‘Türkiye toplumu 90’larda devlete yedeklendi'

Dosya Haberleri —

AYHAN ISIK

AYHAN ISIK

  • “90’lardaki toplum, 1970’lerdeki “duyarlı” diyebileceğimiz toplum gibi değil. 90’larda toplum, devletin yedeğine alındı. Toplum, eğlence sektörüyle, ekonomik olarak zengin olma hayalleriyle, çatışmalardan uzak tutmak için üretilen yalan haberlerle gerçeklikten koparılarak adeta “siyasetsizleştirildi”. Hakkını arayan toplum ortadan kaldırıldı.”

BARIŞ BALSEÇER

Hollanda’nın Utrecht Üniversitesi’nde araştırma görevlisi olarak çalışan Dr. Ayhan Işık, doktora tezini “Kuzey Kürdistan’da Paramiliter Gruplar” başlığıyla yazdı.

Işık ile paramilitarizmin Kuzey Kürdistan’daki örgütsel ve toplumsal yansımalarını konuştuk.

Kürt Özgürlük Hareketi’nin ortaya çıkışı ile birlikte Türk devleti, mevcut paramiliter gruplarda ne gibi değişikliğe gitti?

1984’te silahlı mücadele ve peşi sıra çatışmalar başladığında Soğuk Savaş dönemi devam ediyordu ve hala kapitalist devletler için “komünist tehdit” söz konusuydu. Türkiye de komünizm karşıtı cephede yer alıyordu. Türkiye’nin ordusu Sovyet işgaline göre konumlandırılmış “konvansiyonel” dediğimiz hantal yapıya sahip bir NATO ordusuydu. Muhtemelen PKK’yi de Şêx Said veya Ağrı İsyanı gibi kısa sürede bitireceklerini düşündüler.

Türkiye’deki yönetici elit, ordunun yapısında çok fazla değişiklik yapmadan çeşitli paramiliter gruplar kurarak PKK ve destekçileri ile savaşı sürdürebileceğini hesapladı. Ordunun yapısını çok değiştirmeden bir ara çözüme gittiler. İlk anda, yani 1985 yılında koruculuk sistemi kuruldu. Normalde köy koruculuğu, PKK ile savaşmak için kurulmamıştı; araziyi ve kırsal alanı çok iyi bilmelerinden dolayı ağırlıklı olarak istihbari amaçlarla kuruldu.

Eski istibaratçı Ayhan Çarkın, 1986 ile ilgili bir verdiği bir ifadede -Hasan Kundakçı da anılarını yazdığı kitabında bu bilgilere yer vermiştir- 1985 sonu 1986 başlarında birkaç yüz kişiden oluşan Özel Tim’in oluşturulduğunu ve Kürdistan’a gönderildiğini söyler.

Bu Özel Tim ekibi buralarda kontrolü sağlamanın yanında çatışmalara giden bir ekiptir. Tezimde de iddia ettim: Devlet bu grupları ağırlıklı olarak istihbarat ve sivillerle PKK arasındaki bağı tespit etme veya koparma amacıyla kurmuştur.

Gayriresmi paramiliter gruplar olarak tanımladığım JİTEM ve Hizbullah da bu dönemin paramiliter yapılanmalarıdır. Son dönemlerdeki tartışmalardan, devletin yazışmalarından, Susurluk Raporu’ndan ve Kürt halkından JİTEM’İ biliyoruz. 1987 yılında kuruluyor ama hala reddedilen bir birim. Tüm Kürdistan ve Türkiye JİTEM’i biliyor ama devlet reddediyor. 1984-1991 arasındaki süreci bu şekilde değerlendirmek gerekiyor. Durum 1991’den sonra fazlasıyla değişiyor.

Doktora teziniz de özellikle 90’lı yılları kapsıyor. 90’lı yıllarda JİTEM ismi her Kürdün bilincinde. Çalışmanızda JİTEM ile ilgili ne gibi sonuçlara ulaştınız?

TBMM’de darbeleri araştırmak için kurulan komisyonunun 2012 yılında hazırladığı ve yaklaşık bin 500 sayfadan oluşan raporda enteresan bir ifade bulunuyor. Raporda JİTEM’in Özel Harp Dairesi örnek alınarak kurulduğu söyleniyor. Ordu reddetse de JİTEM elemanı olduklarını ve işledikleri cinayetleri açıklayan birçok kişi var. Eski Batman Valisi Salih Şarman, “Rutin Dışı” isimli kitabında “JİTEM vardı ve biz gayet iyi ilişkiler içerisindeydik” minvalinde ifadeler kullanıyor. Özel Tim, Köy Koruculuğu ve JİTEM, devlet tarafından kurulan silahlı paramiliter gruplar.

Hizbullah’ı bu dönemdeki paramiliter gruplardan ayıran özelliği nedir?

