Sivas -Vartinis -19 Aralık: Diri diri yakılanlar
Dosya Haberleri —

19 Aralık Katliamı
"Hayata Dönüş" adı altında 19 Aralık 2000 tarihinde cezaevlerinde yapılan katliamda kolunu kaybeden Sosyolog Veli Saçılık, gazetemize tanıklığını yazdı. Aynı zamanda geçtiğimiz günlerde zaman aşımı bahanesiyle kapatılan Vartinis Katliamı'nı ve Madımak Katliamı'nı hatırlattı.
- Dört duvar arasında insanların diri diri yakılması keşke görülmedik, duyulmadık münferit bir olay olsaydı. İnsanlığa karşı işlenen bütün suçlar Naziler tarafından gaz odalarında öldürülüp, krematoryumlarda yakılan kurbanların anılması gibi acı ve utançla anılsaydı. “Bizi diri diri yaktılar” sesi kulaklarda çınladığında tarihten birçok örnek gelebilir akla... Sivas-Vartinis-19 Aralık 2000 cezaevi katliamı.
- Diyarbakır’dan Mamak’a ve bugüne varan cezaevleri zulmü 19-22 Aralık 2000 katliamıyla daha teknik, daha sistematik ölüm çarkına dönüştürüldü. F Tipi cezaevleri sadece bir cezaevi modeli olmaktan çıkarılıp, bütün topluma uygulanan esir kampı modeli olarak tasarlandı. Zamana yayılmış bir sessiz ölüm çarkının en “modern” yöntem olduğunu düşündüler!
- “Beş yıldızlı otel” olarak F tiplerini lanse eden generaller Ergenekon operasyonu döneminde tutuklanarak F tiplerine konuldular. Beş yıldızlı tecride dayanamayan paşaların tamamı hastalanarak GATA’ya sevk edildiler. Tecrit kime uygulanırsa uygulansın ağır bir işkencedir. Halen F tiplerinde ve İmralı’da tecrit, izolasyon işkencesi sürüyor. Tabii bu uygulamalara karşı tutukluların direnişi de.
VELİ SAÇILIK
Dört duvar arasında insanların diri diri yakılması keşke görülmedik, duyulmadık münferit bir olay olsaydı. İnsanlığa karşı işlenen bütün suçlar Naziler tarafından gaz odalarında öldürülüp, krematoryumlarda yakılan kurbanların anılması gibi acı ve utançla anılsaydı. “Bizi diri diri yaktılar” sesi kulaklarda çınladığında tarihten birçok örnek gelebilir akla, Dersim’e, Maraş’a ve daha eskilere varmadan yakın tarihten üç katliam geliyor benim aklıma Sivas - Vartinis - 19 Aralık 2000 cezaevi katliamı.
Ateş ve Duman 2 Temmuz ‘93
2 Temmuz 1993 günü Sivas Madımak oteli önünde toplanan faşist-yobaz grubun “yak yak” sesleri hala kulaklarımızda. Faşist güruh sokaklara salındığında her zamanki gibi “biçare devlet” ve her zamanki gibi zaman aşımına oynayan “adalet”... Alevi oldukları için, aydın ve muhalif oldukları için diri diri yakılan otuz üç insanı kendi ölümünden sorumlu tutan devletlûlar ve devletlû medya… Hasbelkader ceza almış katillerin birer ikişer cezaevinden salınması… Osmanlı devletinin gerçekleştirdiği sistematik Alevi kırımıyla direkt illiyet bağı taşıyor Sivas katliamı. Irkçı-yobaz güruhun Madımak Oteli önüne gelmeden önce Pir Sultan Abdal heykelini kırıp, sokaklarda sürümesi tarihsel bir kin taşıdıklarını gösteriyordu. İşaret parmağını kaldıran selefiler ile kurt işareti yapan faşistlerin Madımak oteli önünde yan yana, omuz omuza oluşu Türkiye egemen siyasetinin değişmeyen bir tablosuydu adeta.
