‘AKP sadece otoriter değil, ayrıca ultra neoliberal’

Dosya Haberleri —

NAZAN USTUNDAG

NAZAN USTUNDAG

  • AKP sadece otoriter değil, her zaman aşırı neoliberal, ultra neoliberal bir parti oldu. AKP’nin bir ideolojisi, bir fikri varsa bu sadece ve sadece neoliberalizm. Mümkün olduğunca bireyselleştiren, kamusal alanları imha eden, kamusal ortaklık dediğimiz her şeyi pazara çıkaran, bütün pazar dışı değerleri imha eden, tüm vatandaşlarını borçlu kılarak kendine bağlayan neoliberalizmin bütün bildiğimiz yöntemlerini kullanmıştır.

OSMAN OĞUZ

 

Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü eski öğretim üyesi Nazan Üstündağ’la Türk Cumhurbaşkanı Erdoğan eliyle üniversiteye yapılan rektör atamasını, bunun ardından gelişen eylemlerin niteliğini ve “elitizm” tartışmalarını konuştuk.

 

Genel bir soru ile başlayalım: Melih Bulu’nun Boğaziçi Üniversitesine rektör olarak atanmasını siz nasıl değerlendirdiniz?

Beklenmedik bir şey değildi. Bu atanan ikinci rektör, birinci rektör değil, bunu hatırlatmakta fayda var. Yalnız atanan ilk rektör, kurumun içinden atanmıştı ve öğretim üyelerinin önemli bir kısmının ikna olduğu bir isimdi. Bu isimle çalışılabilir, düşüncesi vardı. Özellikle hatırlarsanız, Boğaziçi’ne atama yapıldığı zaman Barış Akademisyenlerinin soruşturmalarının ayyukta olduğu ve KHK’larla bütün Barış Akademisyenlerinin işten uzaklaştırıldığı bir dönemdi. Bu ismin bu konuda harekete geçmeyeceğinin anlaşılması ve dışarıdan rektör atanması tehlikesi sebebiyle bir ikna durumu söz konusu olmuştu. Bu ikna oluştuktan sonra bir şekilde aslında Boğaziçi, rektör atama biçimini kabul etmiş oldu. Çünkü seçimden vazgeçmiş oldu, seçimde kazanan kişinin başa getirilmemesini kabul etmiş oldu, bu anlamıyla da zaten bir kere bir atama yapıldı. Fakat bu yine de sessizce geçiştirilmemişti. Çeşitli şekillerde öğretim üyeleri, bunu eleştiren toplu açıklamalarda bulunmuşlardı ama nihayetinde bu gene de kabul görmüştü. 

Bugünkü atamanın dışarıdan olması çok önemli. Hiçbir şekilde öğretim üyelerine danışılmamış olması, hiçbir konsensüs aranmamış olması ve buna tabii ki öğrencilerin ve öğretim üyelerinin çok büyük bir tepki vermesi… Geçen sefer de öğrenciler tepki vermek istemişlerdi ancak bir şekilde okul içinde oluşan konsensüsü hem bozmak hem ifşa etmek istemediler. 

Şimdi burada sorun şöyle bir sorun: Seçim yapıldı mı, yapılmadı mı sorusunun ötesinde buradaki toplu, büyük itirazın sebebi, kuruma yönelik işgal. Seçimin demokratik yapılıp yapılmamasından daha önemlisi şu: Herkes buradaki niyetin kurumu işgal etmeye, kurumu ele geçirmeye, kurumun kendini yeniden üretmesini engellemeye yönelik bir atama olduğunu görüyor ve ondan dolayı bu kadar sesli ve toplu biçimde karşı çıkıyor.

Boğaziçi hocalarının ve öğrencilerinin bir kısmının en önemli refleksi şudur: Bu kurumun bir geleneği var, demokratik bir geleneği var, öyle veya böyle liberal bir geleneği var. Liberal derken liberal demokratik demek istiyorum. Çokluk, çoğulluk, bunların gözetildiği bir okul. Genellikle öğrencinin siyasetine karışılmayan, hocaların siyasetine karışılmayan, soruşturmaların öyle sıklıkla açılmadığı bir okul; eleştirel ve radikal eleştirel bilginin hala üretilebildiği bir okul… Bu durumun kendini yeniden üretmesine karşı işgal tavrına ilişkin somut bir karşı çıkış gerçekleşti. Yani kayyumun anlamı, sadece seçimin hiçe sayılması değil; burada sorun, kayyumun aynı zamanda bir ele geçirme ve işgal aracı haline getirilmesi, bunun altını çizmek istiyorum. 

