9,75’in hatırlamadıkları

Kültür/Sanat Haberleri —

9.75

9.75

  • Kürdistan coğrafyasını baştan aşağı alt üst eden savaş yıllarında “Kürtler neler yaşadı?” sorusu ile uğraşırken, “O sırada asker, memur ya da sıradan Türkler ne yaptı, ne düşündü, nasıl meşruiyet anlatıları kurdu?” sorusunu sormak da yalnızca meşru değil yüzleşme açısından elzem.
  • Bu noktada beni en çok rahatsız eden şeylerden biri de Ahmet’in karıştığı savaş suçunu bir türlü tam hatırlayamaması. Bu hatırlayamama hali aynı zamanda Ahmet’i suçundan azade eden bir tonla karşımıza çıkmıyor mu sizce? Ahmet’in baskında, çocuk Zinar’in ölümünde tam olarak rolü ne, bilmiyoruz.

KUDRET ÇOBANLI  - kudretcobanli@gmail.com

2021 yapımı, senaryosu bir Mehmet Eroğlu romanına dayanan ve Uluç Bayraktar’ın yönetmenliğini yaptığı “9,75” filmi hakkında bu eleştiriyi yazmaya ihtiyaç duyuyorum çünkü -sonda söyleyeceğimi başta söyleyecek olursam- daha önce izlediğim hiçbir filmden bu denli rahatsızlık duyduğumu hatırlamıyorum. Devam edecekler için yazının bolca spoiler içereceği uyarısında bulunmuş olayım. Bir de, yazı boyunca “Ahmet” isminin geçtiği her yere dilerseniz “egemen” sözcüğünü koyabilirsiniz.

9,75 odağına ana karakteri Ahmet’in hikayesini alan bir film. Ahmet kimsesiz, yetimhanede yokluklar içinde büyümüş bir çocukken nasılsa Beyoğlu’ndaki bir evde gayet bohem bir hayat yaşadığına tanık olduğumuz 40’larında yazar bir erkek. Film boyunca Ahmet’in geçmişi, bugünü, yaşadığı acılar hakkında öğrendiklerimizin sonu gelmiyor ama benim önemsediğim, bu filmi ciddiye almama ve bu yazıyı yazmama neden olan özelliği, Ahmet’in 90’lı yıllarda Gabar’da yaptığı yedek subaylık sırasında bir savaş suçuna karışmış olması. Zaten bu kendi hafızasında bir gelip bir giden ama kendisini fazlasıyla rahatsız ettiğini bildiğimiz sisli “anı”sı sonradan filmin ana eksenine yerleşecek. 

O sırada Türkler ne yaptı?

Ve işte bu filmi ciddiye almamız gerektiğini söyleme nedenim tam da bu ana eksen. Hemen belirtme ihtiyacı duyuyorum, genelde bütün eşitsizlik ya da sömürü içeren ilişkiler, özeldeyse Kürt sorunu için böyle hikayelere, böyle karakterlere kesinlikle ihtiyaç duyduğumuzu düşünüyorum. Kürdistan coğrafyasını baştan aşağı alt üst eden savaş yıllarında “Kürtler neler yaşadı?” sorusu ile uğraşırken, “O sırada asker, memur ya da sıradan Türkler ne yaptı, ne düşündü, nasıl meşruiyet anlatıları kurdu?” sorusunu sormak da yalnızca meşru değil yüzleşme açısından elzem. Edebiyatta, sinemada, sanatta bu soruyu soran, egemene (Kürt meselesi özelinde Türklere) odaklanan, ona ayna tutan hikayelerin anlamlı ve gerekli olduğuna içtenlikle inanıyorum. Ama egemenin egemenlik konumunu pekiştiren, onu aklayan ve hatta onun güzellemesini yapacak şekilde değil. 9,75 maalesef bunların her birini yapıyor. Kürt meselesi ve savaşa temas etme ve hatta bu açıdan “duyarlı” olma iddiasındaki bu film, bir savaş suçuna karışmış eski bir askere sempati ve hatta anlayış beslememizi isteyerek ilerliyor ve öyle bitiyor.

