Tecridin doğrudan sorumlusu AB

Forum Haberleri —

.

.

  • Sayın Öcalan’ın dış dünyayla her türlü iletişimini engelleyen, dolayısıyla da O’nu tüm siyasal denklemlerin dışına çıkarmayı amaçlayan mutlak tecrit sisteminin asıl sorumlusu, 9 Ekim-15 Şubat arası dönemde başka aktörlerle birlikte de olsa son derecede önemli bir rol oynayan AB sisteminin bizzat ve doğrudan doğruya kendisidir. 

Doğan ERBAŞ

Xwebun, kendi olmak, çokluklar içinde kendi öz benliğini oluşturan farklılığını, özgünlüğünü korumak bir bakıma bireylerin toplumların ve halkların evrensel varoluş biçimi ve gerekçesidir. Bu genel doğruyu halkların toplumsal ve politik mücadelesine uyarlamak istediğimizde ise, karşımıza özgür karakterli, bağımsız karar karar alabilen ve politika oluşturabilen inisiyatifli bir hareket ve onun Önderliği gerçeği çıkar. İşte, konuya giriş anlamında bir cümleyle özetlemek gerekirse; bir yıldönümüne daha tanıklık ettiğimiz uluslararası komplonun -aslında devletler arası demek daha doğru olabilir- asıl nedeni ve hedefi; Ortadoğu üzerinde hala da devam ettiği bilinen geleneksel hegemonik güç olma hesapları içerisinde ve Kürt halkının yine çok iyi bilinen tarihsel ve toplumsal özellikleri nedeniyle oldukça zorlu bir seyir izleyen kendi olma, özgür olma tarihine ve toplumsal varlığına sahip çıkarak yaşama  mücadelesini ve bunun iradesinin cisimleştiği Sayın Öcalan’ı güncel siyasal denklemlerin dışına çıkarmak olmuştur.    
Bilindiği üzere, Sayın Öcalan’ın yaklaşık olarak 20 yıldır bulunduğu Suriye’den 9 Ekim 1998’de çıkmaya zorlanması ve en son kaldığı Kenya’dan tamamen hukuk dışı korsanvari bir şekilde kaçırılarak 15 Şubat 1999’da Türkiye’ye teslim edilmesiyle bir aşaması tamamlanmış olan 9 Ekim-15 Şubat devletler arası komplosuyla ilgili başta her yıldönümünde olmak üzere bugüne kadar pek çok kez yazılar yazıldı, inceleme, araştırma ve analizler yapıldı, yapılmaya da devam ediyor.  Esasen hegemonik iktidar sanatının bir aracı olarak komplo başka biçim ve yöntemlerle sürdürüldüğü müddetçe bütün bu çalışmalar da doğal olarak devam edecektir. Biz de konuyu bu makaleyle kimi güncel hukuki ve siyasi boyutlarıyla kısaca da olsa ele almaya çalışacağız. 
 Bu bağlamda asla unutmamamız ve tekrar tekrar hemen hatırlamamız gerekir ki 9 Ekim-15 Şubat tarihleri arasında yaşanan süreç, Sayın Öcalan şahsında Kürt halkının özgürlük mücadelesine karşı 20. yüzyılın bu en karmaşık uluslararası güç dengeleri içerisinde gerçekleştirilen devletler arası komplonun sadece bir aşamasını oluşturmuştur. 

Türkiye nasıl bu kadar keyfi ve hukuk dışı!
Zira bugünlerde 24. yılına doğru giden ve artık tam bir işkence haline gelmiş bulunan İmralı tecrit sisteminin kendisi, devletler arası komplonun başka araç ve yöntemlerle devam ettirilmesinden başka bir anlam taşımamaktadır. Çünkü bilinmektedir ki bugün İmralı’da uygulanan ve Sayın Öcalan’ın dış dünyayla her türlü iletişimini engelleyen, dolayısıyla da O’nu tüm siyasal denklemlerin dışına çıkarmayı amaçlayan mutlak tecrit sisteminin -ki girişte belirtmeye çalıştığımız gibi komplonun da asıl amacı buydu- asıl sorumlusu 9 Ekim-15 Şubat arası dönemde başka aktörlerle birlikte de olsa son derecede önemli bir rol oynayan AB sisteminin bizzat ve doğrudan doğruya kendisidir. 
En başta Türkiye’nin imzalayarak yetkisini tanıdığı ve esas olarak Avrupa Kıta Hukukunun ana sözleşmesi olan AİHS’in uygulanmasıyla görevli ve yetkili olan AİHM’nin verdiği   kararlar ile Avrupa İşkenceyi İzleme ve Önleme Komitesi CPT’nin defalarca ziyaret ettiği İmralı Ada Cezaevindeki koşulları yerinde görerek düzenlediği raporların sonuçlarına bakıldığında rahatlıkla görüleceği üzere, Türkiye’nin yıllar içinde değişmeyen bu kadar keyfi ve  hukuk tanımayan tutumunu sürdürmesinde adı geçen kurumların bu konudaki denetim görevlerini yapmamalarının büyük bir payı vardır. 

Birincisi; AİHM kararı
Son dönemlerde yaşanan iki ayrı gelişmeye bakıldığında ne demek istediğimiz daha iyi görülmüş olacaktır. Birincisi Sayın Öcalan’ın avukatlarının AİHM’ne yaptığı bir başvuru sonucunda 2014’te kısaca, infaz süresini belirli bir zamanla sınırlayan, dolayısıyla özgürlüğüne kavuşmasını umut etme hakkının olması gerektiğini belirten bir karar verildi. Ancak aradan yıllar geçmiş olmasına karşın Türkiye’nin iç mevzuatında bu karar doğrultusunda herhangi bir düzenleme yapmamasına rağmen ilgili AB kurumları bu duruma sessiz kalarak Türkiye’nin tutumunu bir nevi onaylamış olmuştur. 