Hizbullah da benzer biçimde yasal olmayan, devlet tarafından direkt kurulmayan ama devlet tarafından kullanılan bir grup. JİTEM gibi gruplardan daha farklı. 1970’ler sonu, 80’ler başında radikal İslamcı Kürtlerin Batman’da oluşturdukları illegal bir örgüttür. 1991-1995 süreci, Kürdistan’daki çatışmaların en yoğun olduğu süreçtir. 1993 ile 1994, şiddetin zirvede olduğu, köylerin yakıldığı, faili meçhullerin, zorla kaybetmelerin en fazla yaşandığı yıllardır. Hizbullah tam da bu dönem silahlanıyor, radikalleşiyor.

Arif Doğan, “JİTEM’i Biz Kurduk” adlı kitabında, Hizbullah’ı PKK’ye karşı kendilerinin kurduğunu söyler ama Hizbullah’ın kendi kaynaklarına baktığımızda 1970 sonlarından itibaren, özellikle 80’li yıllarda bu ekip zaten var. Bu ekip İran’a gidip gelen gruplar içerisindedir. Lübnan’da İran’ın desteklediği Hizbullah grubu bulunuyor. Türk Hizbullah’ı ya da Kürt Hizbullah’ı dediğimiz grup, radikal Selefi-Sünni bir gruptur. Hizbullah’ın PKK yanlısı Kürtlere (hem PKK hem de rakip İslamcı grupların destekçilerine) karşı uyguladığı şiddet, ağırlıklı olarak 91-95 yıllarını arasını kapsıyor.

Kimileri 95’ten itibaren Kürtlerin içindeki iç tartışmalarla, hatırı sayılır insanların araya girmesiyle çatışmaların azaldığını söyler. İşin bir tarafı bu olabilir ama diğer taraftan 95’ten sonra Hizbullah’ın şiddeti azalıyor. Devlet mi yoksa Hizbullah mı bunu istedi, buna dair net bir bilgi yok.

Devlet kendisi için bu kadar kullanışlı bir aparatı neden ortadan kaldırmış olsun ki?

Muhtemelen devlet, Hizbullah’ın yapması gerekeni yaptığını, büyümesi durumunda kendilerine de zarar vereceğini düşünerek 1995’te Hizbullah’a yöneldi, birçok üyesini tutukladı. Çok fazla Kürt sivilin öldürülmesinden sorumlu bir yapı Hizbullah. Sivillere yönelik bu katliamlarla çok ciddi “savaş tecrübesi” elde etmiştir. Devlet muhtemelen sivil katliamlarla elde edilmiş bu savaş tecrübesinin kendisine yöneleceğinin muhasebesini yaptı. 95’ten itibaren Hizbullah’a yönelik ciddi tutuklamalar var. 2000’li yıllara gelindiğinde, Hizbullah iddianamesine bakılırsa, 4 bin civarı kişinin tutuklandığını görüyoruz. Bu grubun liderleri, 200’e yakın kişinin öldürülmesinden sorumlu tutuluyor ve Kürtler, özellikle Batmanlılar ve o dönemin gazetecileriyle yaptığım mülakatlarda, Hizbullah üyelerinin askeri kışlalarda eğitim aldıklarını dile getirdiler. Bu ekibin eğitim yeri ile askeri kışla arasında birkaç yüz metre olduğunu, eğitim verenlerin de çok büyük ihtimalle emekli askerler olduğunu söylediler. Ki buna dair zaten çeşitli itiraflar var.

Hizbullah ve JİTEM’in sivil katliamlarına en fazla Mardin, Amed ve Batman’da rastlıyoruz. Bölgeler arasında paramiliter gruplar, paramiliter grupların şiddeti ve çatışma yoğunlukları arasındaki farkın temel nedenleri neler?

Devlet 1980’lerin sonlarından itibaren PKK’ye karşı yerel bir kontrgerilla ordusu kurmayı uzun süre tartıştı. Bu tartışmayı başlatan da Cem Ersever’di. Fakat 1990’lara gelindiğinde büyük ve oldukça göze batan, hukuk dışına çıkmış bir ordu yerine her bölgeye özgü daha küçük ölçekli, yeri geldiğinde gerçekleştirdikleri eylemlerde devletle olan bağı reddedilebilecek gruplar ve çeteler kuruldu. Ayrıca her bölgenin toplumsal yapısı da göz önünde tutuldu. Kimi bölgelerde paramiliter şiddet açıktan kullanılsa da farklı bölgelerde din ya da benzeri daha farklı araçlar devreye sokuldu.