Filmin adıyla başlayalım: 9,75; Ahmet’in o daha bebekken, babasının annesini öldüresiye dövdüğü bir sırada aldığı yüzündeki yaranın uzunluğu. İzlemeye dayanabilecekler için filmde, bu yarayı nasıl aldığını uzun uzun anlattığı senaryo açısından bir dolu olay örgüsü problemiyle dolu Ahmet’in attığı bir tirat mevcut. Senaryo açısından problemli çünkü ikisi ölmüş biri bebek üç kişiden başka tanığı olmayan ve Ahmet daha bebekken yaşanan bu olayı Ahmet nasıl bu derece anbean ayrıntılı hatırlayabilir, bilmiyoruz. Fakat beni daha çok rahatsız eden şey, Ahmet’in travmatik olduğunu teslim edeceğimiz bu olayın her dakikasını estetize ederek anlatmaktan çekinmemesi. Film boyunca, kendi acısına aşık bir adamı izlediğimiz düşüncesi bireysel hikayeden çıkıp toplumsal olana ve özellikle ”öteki”nin hikayesine sirayet edince benim için katlanılmaz bir hâl aldı. Bu noktada, indirgemeci olmak istemesem deana ekseni bir askerle bir gerilla çocuğunun karşılaşması üzerine kurulu bir filmin isminin o uzun tirada ve Ahmet’in bebeklik travmasına binaen 9,75 olmasının hiç de az şey söylemediğini düşünüyorum.

Bir yüzleşme hikayesi yok!

Esas meselemize geri dönelim. Film ilerledikçe öğreniyoruz ki, Ahmet’in çektiği acıların temelinde ve belki de beyin tümörünün de arkasında 90’lı yıllarda Gabar’da kişisel hikayesi Ahmet’inkine benzeyen bir çocuğun ölmesiyle sonuçlanan köy baskını yatıyor. Ahmet, bu baskına katılmış ve belki de çocuğun öldürülmesinden doğrudan sorumlu bir yedek subay. Bu “anı” silik silik olsa da bir türlü kaybolmuyor Ahmet’in hafızasından. Bu noktada film pekâlâ Ahmet’in hesaplaşmasının, yüzleşmesinin filmi de olabilirdi. Ama hayır, bu hatıra eninde sonunda gelip Ahmet’in bitirmeyi hayat memat meselesi yaptığı senaryonun içine yerleşiyor. Ahmet kendisi de kurban, Ahmet müşfik (translara müşfik, Gezi eylemcilerine müşfik, bir sevgili olarak müşfik, eski erine müşfik), Ahmet babacan, Ahmet yalnız, Ahmet anlaşılmayan adam, biraz gıcık falan ama Ahmet’i herkes seviyor, Ahmet de Ahmet… Hemen belirtmek isterim; “madem bir savaş suçu işlemiş, bu hikayede ancak şeytanlaştırılmış bir Ahmet görmeliyiz, bir tek öylesi bir yüzleşme olur” demiyorum kesinlikle. Sinemada, edebiyatta bu şeytanlaştırılmış “kötü adam/kadın” karakterlerinden gına geldiği hepimizin malumu. Ancak Ahmet’in travmasından başka bir şey görmediğimiz bir hikaye de hiçbir şekilde yüzleşmeye talip “duyarlı” bir hikaye değil. 

Ahmet’in savaş suçu

Bu noktada beni en çok rahatsız eden şeylerden biri de Ahmet’in karıştığı savaş suçunu bir türlü tam hatırlayamaması. Bu hatırlayamama hali aynı zamanda Ahmet’i suçundan azade eden bir tonla karşımıza çıkmıyor mu sizce? Ahmet’in baskında, çocuk Zinar’in ölümünde tam olarak rolü ne, bilmiyoruz. Oysa bir yüzleşmeyse peşinde olduğumuz, öncelikle bunu bilmeye ihtiyacımız var. Ahmet sorumluluktan o kadar azade ki, ancak bir özel harekatçı gelip anlattığında ne olduğunu hatırlayabiliyor ve bunu o kadar kaldıramıyor ki, baygınlık geçiriyor. Zaten açık olanı yazmam gerekirse, Ahmet’i Ahmet değil de bir savaş suçuna karışmış ya da tanık olmuş egemen kimliğin bir yüzü olarak aldığımızda, böyle bir hatırlamama ya da objektifi bu hatırlamadan duyduğumuz kendi acımıza çevirme lüksümüz var mı sahiden?

Zinar’ın ölümünden kim sorumlu?