 

Bir süredir yeniden doruğa ulaşan akademinin iktidarlar lehine dönüştürülmesi, Türkiye’de pek de yabancı olunan bir durum değil. Tarihte de pek çok örneği var. İşte 80 Darbesi sonrası yapılanı var, Gülen Cemaati eliyle yapılanı var… Son birkaç yıldaki KHK’leri ve Barış İçin Akademisyenler’e yönelik saldırıları da içeren, AKP/MHP eliyle gerçekleştirilen dönüşümün yeni, kendine has özellikleri var mı?

Aslına bakarsanız sağ popülist iktidarların ortaya çıktığı her yerde bu var. Trump iktidarı da mesela üniversiteleri en büyük düşmanı olarak ilan etti. Bilgiye karşılar. Aynı şekilde Macaristan’da Central European University kapatılmaya çalışılıyor, Avrupa’nın en uluslararası üniversitelerinden biri. Hindistan’da birçok akademisyen tutuklandı. Zaten İran’ı biliyoruz. Yani otoriter, popülist, sağcı rejimlerin hepsi, üniversiteyi düşman olarak görüyor. Bence şöyle diyebiliriz, bunu bir süredir düşünüyorum: Bir taraftan tabii ki üniversitenin bilgi üreten bir kurum olması ve bir şekilde hakikatin peşinde koşması ve gençliği de bu açıdan etkilemesi, gençliğe bir alan açması var. Bir taraftan da üniversitenin sadece ürettiği bilginin ötesinde bir ortam olarak gençliği politize eden bir ortam olması önemli. Bu politize eden ortamı tersine çevirmek istiyor, bu iktidarlar. Bunun ötesinde ama bu, sadece üniversite hocalarına, üniversitelere yapılan bir saldırı da değil. Birkaç tane kurum var: Avukatlar, sağlık çalışanları, genel olarak öğretmenler ve üniversiteler… Bu mesleklerin hepsinin özelliği, kamusal hizmet veren meslekler olması. Bir değer üretiyorlar ve bu ürettikleri değer, pazardaki karşılığının çok ötesinde bir değer. Yani pazardaki karşılığı ile ölçülemeyen, bakım değeri üreten, işte ne bileyim kültür değeri üreten başka tür meslekler bunlar. Bu mesleklerin hepsine karşı bir saldırı var. Çünkü bu meslekler, neoliberalizmin yok etmeye çalıştığı kamusal alanı üreten meslekler. Ortak değer denilen şeyi, ortaklık denilen şeyi üreten meslekler. Bunların hepsini yıpratmaya, bir şekilde o mesleki içeriklerini boşaltmaya yönelik saldırılar var. AKP’nin dünyanın en neoliberal rejimlerinden biri olduğunu düşünürsek, bu konuda öncü olmasını da normal görmek lazım. Yani AKP sadece otoriter değil, her zaman aşırı neoliberal, ultra neoliberal bir parti oldu.

 

Neden AKP’nin ‘dünyanın en neoliberal rejimlerinden biri’ olduğunu düşünüyorsunuz?

Çünkü meslek kuruluşlarının muhalefetine rağmen AKP, bütün kamuyu özelleştirdi. Yaptığı anlaşmalar, ulaşım sektöründe yaptıkları, emekçilerin bütün haklarını geriletmiş olması… AKP’nin bir ideolojisi, bir fikri varsa bu sadece ve sadece neoliberalizm. Mümkün olduğu kadar bireyselleştiren, kamusal alanları imha eden, kamusal ortaklık dediğimiz her şeyi pazara çıkaran, yok eden, bütün pazar dışı değerleri imha eden ve pazara sokmaya çalışan, borç üzerinden tüm vatandaşlarını borçlu kılarak kendine bağlayan, neoliberalizmin bütün bildiğimiz yöntemlerini kullanmıştır AKP. 

