Antik kitle imha silahları…

Doğan Barış ABBASOĞLU yazdı —

 

  • Tarihçi Andrienne Mayor, ilk okun zehre batırıldığı andan itibaren savaşın ahlaki sınırları sorgulanmaya başlandığını anlatıyor. Bu sorgulamalara rağmen tarih en vahşi ve sinsi yöntemlerin hiç çekinilmeden kullanıldığı örneklerle dolu.

DOĞAN BARIŞ ABBASOĞLU

Antik Çağ savaşları büyük kahramanlık destanlarıyla anlatılagelmiştir. Maraton Ovası’nda Pers ordularının dağıtılması, Thermoplylaid’deki 300 Spartalının direnişi, Hitit savaşçılarının büyük fetih destanları antik dünyadan günümüze cesaret, kahramanlık timsalleri olarak geldi ve bireysel öykülerle yüceleştirildi.

Ancak bu destansı anlatıların gölgesinde, insanlığın çok daha karanlık tarafını yansıtan, çoğu zaman göz ardı edilen ve hatta saklanan başka yöntemler de vardı. Tarihçiler bugün biliyor ki savaş meydanları yalnızca kılıçların çarpıştığı, mızrakların savrulduğu ya da kalkanların duvar ördüğü yerler değildi. Aynı zamanda görünmeyen ama en az demir silahlar kadar ölümcül olan başka araçlar da kullanılıyordu. Su yollarının zehirlenmesi, yiyeceklerin bozulması, hastalık taşıyan hayvanların düşman topraklarına salınması ya da ölü bedenlerin salgın yayacak şekilde kullanılması, savaşın gizli ama etkili taktikleri arasında yer alıyordu.

Destanlarda genellikle görkemli çarpışmalar öne çıkarılırken, bu görünmeyen silahlar çoğu kez satır aralarında kayboldu. Oysa tarihin gidişatını değiştiren pek çok savaş, kılıç darbelerinden çok, salgın hastalıklar ya da zehirli sular sayesinde kazanıldı ya da kaybedildi.

Stanford Üniversitesi’nden tarihçi Adrienne Mayor, bu duruma dikkat çekerek, biyolojik ve kimyasal silahlara dair etik tartışmaların modern çağın değil, insanlık tarihi kadar eski bir mesele olduğunu hatırlatıyor. Ona göre, ilk okun zehire batırıldığı andan itibaren savaşın ahlaki sınırları sorgulanmaya başlandı.

Zehirli sular ve ilk “ölüm doktoru”

M.Ö. 6. yüzyılda yaşanan Birinci Kutsal Savaş, biyolojik savaşın en çarpıcı örneklerinden birine sahne oldu. Kuşatma altındaki Kirrha kentine karşı Atinalılar ve müttefikleri, kentin su kaynağını hellebore adı verilen zehirli bir bitkiyle kirletti. Sonuç felaketti: kentteki halk topluca hastalandı, ishal ve bitkinlik yüzünden direnecek güçleri kalmayan şehir kolayca düşürüldü.

Bu olayın en çarpıcı yanı ise plana bir hekimin dahil olmasıydı. Antik kaynaklarda adı geçen Nebros’un, ünlü hekim Hipokrat’ın atalarından biri olduğu söylenir. Böylece tıp tarihinde, daha sonra “Hipokrat Yemini” ile özdeşleşecek etik anlayışın gölgesinde, tarihin ilk “ölüm doktoru” tartışması da başlamış oldu. Yunan kültüründe düşmanla “adil savaşmak” ideali güçlüydü; ancak kuşatma durumlarında kadın, çocuk ve yaşlıların da düşman sayılması, bu tür zehirleme eylemlerini meşrulaştırıyordu.

Atinalılar, Kirrha zaferinden sonra benzer yöntemleri birbirlerine karşı kullanmayacaklarına dair ant içtiler. Ancak bu söz tutulmadı. Tarih, kısa bir süre sonra Spartalıların Atina kuyularını zehirlediğini ve birçok başka kuşatmada da su kaynaklarının hedef alındığını kaydetti.

Hititler’in salgın silahları

Biyolojik savaşın bilinen en eski örneklerinden bazıları, Anadolu’nun köklü uygarlıklarından Hititlerde karşımıza çıkıyor. M.Ö. 1500–1200 yıllarına tarihlenen çivi yazılı tabletlerde, düşman topraklarına hastalık taşıyan hayvanların gönderildiğine dair açık kayıtlar bulunur. Bu belgeler, biyolojik silah kullanımının yalnızca bir söylence ya da tesadüfi bir olay değil, devletin bilinçli şekilde başvurduğu bir savaş stratejisi olduğunu ortaya koyuyor.

Hititler, özellikle batıda yer alan Arzawa Krallığı ile yürüttükleri savaşlarda bu yöntemi kullanmışlardı. Tabletlerde anlatıldığına göre, koyun ve eşeklere tavşan humması bulaştırıldı ve bu hayvanlar düşman topraklarına gönderildi. Tularemia hızla yayılan ve insanlarda yüksek ateş, halsizlik, deri lezyonları ve lenf bezi şişmeleriyle kendini gösteren ölümcül bir hastalıktı. Arzawa askerleri bu görünmez düşmanla baş edemediler; silah bakımından güçlü olmalarına rağmen ordularının kısa sürede savaşma kabiliyeti kırıldı. Bu durum, Hititlerin biyolojik yöntemlerle stratejik üstünlük kazanmasına yol açtı.