Ahmet’in egemen konumunu pekiştiren bir başka sorunlu hat da, hayalinde ve senaryosunda bir gelecek biçmeye çalıştığı Zinar’ın “seçim”leri. Ahmet’in hayalinde ölmüyor, büyüyor Zinar. Büyüyüp, gerilla babasının cenazesine katılacak, kendisini terk etmiş olan annesiyle yıllar sonra ilk defa burada karşılaşacak Zinar. Peki bu büyümüş hayali Zinar ne yapıyor? Annesiyle ana dilinde, yani Kürtçe’de konuşmuyor, Kürtçe bilmiyor. Bunun olayların doğal akışı olması gayet mümkün, evet. Ancak Zinar’ın Kürtçe bilmediğini Türkçe ilan ettiği sahne, bir hayıflanma ya da kederlenme anlatısı değil, bir meydan okuma, reddetme sahnesi. Zinar’ın annesini anlamamasının sorumlusu yine Zinar’ı savaş nedeniyle küçük yaşta terketmek zorunda kalan annesi. Ve Zinar’ın tek öfkesi Kürtçe konuşan annesine. 

Bir kez daha hatırlayalım, Ahmet’in peşini bırakmayan bu hayalet Zinar, aslında Ahmet’in bitirmeden ölmeyi reddettiği senaryosunun başkahramanı. Yani bu “alternatif senaryo” Ahmet’in bir anlamda “keşke”si. O yüzden de insan hiç olmazsa Ahmet’in hayat memat meselesi yaptığı bu senaryodan bir hesaplaşma çıkacak diye bir an için ümitleniyor. Fakat bu ümit kısa sürüyor. Hayali, yetişkin ve egemenin dilinden konuşan Zinar’ın bu sahnede arkasını döndüğü, reddettiği tek şey annesi ve Kürtçe mi sahiden? Ya da başka bir şekilde sorarsak, Ahmet Zinar’ın ölümünden kimi sorumlu tutmakta, hayatta kalmasını neye bağlamakta aslında?

Ahmet’ten önce ve sonra Serap yok

Bu noktada egemenlik ilişkilerinin faydalanıcısı, eşitsizlik ilişkilerinin ayrıcalıklısı konumunda olan Ahmet’e odaklanan senaryonun bu eşitsizlik durumunu toplumsal cinsiyet ilişkileri bağlamında da bir kere daha ürettiğini söylemeden edemeyeceğim. Filmin ana damarlarından birini de Ahmet ile Serap’ın yaşadığı aşk oluşturuyor. Ancak Serap, bütün film boyunca tek satır hikayesi olmayan, tamamen Ahmet’in acılı hikayelerini dinlesin, Ahmet kendisini hayata bağlayacak bir heyecana tutunsun diye oraya konulmuş bir kadın karakter(?). Serap akademisyen ama hangi dalda akademisyen olduğunu bile bilmiyoruz. Serap’a yazılan bütün replikler adeta Ahmet üzerine bir söz söyleyebilsin, ne acılar yaşadığını anlatabilsin diye yazılmış. Ahmet’ten önce ve sonra Serap yok. Bu noktada Ahmet’in basbayağı bir performans olarak kurguladığı, herkesi hastaneye topladığı ama ameliyata gelmediği sahnede, kendisine başarısız bir kurtarıcı rolü biçilen Serap’ı bu performansın içinden çekip alma arzusunu ne denli kuvvetli duyduğumu anlatamam. Ne gerçek hayatta ne kurguda acılı erkek hikayelerinizin tek satır geçmişi ve geleceği olmayan kadın kurtarıcıları değiliz beyler, hatırlatalım çünkü sene olmuş 2022 ve hâlâ bunun hatırlatılmasına ihtiyacınız var.

Hesaplaşmayan egemen

Belki ziyadesiyle uzadı bu eleştiri yazısı. Bitirirken, derdimin eninde sonunda bir kurgu karakter olan Ahmet’le değil, yüzleşme iddiasındayken bizi ağlama duvarı ve günah çıkartan rahip konumuna yerleştirip kendi sorumluluğuyla hiç hesaplaşmayan egemenle olduğunun anlaşılmasını murat ettiğimi söylemek isterim. Bir de, Ahmet’in pozisyonundaki bir karakter odağa alınırken bile, onu da şeytanlaştırmadan savaş karşıtı bir pozisyon alan bir kurgu yazmanın, çekmenin mümkün olduğunu. Selam olsun Yaşar Kemal’e ve onun Poyraz Musa’sına.

 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.