Sivas Katliamı sanıklarının mahkeme salonundaki saldırgan tavırları, “tutuklu olabiliriz ama fikrimiz iktidarda” mesajı altı boş bir mesaj değildi. Aynı tavrı yıllar sonra 10 Ekim Katliamı'nı yapan DAİŞ üyelerinde ve Deniz Poyraz’ı katleden faşist katil Onur Gencer’de gördük. Sivas Katliamı'nın ardından S. Demirel’in "Olay münferittir. Ağır tahrik var. Bu tahrik sonucu halk galeyana gelmiş” demesi, T. Çiller’in "Çok şükür, otel dışındaki halkımız bir zarar görmemiştir" sözü, katillerin fikri ve fiziki iktidarını doğrular nitelikteydi. Köy yakmalarla başlayan dönem, bir otel içine sıkıştırılmış insanların diri diri yakılmasıyla devam ediyordu.
Ateşe atılan çocuklar
Vartinis‘te 3 Ekim 1993 gecesi saat 03.30’da bir ev üniformalı katiller tarafından yakıldı. Evin içinde on kişilik Öğüt Ailesi varken gerçekleşti bu katliam. O evin içerisinde baba M. Nasır Öğüt, anne Eşref Oran, çocukları Sevim (13 yaş), Sevda (12 yaş), Aycan (5 yaş), Mehmet Şakir (11 yaş), Mehmet Şirin (8 yaş), Cihan ve Cinal (3 yaş) ile anne Eşref Oran’ın karnındaki bebek yakılarak katledildiler.
“Anne karnında yakılarak katledilen bebek” sözcüğü dehşete düşürmesi gerekirdi bütün toplumu ama Batı’daki sağır kulaklar duymadı, duymazdan geldiler. “Çıkan çatışmada dokuz terörist etkisiz hale getirildi” haberini duymaktan mutlu oldular. Gerçekler mahkemenin tozlu dosyalarında yetim bırakıldı. Katliam emrini veren Yüzbaşı Bülent Karaoğlu’nun, kapı ve pencereleri kapattırarak evi içindekilerle birlikte ateşe verdirdiği, yangına müdahale etmek isteyen komşuları dipçiklerle dövdürttüğü gerçeği mahkeme zabıtlarında bırakıldı. Katliam tanığı Remzi Öğüt’ün "yakılan evin penceresinin demir parmaklıkları üzerinde iki çocuğun kömürleşmiş cesedini gördük" sözleri, faşist katillerin ne kadar gaddar olduğunu göstergesiydi. Bebek ve çocuk katili olmalarına rağmen 30 yıl korunup-kollanmaları suçlarının “bireysel” olmadığını kanıtlıyor.
Bizi diri diri yaktılar
“Biz altı kadındık, bizi diri diri yaktılar!” 19-22 Aralık 2000 cezaevleri katliamını özetleyen bu ses Birsen Kars’a ait. İstanbul Sağmalcılar Cezaevi'nde bir oda içinde bulunan altı devrimci kadının üzerlerine kimyasal madde dökerek yaktıklarını Birsen Kars’ın tanıklığından öğrendik. “Ateş yoktu ama vücutlarımız yanıyordu” sözü, cezaevlerinde gerçekleştirilen katliamın sadece öldürme eyleminden ibaret olmadığının, aynı zamanda insanlığa karşı suç boyutuna geldiğini gösteriyordu. Birsen Kars’ın olaydan kısa bir süre sonra kanser hastalığına yakalanarak hayatını kaybetmesi vücudundaki yanıklarla birlikte değerlendirildiğinde kimyasal madde saldırısına maruz kaldığını kanıtlar nitelikte zaten.