 

Melih Bulu’nun atanmasının hemen ardından sıraladığı hedefleri de belki bu söyledikleriniz doğrultusunda görmek mümkün, değil mi?

Yani, evet. Geçenlerde de bunu söyledim: AKP’yi ve Erdoğan’ı muhalefetin merkezine oturturken şunu unutmamak lazım: Bu partiyi mümkün kılan ve kendisini yeniden üretmesini sağlayan, sermaye ilişkileridir ve Bulu’nun da o yüzden Boğaziçi’ne herkesin bu kadar tepkisini alan bir atamayla gelmesi ardından yaptığı ilk deklarasyonunun “Boğaziçi’nin kapısını sermayeye açacağım” olması, hiçbir şekilde rastlantı değil yani.

 

Bu protestolar, kuşkusuz sadece üniversitede ya da hatta genel olarak akademi sınırları içinde anlam bulan, bu nedenle heyecanlandıran protestolar değildi; bunun dışında başka da bir heyecan yarattılar. Bunun nedeni neydi sizce?

Bir kere çünkü Boğaziçi’ndeki öğrencilerin verdiği resimler, 2016 öncesini hatırlatan resimlerdi. 2016’dan beri muhalefet büyük bir travma yaşıyor. Kürt muhalefeti de yaşıyor, Türkiye’deki sol muhalefet de yaşıyor, kadınlar da yaşıyor. Hakikaten korkunç resimler gördük, değil mi? Ölü bedenler… Biz muhalefet deyince öldürülmüş, ölmüş, bombalanmış bir resim görmeye başladık; böyle bir imaj bırakıldı kafamızda. Boğaziçi’nde bunun yerine o neşeyle, çoklukla sahneye çıkan, sözünü esirgemeyen, herkesi birleştiren bir sözü söyleyebilen, tekrar o dağıtılmadan önceki ortaklığı hatırlatan bir resim oluştu: Solcular, kadınlar, LGBTİ’ler, Kürtler, herkesin birlikte, bir amaç uğruna, bir arada demokrasiyi coşkuyla savunması görüldü. Cesaretli, itirazlı, polise mukavemet ederek, uzlaşmayarak ama aynı zamanda tekrar etmek istiyorum, sözü de çok kuvvetli ve birleştirici olan bir resim. Bedeni de öyle… 

Böyle sahnelerle karşılaşınca tabii ki muhalefet çok heyecan duydu ve bunun yeniden Türkiye’nin muhalif sahnesine sokulması bir imkan olarak, ölmemiş bir imkan olarak, tekrar canlandırılabilecek bir imkan olarak herkesi çok heyecanlandırdı. Bunu biraz da seçim sandıklarında görmüştük en son. Orada da yerelden bir birliktelik vardı ama o bir seçim zamanıydı, tam bir muhalefet değildi. Türkiye’nin batısından söz ediyorum. Burada böyle ciddi bir muhalif çıkış herkesi heyecanlandırdı ama bu da geliyorum diyordu zaten.

 

Nasıl ‘Geliyorum’ diyordu?

Çünkü yani bir tarafta da hakikaten Covid’le birlikte emekçilerde büyük hareketlenme var. Mesela gazetelerde çıkan Bimeks işçileriyle Boğaziçi öğrencilerinin yan yana duruşu beni çok heyecanlandırdı. Yani bir taraftan madenciler, bir taraftan İstanbul Sözleşmesi’nin iptaline karşı çıkan kadınlar, bir taraftan Kürdistan’da ulusal birlik çerçevesinde mesela en son Van’daki coşkulu sokağa çıkış… Çeşitli yerlerde zaten bence yeni resimler ortaya çıkmaya başlamıştı. Boğaziçi Üniversitesi de bunun içine oturdu ve bundan dolayı bence özellikle Türkiye’nin batısını, kimileri açısından Kürdistan’ı da yeniden o ittifak tasavvuru açısından heyecanlandırdı diye düşünüyorum.