Zaferi getiren mikroplar

Bu olay yalnızca askeri bir zaferin ötesinde, insanlığın kolektif hafızasında yeni bir korku yarattı. Çünkü artık savaşın sonucunu yalnızca mızraklar ve kalkanlar değil, görünmeyen mikroplar da belirleyebiliyordu. Salgın, bir silah olarak kullanılmakla kalmadı; aynı zamanda düşman üzerinde psikolojik baskı kuran bir unsur haline geldi.

Hitit tabletlerinde yer alan dualar, bu uygulamaların dönemin dini anlayışıyla iç içe geçtiğini gösterir. “Onları kabul eden ülke, bu kötü salgını kabul etsin” şeklindeki ifadeler, yalnızca askeri bir taktiği değil, aynı zamanda tanrıların iradesini yansıtan bir laneti temsil ediyordu. Bu yaklaşım, biyolojik savaşı etik bir tartışma konusu olmaktan çıkarıp tanrısal bir ceza gibi sunuyor, saldırının meşruiyetini güçlendiriyordu. Hastalık, böylece hem bir biyolojik silah hem de tanrıların iradesiyle gönderilen ilahi bir ceza olarak algılandı.

Hititlerin bu uygulamaları, yalnızca kendi dönemlerinde etkili olmakla kalmadı, daha sonraki uygarlıkların da stratejik düşünce dünyasını etkiledi. Asurluların da kuşatma savaşlarında salgın hastalıkları kışkırtmaya çalıştıklarına dair bulgular vardır. Babil kaynaklarında ise düşman topraklarına “kötü rüzgârlar” gönderildiğinden bahsedilir ki, bu muhtemelen salgın hastalıkların kasten yayılmasına işaret eder.

M.Ö. 6. yüzyılda Kirrha kuşatmasında kullanılan hellebore zehri, Hititlerin daha önce başvurduğu yöntemlerin bir tür devamıydı.

Tanrıların görünmez okları

Antik çağda salgınlar genellikle tanrıların silahı olarak görülürdü. Hititlerin Irra’sı ya da Yunanların Apollon’u, düşman ordularına veba okları atan ilahlar olarak tasvir edildi. Bu inanç, savaşın görünmeyen bir cephesi olduğuna dair halk arasında güçlü bir algı yarattı.

Rivayete göre M.Ö. 4. yüzyılda Sicilya’da yaşayan Pachynus halkı, Kartacalı istilacılara karşı Apollon’a dua etti. Dua kabul oldu ve istilacıların arasında kısa süre içinde büyük bir salgın patladı. Tarihçi Adrienne Mayor, bu tür örneklerin insanlığın önce tanrılardan hastalık göndermesini dilemesini, ardından bu işi kendi elleriyle yapabileceklerini keşfetmesini sağladığını belirtiyor.

Roma’da “yapay salgınlar”

Roma döneminde biyolojik savaş daha sofistike yöntemlerle karşımıza çıkar. Roma tarihçileri Livy ve Cassius Dio, “pestilentia manu facta” yani insan eliyle yaratılmış salgınlardan söz eder. Cassius Dio’ya göre, M.S. 2. yüzyılda Roma’da gizli gruplar sokaklarda zehirli iğnelerle insanları enfekte ederek toplu ölümlere yol açtı. Bazı anlatılara göre, günde iki bin kişinin yaşamını yitirdiği büyük bir salgın bu yöntemle yayıldı.

Bu anlatılar, modern çağdaki biyoterör tartışmalarını anımsatıyor. Tıpkı günümüzde koronavirüs salgınında ortaya çıkan komplo teorileri gibi, Roma’da da hastalıkların kasıtlı olarak yayıldığına dair yaygın korkular vardı.

M.Ö. 74’te Pontus Kralı Mithradates’in kuşattığı Cyzicus kentinde ise ölü bedenler biyolojik silaha dönüştü. Kent savunucuları, düşen askerlerin cesetlerini düşman hatlarına fırlatarak salgın başlattı. Kuşatma hastalık yüzünden sona erdi ve kenti savunanlar hayatta kaldı.

Etik tartışmalar ve kalıcı miras

Antik çağda kullanılan bu yöntemler, savaşın yalnızca silah gücüne değil, hastalık ve doğanın yıkıcı etkilerine de dayandığını gösteriyor. Ancak aynı zamanda derin etik tartışmalara da yol açtı. Atinalıların kendi aralarında zehir kullanmamaya dair ant içmeleri, bu tartışmanın bilinen en eski örneği oldu. Yine de tarih, bu tür sözlerin çoğunlukla bozulduğunu gösteriyor.

Bugün biyolojik silahlar uluslararası hukukta en sıkı şekilde yasaklanmış durumda. Fakat üç bin yıl öncesinden bu yana insanlığın bu tür yöntemlere başvurmuş olması, savaşın sınır tanımaz doğasını ve ahlaki ikilemlerin köklü geçmişini gözler önüne seriyor. Tarih insanın elindeki silahları “zamanı geldiği” zaman kullandığını gösteren örneklerle dolu.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.