Diyarbakır’dan Mamak’a ve bugüne varan cezaevleri zulmü 19-22 Aralık 2000 katliamıyla daha teknik, daha sistematik ölüm çarkına dönüştürüldü. F Tipi cezaevleri sadece bir cezaevi modeli olmaktan çıkarılıp, bütün topluma uygulanan esir kampı modeli olarak tasarlandı. İnsanların kafalarına vura vura öldürüldüğü “nahoş” görüntülerden “yetkililer” de rahatsızlık duyuyorlardı. Bu nedenle zamana yayılmış bir sessiz ölüm çarkının en “modern” yöntem olduğunu düşündüler! Avrupa devletlerinin de bu yöntemi uyguladıklarını biliyorlardı. Onlarca tutuklu öldürüldüğünde ortaya çıkan büyük tepkinin aksine binlerce insan zamana yayılarak öldürülmesi, hayatta kalanların mutlak izolasyonu Hücre Tipi Cezaevi / Hücre Tipi Yaşam projesinin temel amacıydı. İnşa edilen sessiz ölüm çarkı sonucunda cezaevlerinden tabutlar çıkmaya devam ediyor.
19 Aralık’a giden yol
Başlattıkları bütün savaşlara “barış” adını vermek, elleri kolları bağlı insanları diri diri yakmanın adına “Hayata Dönüş” demek, işkence yapanı terfi ettirmek, “işkence var” diyeni cezalandırmak egemenlerin genetiğine işlemişçesine kuşaktan kuşağa aktarılıyor. Zalimin adı kimi zaman diktatör K. Evren, kimi zaman da “Halkçı Ecevit” oluyor. Sistemin sağı-solu, söz konusu devrimciler, Kürtler, Aleviler olunca sağ-sol maskesini çıkarıp, cellat elbisesini hemen kuşanıveriyorlar.
1999 yılı dünyada ve Türkiye’de kapitalizmin yeniden yapılandırılması için dönüm noktası oldu. Neoliberal dönüşüm için ulusal kurtuluş mücadelelerinin geriletilmesi, sosyalistlerin etkili devrimci muhalefet odağı olmaktan çıkarılması hedeflendi. Özellikle o dönem OHAL Bölgesi olan cezaevlerinde yeni genelgelerle birlikte, aile ve avukat görüşünde kısıtlamalar, sayım ve aramalarda saldırılar gerçekleşti. Cezaevlerine yönelik baskıların gün geçtikçe artması hücre uygulamasının sinyallerini verirken, siyasi tutuklular sık sık yaptıkları açıklamalarla tüm toplumu uyardılar.
F Tipi hücreler...
DSP-MHP-ANAP hükümeti, IMF politikalarını tek tek yaşama geçirmeye çalışıyor ve bu politikaların uygulanması için de fütursuzca işçilere, emekçilere yeni zam ve ekonomik paketlerle saldırıyordu. IMF politikalarını tam anlamıyla uygulayabilmek için öncelikle -ki bunu dönemin Başbakanı Ecevit de belirtmişti- toplumsal muhalefeti susturmak, suskunluğunun derinliğine gömerek “sessiz” sakin işlerini halletmek istiyorlardı. Yoksulluk ve açlık sınırıyla beyinleri esir alınan işçi ve emekçileri, sırtlarına her gün vurulan yeni bir yükle çökertmeye çalışan egemenler, işçi ve emekçilerin öncü kesimlerini yok etmeye yönelik kanlı planlarını hazırladılar. F Tipi hücreler bu sistemin kendini var etmesi, “tehlikeyi” ortadan kaldırması ve çıkacak en cılız sesi bile susturması için “gerekliydi.” Bu gereklilik, yeni genelgelerle meşruluğu sağlanmaya çalıştı.
Dönüm noktası!