 

Demirören Haber Ajansının kamuoyuyla paylaştığı görüntüleri siz de mutlaka izlediniz. Protestoların hemen başında, muhtemelen polis tarafından ajansa servis edilen görüntülerde, öğrencilerin kapıları ve pencereleri kırılarak, ağır silahlar taşıyan özel harekat polisleri tarafından nasıl gözaltına alındığını gördük. Ya da belki şöyle demek gerekir: Bu görüntüler, bize gösterildi. Bunu siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ne yazık ki iktidar bu yöntemi çok iyi kullanıyor ve bu yöntemle Boğaziçi’nde de ne yazık ki biraz başarılı olduğunu düşünüyorum. Yani birtakım insanları izole etmek, ondan sonra korkutmak, böylelikle ittifakları yalıtmak, yalnız bırakmak… Bunu çok başarılı bir şekilde yapıyor. O gördüğümüz coşkulu, esnek görüntülerin yerine sıkıştırılmış görüntüler ve yanında da çıplak aramanın yapıldığını biliyoruz, ailelerin kafasına silah dayandığını biliyoruz. Bu şekilde de korkunç biçimde, belli bir kısmı terörize ederek, onları yalıtarak sönümlendiriyor bu ittifakları. Nihayetinde Boğaziçi’ni Boğaziçi’ne kapatmayı bir ölçüde başardılar bence. Şu anda geçen haftaki heyecan ve coşkunun aynısının olduğunu söylemek çok mümkün değil ama ben bunu çok önemsemiyorum. Çünkü mesele Boğaziçi’nde bu protestonun başarılı olup olmaması değil. Direniş her zaman iyidir, bir tarih yazılıyor ve o direnişler yan yana bir süre sonra kendi ittifaklarını, kendi damarını emek ile oluşturacak, oluşturuyor, diye düşünüyorum. Yani Boğaziçi’nde başarılı olmaz, önemli değil çünkü bir ölçüde iktidarın ben başka şekillerde de birtakım etkin yöntemler yürüttüğünü tahmin ediyorum Boğaziçi’nde.

 

Peki, bu gündemin biraz da yanlarına doğru hareket edelim: Protestolar sırasında özellikle AKP cephesinden bir elitizm/elitlik tartışması açıldı. AKP çevrelerinden birçok kişi hemen Boğaziçi’nde sokağa çıkanları “elit” olarak değerlendirdi, halktan kopuk olduklarını iddia etti. Bu tartışmayı nasıl görüyorsunuz?

Bu tartışmalar tabii ki Boğaziçi’ni itibarsızlaştırmak, aynı zamanda da hedefe oturtmak için, son derece meşru bir direnişi halk desteğinden yoksun bırakmak için yapılıyor. Şunu belirtmek lazım: Türk eğitim sistemi elitist bir sistemdir. Bu sistemde sonuçta puanla üniversiteye giriyorsunuz. Başarılı olmak için dışarıdan destek almak bile paranıza bağlı, paranıza değilse uslu durmanıza bağlı. Başarınız, bir çalışma ortamınız olmasına bağlıdır. Türkiye’de birçok öğrencinin hala kendi çalışma ortamı yok. Bunlardan dolayı da yüksek puanlar almak için tabii ki ayrıcalıklı bazı öğrencilerin daha fazla şansı var, ben bunu inkar etmem. Bu açıdan Türkiye eğitim sistemi çok eleştirilmesi gereken, elitist bir sistem fakat Boğaziçi’nin kendisinden menkul bir elitizminden söz etmek mümkün değil, çünkü bütün bunlara rağmen Boğaziçi’ne Türkiye’nin her yerinden çok sayıda öğrenci geliyor. 