Genel olarak çatışmaların fazla olduğu ve PKK’ye halk desteğinin görece daha belirgin olduğu yerlerde paramiliter gruplar daha aktif kullanıldı. Bazı yerlerde bazı paramiliter grupların öne çıkması ise diğer bir etken. Örneğin Hakkari’de “korucular” oldukça aktif kullanıldı ama yukarıda saydığınız illere göre JİTEM daha az kullanıldı ya da öyle gösterildi.

Bingöl, Dersim hattında Yeşil ve ekibi vardı zaten. Mardin, Diyarbakır ve Batman’da JİTEM ile birlikte Hizbullah çok yoğun kullanıldı. Yine yerellerdeki paramiliter grup liderlerinin rolleri de bu farkları oluşturan nedenlerden.

Durum oldukça komplikedir. Yani devletin kurdukları, devletin stratejisi doğrultusunda hareket ediyor. Devletin kurmadığı ama işbirliği içerisinde olan kimi gruplar da o doğrultuda hareket ettiriliyor. İsmet Sezgin, İçişleri Bakanı olduğu döneme dair Hizbullah'la ilgili bir soruya, “Bazı gruplar bazı amaçlar doğrultusunda kullandırılmış olabilir” şeklinde cevap vermiştir. PKK yanlısı sivilleri elemine etmek için kullandıklarını dile getirmese de Hizbullah, 90'lı yıllarda bu amaçla kullanılmıştır.

Bu yıllar zaten paramiliter grupların en aktif kullanıldığı dönem...

Kürdistan’daki İnsan Hakları Derneği, TİHV ve farklı sivil toplum kuruluşlarının hazırladığı kimi raporlara bakıldığında katliamlar, köy yakmalar, zorla kaybetmeler, faili meçhul cinayetler ve yargısız infazlar, 1991’den sonra çok hızlı bir şekilde artıyor. 93-94 zirvedir. 96’lardan sonra yavaş yavaş azalıyor.

90’lı yıllarda Kürdistan’da büyük bir vahşet yaşanırken Türkiye’de toplumun buna tepki vermemesini nasıl yorumlamalıyız?

Bu yıllarda Türkiye, günümüzdeki gibi çok ciddi bir ekonomik sıkıntı yaşıyordu. Özel televizyon kanallarının, özel medyanın yeni yeni çıktığı bir dönemdi ve devlet, basını ciddi şekilde kullandı. Neyin haberinin yapılıp yapılmayacağına dair çok ciddi kriterler vardı. Toplumun “rahatsız olacağı” çok fazla şey haberleştirilemiyordu. Ağırlıklı olarak “terörizm”, “bölücülük” ve “ülke elden gidiyor” üzerinden tartışmalar yürütülüyordu. Toplum böylelikle kutuplaştırılıp saflar netleştiriliyordu.

90’lardaki toplum, 1970’lerdeki “duyarlı” diyebileceğimiz toplum gibi değil. 90’larda toplum, devletin yedeğine alındı. Çünkü 1980 Darbesi toplumu adeta ezmişti. Ciddi insan hakları ihlalleri yaşanmıştı. On binlerce insan gözaltına alınmış, yüzlercesi öldürülmüştü. Diyarbakır Cezaevi başta olmak üzere her yerde işkence hat safhaya ulaşmıştı.

1980-1990 arasında toplum, eğlence sektörüyle, ekonomik olarak zengin olma hayalleriyle, çatışmalardan uzak tutmak için üretilen yalan haberlerle gerçeklikten koparılarak adeta “siyasetsizleştirildi”. Siyaseten hakkını arayan toplum ortadan kaldırıldı. Toplum hem savaşın nedenlerinden ve sonuçlarından hem de siyasetten uzaklaştırılmıştı.

Bu dönemde Kürdistan’daki savaşla ilgili görüştüğüm ve kendilerini seküler, demokrat olarak tanımlayan Türkiye’nin batısından bazı insanlar, yaşananlardan haberlerinin olmadığını belirtti. Öyle bir mekanizma kuruldu ki, bir süre sonra insanlar buna ciddi şekilde inanmaya başladı. Toplumun Kürdistan’da yaşananlardan haberi olan kısmı ise devletin yedeğine alındı.

Ayhan Çarkın’ın itiraflarında “Biz yaptık” dediği birçok olay, o yıllarda medyada “PKK yaptı” denilerek lanse ediliyordu. Ayrıca o dönemde Kürdistan’da bulunmuş askerlerin anılarının satır aralarında da zaten ağırlıklı olarak birçok şeyi görmek mümkün. O dönem görev alan generallerden biri, bazı hakim ve savcıların kendi lehlerinde karar vermediklerinde evlerinin yanlarına bomba atarak kararlarını değiştirmelerini sağladıklarını söylemişti.

Elbette bu itirafların ve açıklamaların yerini bulması için hukuki sürecin işletilmesi, somutlaştırılması ve yüzleşme sürecinin gerçekleşmesi gerekiyor. Bu yüzleşme sürecinden sonra hesaplaşma süreci olmalı.