İkincisi; CPT raporu 
İkincisi ise CPT’nin en son 2109 Ağustos ayında açıkladığı raporda -ki benzerlerine göre İmralı mutlak tecrit sistemini tümüyle olmasa bile gerçeğe en yakın tespit eden rapordur- yer verdiği ve yine kısaca uygulanan sistemin hukuk dışı olduğu ve Sayın Öcalan’ın aile ve avukatlarıyla derhal görüştürülmesi gerektiğini belirten tespit ve görüşleri karşısında Türkiye’nin bu konuda da hiçbir adım atmamasına rağmen, ilgili kurumların hiçbir şekilde harekete geçmeden mutlak tecrit sisteminin mevcut hali ve ağırlığıyla devam etmesine onay vermiş olmalarıdır.     

İlk düğme yanlış iliklendi 
AİHM’nin uygulamakla yükümlü olduğu AİHS’ni dikkate almayan, bizzat kendi ilkelerine temelden aykırı bu tutumu; esasen sürecin başlangıcında Sayın Öcalan’ın Kenya’dan Türkiye’ye kaçırılarak getirilmesinin tam bir korsanlık sonucu tamamen hukuk dışı olduğu gerçeğini göz önüne almadan, bu konuda avukatlarının yaptığı itirazları reddetmesiyle başlamış ve ilerleyen süreçlerde İmralı’da yargılama adı altında oynanan kirli kurgu ve oyunları da izlemekle yetinmiştir. İlk düğmenin yanlış iliklenmesi misali, sürecin başından itibaren bu şekilde kendi hukukuna uymadan AB-Türkiye ilişkilerinin ekonomik-askeri çıkarlarını önceleyerek yol alan AİHM ve ilgili AB kurumlarının tümünün bu hukuk dışı çizgisi sonraki yıllarda da devam etmiştir. Yukarıda örnek olarak verdiğimiz iki güncel uygulamadan da anlaşılacağı üzere, bu ilkesiz ve pragmatik politikasını bugün de sürdürmektedir. 

Komplonun bugüne yansıyan sonuçları
Tarihsellik güncellik ilişkisi açısından baktığımızda, yeni bir yıldönümü vesilesiyle de olsa bazı temel vurguları hatırlayarak, devletler arası komplonun nedenlerini ve bugüne yansıyan sonuçlarını özetleyerek yazımızı tamamlayabiliriz:
a) Komplo, esasen TC’nin kuruluş sürecinde Kürdistan’ın bölünmesiyle bir parçasına -Güney- dokunmayarak, diğerlerini bölgenin statükocu devletlerinin işgaline bırakan ve böl-yönet politikasıyla halklar arası sürekli bir çatışmaya ve çözümsüzlüğe dayalı olarak oluşturulan bir çemberin, hegemonik düzenin, halkların barış içinde ortak demokratik yaşamını esas alan ve Sayın Öcalan şahsında giderek bu dengeyi bozacak bir güce erişen Kürt Özgürlük Hareketi’nin tasfiyesini amaçlamıştı.  
b) ABD/İngiltere gibi hegemonik güçlerin öncülüğünde tasarlanan NATO Gladyo’su ve Türk ordusu içerisindeki uzantıları eliyle yürütülen komploda Sayın Öcalan’ın Ortadoğu’dan çıkarılmasıyla bu kapsamlı planın en önemli adımı atılmış oluyordu. Sayın Öcalan’ın deyimiyle asıl yapılmak istenen "başı keserek gövdeyi ölüme bırakmak"tı. "Ölecek gövdenin" yerine ikame edilecek kimi işbirlikçi güçler ise ellerini ovuşturarak bu kirli planın  sonuçlanmasını bekleyeceklerdi. 
c) Komplonun 9 Ekim-15 Şubat arasındaki ilk ayağında fiziken ortadan kaldırma planının gerçekleşememesi üzerine bu defa ikinci adım devreye konulacaktı. Bu amaçla kurgusu ve tasarımını komplocu devletlerin Türkiye ile birlikte yaptıkları İmralı tecrit sistemiyle, farklı bir yöntemle aynı sonuca gidilmek istenecekti. O ana kadar başarılamayan fiziksel imha yerine Sayın Öcalan’ı zamana yayılmış mutlak tecrit koşullarında taşıdığı tarihsel-güncel misyonundan soyutlayarak değersizleştirmek ve anlam olarak bitirmekti.    

Özgürlüğü sağlandığında başarılacaktır
Sonuç olarak; Ortadoğu ve Kürt halkı üzerindeki hegemonik güç savaşları devam ederken bütün risklerine ve işgal tehditleriyle onu boğmak isteyen bütün kirli planlara karşın, insanlığa özgürlük ve demokrasi mücadelesinde umut ışığı olmaya devam eden Rojava devriminin de güçlü katkısıyla, bir bütün olarak her alanda devam eden özgürlük mücadelesinin varlığıyla, komplo önemli oranda boşa çıkarılmıştır. 
Ancak asla unutulmamalıdır ki, Sayın Öcalan’ın işkenceye dönüşen mutlak tecrit koşulları altında devam eden esareti sona erdirilip özgürlüğü sağlanmadıkça, komplonun tümüyle boşa çıkarılmış olması mümkün olmayacaktır. İmralı’da  özgürlük için devam eden direnişe sahip çıkmak bu açıdan en önemli görev olmaktadır. Yine buna bağlı olarak, halkların tarihsel toplumsal gerçekliğine uygun, ilkeli, onurlu bir barış ve demokratik çözüm yolu bulunmadıkça komplocu güçlerle mücadelede başarılı olunamayacaktı.

 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.