Boğaziçi’nin hocalarına bakacak olursanız, genellikle burs almışlardır, Türkiye dışında eğitim almışlardır, Türkiye dışındaki en iyi okullarda okumuşlardır. Burada da ama dünyanın her yerinde eğitimin elitist bir şey olduğunu hatırlayalım. Bu anlamıyla yani yapıya içkin bir “elitlerden oluşuyor” eleştirisini dünya genelinde eğitim sistemi açısından yapmak gerekir, bunu hiçe saymamak gerekir. Ama elit demek başka bir şey, elitist demek başka bir şey. Elitist olan, AKP’nin ta kendisidir. Çünkü siz ne olursa olsun, bir devlet üniversitesi olan ve belli kriterlerle çalışan bir üniversitede elit ilişkilerinizi kullanarak bir yere gelemezsiniz, o üniversitede asistan olamazsınız, öğrenci olamazsınız. Bütün bu formal süreçlerden geçerek ancak olabilirsiniz. Ondan dolayı da elitist denen şey, kendisini ve kendine benzer olanları koruyan, bir yerlere getiren, diğerlerini dışlayan demektir. Boğaziçi’nde bu yapısal olarak mümkün değil, çünkü bir devlet üniversitesinden bahsediyoruz. Alım kriterleri objektif ve nesnel olarak kurulmuş ve bunun geleneğini taşıyan bir üniversiteden bahsediyoruz. Ben tam tersini söylüyorum: Anadolu üniversitelerinde bence çok daha büyük bir elitizm vardır o anlamda; çünkü kayırmacılık var, birbirini tutma var, kendi dergini oluşturup orada intihal yapıp gene de profesör olmak var.

 

Bu “elitizm” bir de dünyanın her yerinde de sağ popülistler tarafından gündemleştirilen bir sözcük...

Bazı kelimeler kuruldu; o kelimelere büyük, neredeyse erotik diyebileceğim birtakım yatırımlar var. İnsanları coşturuyor bu kelimeler. Elitist deyince herkes bir coşuyor, terörist deyince herkes bir coşuyor. Bu coşkular libidinal, neredeyse erotik demek istiyorum. Korkunç yoğun düşmanlık duygularını, kıskançlık duygularını çağıran ama aynı zamanda o ithamın kendisini bir zevk alanı haline getirmiş bir neoliberal kültürden bahsediyoruz. Bu, dünyanın her yerinde tartışılıyor.

 

Bu bağlamda Türkiye’de de bir entelektüel düşmanlığından bahsedilebilir mi?

Tabii ki. Erdoğan boşuna “Medyanın çoğu bize ait ama gene de bizim fikirlerimiz iktidarda değil” demiyor. Çünkü fikirleri heyecan vermiyor, fikri yok aslına bakarsanız. Fikir üreten, heyecan veren yerlerin başında üniversiteler geliyor. Bunun piyasayla da çok ilgisi var. Piyasaya gitmek istemeyen, piyasada emeğini satmak istemeyen gençliğin önemli bir kısmı üniversitelerde uzun süre durmak istiyor. Üniversitedeki genç halin, sürekli fikir üreten, eleştirel bilgi üreten bir durumu var ve iktidarlar bunun yok olmasını istiyorlar, böyle bir alanın olmasını istemiyorlar. Alanların yorgun argın, herkesin bir çeşit yakalanmış, hapsolmuş olduğu yerler olmasını istiyorlar. Diğer yerlerin hepsini imha ediyorlar. Şehirle de, üniversiteyle de, ne bileyim hastaneyle de ilişkileri böyle.

 

Buradan çok başka bir tartışmaya geçmek istiyorum. Türkiye’de özellikle Boğaziçi Sosyoloji, “liberal” sözcüğünün kendine has kullanımı ile özdeşleşen sol içindeki bir tartışmanın sembolüne dönüştü. Almanya’da solla kurduğum ilişki, bu tartışmayı benim açımdan daha ilgi çekici hale getirdi, keza burada da benzeri bir tartışma olduğunu gördüm. Özellikle LGBTİ hareketlerinin, yeni kadın hareketlerinin merkezinde olduğu ve mesela “eleştirel beyazlık” araştırmalarının etkili olduğu bir sol var. Bunlar da Türkiye’de daha çok Boğaziçi üzerinden yapılan ya da Boğaziçi’nin önemli bir sembolüne dönüştüğü tartışmalar. Solun bir kesimi, bunun solculuğun giderek özcüleştiği bir süreci beraberinde getirdiğini, solda kültürelciliği ikame ettiğini ve “sınıf”ın bu süreç sonunda artık solculuğun merkezinde olmamaya başladığını söylüyorlar. Bu tartışmalara siz nasıl bakıyorsunuz?