26 Eylül 1999 tahinde Ankara Ulucanlar Cezaevi’nde gerçekleştirilen katliamla ilgili Meclis İnsan Hakları Komisyonu tarafından hazırlanan rapor yayımlandı. Komisyon Başkanı Sema Pişkinsüt düzenlediği basın toplantısında, “Cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlülerin can güvenliği devlete, dolayısıyla da güvenlik güçlerine emanet edilmiştir. Yani bir operasyonda ölen insanların can güvenliğinden devlet sorumludur” dedi. 26 Eylül gerçekleştirilen Ulucanlar katliamı, F tiplerine giden yolda önemli bir dönüm noktası oldu. TBMM komisyon raporunda yer alan bilgiler bunun somut belgelerinden biridir. Raporda “Komisyonumuzun ziyaret ederek görüşme yaptığı cezaevi yöneticileri ve dış güvenlikten sorumlu jandarma yetkililerinin bir kısmı açıkça, bir kısmı da zımnen bazı çevreler (Meclis, sivil toplum örgütleri ve Avrupa) ‘insan hakları hassasiyeti ve baskıları olmazsa biz otoriteyi sağlarız’ diyorlar. Bir güvenlik görevlisi, ‘hesap sorulacağından korkmasak biz bu işi bir günde bitiririz’ ifadesini kullanmıştır” deniliyordu.
Köpeğin ağzındaki kol
5 Temmuz 2000 tarihinde benim de içinde tutuklu bulunduğum Burdur Cezaevi’ne on bir tutuklunun mahkemede ifade vermediği bahanesiyle kanlı bir operasyon düzenlendi. Silahlar, gaz bombaları, iş makinaları kullanıldı. Koğuşa sokulan dozerle benim kolum koparıldı. Atılan gaz bombasıyla Sadık Türk’ün kafatası ağır yara aldı. Operasyon sonunda onlarca tutuklu ağır yaralandı. Cezaevinde koparılan kolumun görevliler tarafından sokağa atılması ve saldırıdan bir süre sonra koparılan kolumun sokak köpeğinin ağzında bulunması kamuoyunda geniş tepki oluşturdu.
Çeteler harekete geçti
19 Aralık’a giden yolda bir merkezden yönlendirilen mafya mensupları “cezaevleri kanayan yara” demagojisi eşliğinde “isyan” ardına isyan çıkardı. “Yara” ne zaman kabuk bağlamaya başladıysa, mafya çeteleri kaşıyarak kanattılar. Bunun bir örneği ölüm oruçları 50’li günlerdeyken Uşak Cezaevi’nde yaşandı. Basında Karagümrük Çetesi olarak bilinen çetenin elebaşları Nuri ve Vedat Ergin kardeşler, kendilerine Alaattin Çakıcı’nın adamlarının suikast yapacağı iddiasıyla 200 kadar adamıyla Uşak E Tipi Cezaevi’nde (31 Ekim 2000) isyan başlattı. Cezaevi 1. müdürü ve 2. müdürlerini, on altı gardiyan ve sekiz hizmetliyi rehin aldıktan sonra, Alaattin Çakıcı’nın adamı oldukları öne sürülen beş tutukluyu silahla öldürüp pencereden aşağıya attılar.
Ölüm oruçları
2000 yılında F tipi cezaevi inşaatları büyük oranda bitirildi. Adalet Bakanı H. Sami Türk, F tiplerini basın ve televizyon temsilcilerine gezdirerek en yakın zamanda açılacağını ilan etti. Tutuklular ve tutuklu yakınları çeşitli eylemlerle F tipi cezaevlerinin açılmadan kapatılmasını talep ediyorlardı. O günlerde, üç ayrı siyasi örgüt davasından tutuklu bulunan 816 tutuklu ve hükümlü F tipi cezaevlerinin kapatılması talebiyle 20 Ekim 2000 tarihinde açlık grevine başladı. Açlık grevleri 30. gününden itibaren ölüm orucuna dönüştürüldü. Dışarıda açlık grevi yapan tutuklu yakınlarından bazıları da eylemlerini ölüm orucuna dönüştürdüler.