Türkiye’de paramiliter yapılar, mafya ve devlet ilişkisi denildiğinde Susurluk’taki malum kaza akla gelir. Susurluk Olayı neden önemli?

1996, bütünüyle bir kırılma sürecidir. Devlet PKK’yi, PKK devleti yenemeyeceğini 1996’ya gelindiğinde anlıyor. 1996’daki asıl kırılma ise Susurluk’ta gerçekleşti. Susurluk, 1950’lerden itibaren devlet içerisindeki çeteleşmeyi, paramiliterleşmeyi; iç içe geçmiş çete, mafya, bürokrat, asker, polis, siyasetçi arasındaki karanlık ilişkiyi açığa çıkardı. Siyasetsizleştirilmiş toplum bile buna tepki gösterdi. İnsanlar ilk defa ciddi anlamda siyasi taleplerde bulundu. “Temiz siyaset” gibi ifadeler kullanıldı. “Bir dakika karanlık eylemleri” yapıldı. Devlet 1991’de başladığı stratejik dönüşümle ölüm mangalarına dönüştürdüğü paramiliter grupları kısmen de olsa geri çekti ya da sönümlendirdi.

98-99’dan itibaren Türkiye’nin AB üyelik süreci tartışılmaya başlandı. Devlet ise o döneme kadar birçok katliam yapmış, birçok insan hak ve özgürlükleri ise tamamen ortadan kaldırılmıştı. Türkiye’nin demokrasi ve insan haklarına dayalı prensiplere aykırı olan bu savaş uygulamalarıyla AB’ye üyeliği söz konusu değildi. Ekonomik ve siyasi birliğe dahil olmak istiyorsa bazı kriterleri yerine getirmesi gerekiyordu. AB üyelik şartlarının tartışıldığı bu süreçte devlet, paramiliter gruplarını ciddi anlamda Kürdistan’dan geri çekti.

Halkevleri ve Köy Enstitüleri de

‘toplumun paramilitarizasyonu’ için kuruldu

Türkiye’de cumhuriyetin kurulması ardından gerçekleşen milisleştirmede eğitim sisteminin de rolü var mıydı?

Cumhuriyetin eğitim müfredatı, tamamen militaristti. Bu program doğrultusunda Halkevleri, Türk Ocakları gibi farklı kurumlar da kuruldu ve buralarda dönemin İtalya ve Almanya’daki faşist yönetimlerinden örnek alınarak toplumun militarize edilmesi esas alındı.

“Eğitim seferberliği” sözleriyle kurulan Türk Ocakları ve Halkevleri gibi kurumlar, paramiliter gruplar değiller ama toplumun ve özellikle de gençlerin militarize edilmesinde önemli katkılar sundular.

Buna benzer biçimde, asimile edilmesi gereken nüfusun yoğun olarak yaşadığı yerlerde yatılı okullar kuruldu. Lisans tezimi bu konuda yazmıştım: Bu okullar, okuldan çok askeri kışla gibi çalışıyordu.

Yani bu dönemde devletin eğitim sistemi, devletin gençliğini yetiştirmeye, militarize etmeye çalışıyordu. Bunu aynı zamanda “toplumun paramilitarizasyonu” kavramı ile açıklamak yerinde olacaktır; çünkü bu eğitimden geçen siviller, zihin olarak aslında birer askerdir. Böyle bir toplum yaratılıyor.

Bu dönemde kurulan Köy Enstitülerine bu açıdan nasıl bakıyorsunuz? Bu kurumlar, birçok solcu tarafından halen olumlu da değerlendiriliyor…

Evet, bazı sosyalist gruplar bu enstitülerin solcu olduğunu söylüyor, oysa toplumun ve gençliğin Kemalistleştirilmesinde Köy Enstitülerinin rolü, biraz önce bahsettiğim kurumlarla aynıdır. Burada amaç, daha çok mesleki eğitimdir ama bunlar da Kemalist militarist eğitimin bir parçasıdır. Kemalizm, her tarafa ulaşmak istiyor ve kırsal bölgelere de bu enstitüler üzerinden ulaşıyor.

Köy Enstitüleri, kırsalı sisteme entegre etme projesidir. İlk zamanlarda işlevini yerine getirdi, kırsalı ciddi anlamda Kemalizm’e entegre etti. Bu kurumlardan daha sonra planladıkları fikriyatın dışında kimi olumlu örnekler, bireyler çıkmaya başlayınca 1950’lerin başında, Demokrat Parti döneminde kapatıldılar.

YARIN: AKP döneminde paramiliter örgütlenme

NOT: İlgilileri, röportajın paramilitarizmin kavramsal ve tarihsel serüvenini de içeren daha uzun bir versiyonunu şu linkten okuyabilir. 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.