Bu tartışmaları bir taraftan kırıcı buluyorum, bir taraftan da ittifak bozucu ama aynı zamanda da son derece erkek buluyorum. Erkekliğin yeniden üretiminin, erkek egemen bir muhalefetin yeniden üretiminin yöntemi olduğunu düşünüyorum. 

Ben de birçok şey için negatif anlamda “liberal” sözcüğünü kullanıyorum ama benim kullanımımda “liberal”, devletle ve pazarla uzlaşan manasına gelir. Yani kapitalizm dışında dünyada kapitalizmle kesişen patriyarka, heteroseksizm ve ulus-devlet diye dört tane sistemin olduğunu söylemek, bu sistemlerin birbirleriyle birlikte işlediğini söylemek, bunların içinde sınıf gibi, kadın-erkek gibi, beyaz-siyah gibi paradigmatik pozisyonların olduğunu söylemek, devletle, pazarla uzlaşan bir pozisyon değil, tam tersine devlet ve pazarın hayatımıza nasıl sızdığının daha mikro anatomisini çıkarmak, kılcal damarlarına inen yöntemlerini ifşa etmek demek. Bu anlamıyla tam tersine radikal düşünceyi üreten alan budur. Bu sistemlerden bahsettikçe; Türkiye’de Kürtlük noktasına, kadınlık noktasına mesela yüzümüzü döndüğümüzde, bunlarla daha dayanışmacı ve daha bilgi üretici ilişkilere girdiğimizde, Türkiye’deki erkeklik sultasına bıçak sokmuş oluyoruz. Ve bence Türkiye’de o kadar patriyarkal bir sol gelenek var ki, bunu kabul etmiyor ve kendini yeniden üretmek için bunların hepsini dışlıyor.

Ben de kimlik politikacısı değilim. Kimlik politikası, kültürel olarak çokluğu savunur. Bizim durduğumuz yer, çokluğu savunmanın ötesinde. Sistematik olarak dezavantajlı ve avantajlı pozisyon üreten ilişkilere bakıyoruz. “Kadınlık bir kimliktir” diyorlar, hayır, kadınlık bir pozisyondur. Erkeklikle karşı karşıya gelen ve sürekli olarak erkekliğin imha ve işgal etmeye çalıştığı bir pozisyondur. Bu pozisyonu üstlenerek erkeklikle ve patriyarkal sistemle savaşıyoruz biz. Bunu yaparken de ne devletle ne pazarla ne de ataerki ile uzlaşıyoruz. Bunun kendisi bence erkekliği tehdit ettiği için bunlar, birtakım yaftaların yanına konuluyor. Gerçekten de hani “Boğaziçi Sosyoloji kapatılsın!” diyorlar ya, ne kadar çok duygu yatırımı var o sloganın arkasında; böyle heyecanlı bedenler var, titriyorlar resmen, erotizmle titriyorlar. Enerjilerini buna bu kadar harcamaları bence oldukça semptomatik, bunu diyebilirim.

 

 

 

Nazan Üstündağ kimdir?

 

Doktorasını 2005 yılında ABD’nin Indiana Üniversitesinde tamamlayan Nazan Üstündağ, bu tarihten 2018 yılına kadar Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde yardımcı doçent olarak araştırmalarını sürdürdü. Doktora tezini “Moderne Ait Olmak: Türkiye Kentlerinde Kadınların Çilesi ve Öznellikleri” başlığında yazan Üstündağ, sağlık reformu konusunda da bir kitap derledi. Ağırlık noktaları postkolonyal teori, feminist teori, anlatı metotları, devlet ve şiddet çalışmaları ve devlet etnografyası olan akademisyen, Kürdistan’da şiddet ve direniş hakkındaki çalışmalarıyla da tanınıyor. Barış İçin Kadın Girişimi, Barış İçin Akademisyenler ve Barış Meclisi’nin kurucularından olan Üstündağ, Yeni Özgür Politika, Özgür Gündem, Bianet, Feminist Yaklaşımlar ve T24 gibi birçok yayın organı için de yazılar yazdı.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.