Dışarıda ve içeride F tipi karşıtı eylemler giderek yayılıyor, ölüm oruçları da 60. gününü dolduruyordu. Hükümet yetkilileri “teröristlerle anlaşma yapmayacaklarını, ölüm oruçlarına müdahale edilebileceğini” açıkladılar. Genelkurmay Başkanlığında görüşmelerde bulunan Başbakan Bülent Ecevit, “teröristlerle pazarlık yapmayız” diyordu. Ölüm orucunun 61. günü sabaha karşı 04.30 sıralarında yirmi cezaevinde aynı anda operasyon başlatıldı. Saldırı düzenlenen cezaevlerinin her biri kullanılan gaz bombalarının çeşitliliğiyle birer gaz odası ve yanık ceset kokularıyla krematoryuma dönüştürüldü. Otuza yakın ölüm haberinin geldiği ve vücudu tamamen yanmış olan Birsen Kars adlı tutuklunun ambulanstan indirilirken “Bizi diri diri yaktılar” dediği dakikalarda Hikmet Sami Türk, “Ölüm oruçlarında insanların göz göre göre ölmesine seyirci kalamazdık” diyordu.
‘Planlı’ katliam
Operasyon sabahı çıkan sermaye gazeteleri sevinç naraları atarak “Devlet girdi - Sahte oruç kanlı iftar” manşetleriyle operasyonu kutladılar. Operasyonun sürdüğü sıralarda İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, “Biz bu operasyona bir yıldır hazırlanıyorduk. Jandarma, özel tim ekipleri operasyon yapılacak cezaevlerinin maketleri üzerinde uygulamalı eğitim alıyordu” açıklamasını yaparak olayın arkasındaki gerçeği tüm açıklığıyla dışa vurdu. Tantan’ın “uygulamalı eğitim” olarak adlandırdığı şey aslında Ulucanlar, Burdur ve Bergama cezaevleri operasyonlarıydı. Yani gerçek, ölüm oruçlarına müdahale değil, bir yılı aşkındır hazırlanan planı fırsatını bulmuşken uygulamaktı. F tipleriyle ilgili en başından beri demokratik bir tavır takınan ve uzlaştırma görüşmelerinde yer alan Saadet Partili Mehmet Bekaroğlu, “Bakan Türk hem arabuluculuk yapan bizleri hem de halkı kandırdı” diyerek görüşmelerin oyalama taktiğinden ibaret olduğunu söylüyordu.
19 Aralık gecesi cezaevlerinde başlatılan ve dört gün süren operasyon sonucunda 29 tutuklu yaşamını yitirdi, yüzlercesi de ağır yaralandı. Tutsakların öldürdüğü iddia edilen iki jandarma erinin G-3 tüfeği kurşunlarıyla arkadan vuruldukları Adli Tıp raporlarıyla saptandı. Operasyondan bir buçuk ay sonra açıklanan Adli Tıp raporlarını birçok gazete “Hayata Dönüş Katliamı” başlığıyla verdi. Operasyon sonrasında açılan F tiplerinde de ölüm oruçları kitleselleşerek sürdü. İçeride ve dışarıda ölüm orucu yapan 122 kişi hayatını kaybetti, yüzlercesi de sürekli ya da geçici sakatlıklar yaşadı.
“Beş yıldızlı otel” olarak F tiplerini lanse eden generaller Ergenekon operasyonu döneminde tutuklanarak F tiplerine konuldular. Beş yıldızlı tecride dayanamayan paşaların tamamı hastalanarak GATA’ya sevk edildiler. 15 Temmuz Darbe Girişimi tutuklamaları sonrası birçok tutuklu askerin “intihar” ettiği söylendi. Tecridi uygulamaya geçirenlerin tecridi ağır biçimde yaşamış olması trajiktir. Tecrit kime uygulanırsa uygulansın ağır bir işkencedir. Halen F tiplerinde ve İmralı’da tecrit, izolasyon işkencesi sürüyor. Tabii bu uygulamalara karşı tutukluların direnişi de.









