nisyan ve anlaşılmazlığa düşemez.

Aslında Marx’ın etkisi kapitalizmle ayrılmaz bir şekilde bağlantılıdır. Kapitalizm var olduğu sürece Marx, onun en zeki analisti olarak okunmaya devam edecektir. Kapitalizm ortadan kalkarsa, onun en iyi eleştirmeni olarak okunacaktır. Dolayısıyla 200 yıl sonra kapitalizmin bizimle olacağına inansak da inanmasak da, Marx'ın olacağından emin olabiliriz. 
Onun yeri şimdi Platon ve Aristoteles ile birdir ancak üç olumlu ve beklenmedik dönüş olmasaydı, uzun zaman önce Londra'da ölen ve cenazesine sekiz kişinin katıldığı bir garip Alman göçmeni olarak adını bile duymamış olabilirdik.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.